Her okur ‘Küçük Prens’ini bekler

1935 yılının 30 Aralık günüydü. Fransız pilot ve yazar Antoine de Saint-Exupéry, pilot arkadaşı André Prévost ile 19 saat 44 dakikalık bir uçuştan sonra uçağıyla Sahra çölüne çakıldı. Oysa Paris-Saygon hava yarışında hız rekoru kırmayı ve 150 bin franklık ödülü kapmayı umuyorlardı. Kazadan mucizevi bir biçimde kurtuldularsa da, kızgın çöl sıcağında ölümcül sıvı kaybıyla yüz yüze geldiler.

Ellerindeki ilkel haritalarla tam olarak nerede olduklarını anlamaları olanaksızdı. Kum tepeleri arasında kaybolmuşlardı. Yanlarında ancak bir gün yetecek kadar su vardı. Çok geçmeden seraplar görmeye, sanrılara kapılmaya başladılar. Üçüncü gün artık o kadar sıvı kaybetmişlerdi ki, terlemez oldular. Neyse ki, dördüncü gün deve sırtında çıkagelen bir Bedevi hayatlarını kurtaracaktı.

1944 yılının 31 Temmuz günüydü. Müttefikler’in Güney Fransa’daki Ejder Harekâtı öncesinde Alman birliklerinin Rhone vadisindeki konumuna ilişkin bilgi toplamakla görevli hava filosuna katılan Saint-Exupéry, Korsika’daki üsten havalandıktan sonra bir daha geri dönmedi. Ardında hiçbir iz bırakmadan kaybolmuştu.

Haber kısa sürede edebiyat dünyasına yayıldı, çok geçmeden de uluslararası basının başlıklarına taşındı. 1990’lardan bu yana, Saint-Exupéry ve uçağından geriye kalanları bulduğunu ileri süren pek çok kişi çıktı ortaya. Ortaya atılan savlardan kimileri düş ürünü, kimileri de gerçekçiydi. Ne ki, Saint-Exupéry’nin uçağının düşüşündeki gizem tam olarak bir türlü çözülemedi.
Onun 1935’te ölümle ilk burun buruna gelişi, ilk kez, 1939’da yayımlanan “Rüzgâr, Kum ve Yıldızlar” adlı anı kitabına yansıdı. Sonra da, 1943’te yayımlanan “Küçük Prens”te biraz farklı bir biçimde dile geldi:

“… İşte böyle, altı yıl önce, Büyük Çöl üstünde uçağım kazaya uğrayıncaya kadar, içimi dökecek gerçek bir dostum olmadan yapayalnız yaşadım. Motorumun bir parçası kırılmıştı. Uçakta ne makinist ne de yolcu bulunduğundan bu güç onarım işinin üstesinden tek başıma gelmeye hazırlandım. Benim için bir ölüm kalım savaşıydı bu. Yanımda çok çok bir haftalık içme suyu vardı.
İlk gece, en yakın köyden bin mil uzakta, çölde uyudum. Okyanusun ortasında sal üstünde kalmış bir gemiciden daha yalnızdım. Gün doğup da tuhaf, incecik bir sesle uyandığım zaman nasıl şaşırdığımı varın siz düşünün artık. Ses:
‘Lütfen,’ diyordu, ‘bir koyun çizer misiniz?’
‘Ne!’
‘Bir koyun çizin bana.’
Beynimden vurulmuşçasına yerimden fırladım. Gözlerimi ovuşturdum iyice. Her yanı gözden geçirdim. Karşımda beni ciddi ciddi süzen, küçük, eşi görülmedik biri duruyordu…”

Serüven ve tehlikeyi şiirsel bir biçemle, hem de yücelterek anlattığı yapıtlarıyla yalnızca Fransızların değil, hepimizin gönlünü çalan Saint-Exupéry’nin 1994’te Akdeniz göğünden Akdeniz sularına gömülüşü ise, o günden bugüne artıp eksilmeyen bir söylence oldu çıktı.

Uçmak, onun gözünde yalnızca kahramanca bir eylem değil, aynı zamanda edebiyat için yepyeni bir konuydu. Kitaplarında, insanın bedelini hayatıyla ödeyebileceği tehlike yüklü serüvenleri, kişinin kendini gerçekleştirme uğraşında erişebileceği doruklar olarak yüceltmişti.

GÜNEY POSTASI

1929 yılında yayımlanan ilk kitabı “Güney Postası”, posta seferlerinde pilotluk yapan Jacques Bernis’nin Rio de Oro çölünde ölümüyle sonuçlanıyordu.

İlk pilotların başarılarına adadığı ikinci romanı “Gece Uçuşu” (1934), görevlerini yerine getirirken ölümle karşı karşıya gelen bu pilotları gizemci bir yaklaşımla göklere çıkarıyordu.

Kendi uçuş serüvenlerinden yola çıkan, lirik ve etkileyici bir dille yazılmış “İnsanların Dünyası”nın (1939) ardından 1942’de yayımlanan “Savaş Pilotu”, 1940 yılında gerçekleştirdiği, onu ölümle yüz yüze getiren bir keşif uçuşunun öyküsüydü.

1943’te yayımlanan “Bir Rehineye Mektup”ta, bütün Fransızları Nazi işgaline karşı birlik olmaya çağırıyordu.

Ölümünden sonra, 1948’de yayımlanan “Kale” ise, Saint-Exupéry’nin insanlığa bakışındaki artan kötümserliğin bir yansımasıydı: Ona göre, insanlığın varlığını sürdürmesinin tek geçerli nedeni, uygarlık değerlerini korumak olabilirdi.

Aslında, onun, insanlığa yönelttiği eleştirel bakışın temeli, büyükler için yazılmış bir çocuk masalı diye nitelenebilecek “Küçük Prens”teydi. Okurlarına, hayattaki en iyi şeylerin en basit, en yalın şeyler olduğunu, gerçek varsıllığın ise başkalarına bir şeyler verebilmek anlamına geldiğini anımsatmıyor muydu “Küçük Prens”?

Dünya edebiyatında “kült kitap” deyince akla gelen ilk adlardan biri olan “Küçük Prens”i bugünlerde bizde de pek çok yayınevi yayımlayacak sanırım.

Nedeni açık: 1996’da imza attığımız uluslararası Bern sözleşmesi gereğince, bir yazarın yapıtlarının telif hakları ölümünün üstünden 70 yıl geçtiğinde serbest kalıyor. O yüzden, Saint-Exupéry’nin telif hakları da yazarın ölümünün 70. yılında, 31 Temmuz 2014’te serbest kaldı.

Ancak, yanılmıyorsam, yasa gereği, “Küçük Prens”, yazarının ölümünün 70. yılını izleyen ilk 1 Ocak günü yayımlanabilecek.

Anımsatmak gerekirse, Mavi Bulut Yayınları kitabın telif hakkını yıllar önce satın almış ve Fatih Erdoğan çevirisiyle yayımlanmıştı. O güne kadar “Küçük Prens”i telifsiz yayımlayan yayınevleri de kitabı piyasadan çekmek zorunda kalmıştı.

Ama, Saint-Exupéry’nin kendi eliyle çizdiği o benzersiz resimleriyle pek çoğumuzun belleğine bir daha silinmemek üzere yerleşmiş olan “Küçük Prens”i bugüne kadar kimler çevirmemişti ki dilimize. “Olvido” ve “Fahriye Abla”nın şair Ahmet Muhip Dıranas ve Homeros çevirmeni Azra Erhat’tan İkinci Yeni’nin lirik ustası Cemal Süreya ve kısa öykünün asi ustası Tomris Uyar’a, roman ve öykümüzün seçkin kalemi Selim İleri’den pek çok klasiği dilimize kazandıran Nihal Yeğinobalı’ya, pek çok yazar ve şairimiz “Küçük Prens”in büyüsüne kapılmıştı.

“Küçük Prens” Türkçede ilk kez 1953’te yayımlanmış; Çocuk Esirgeme Kurumu yayını Çocuk ve Yuva Dergisi’nde Dıranas’ın çevirisiyle tefrika edilmişti.

Bu çeviriyi, aynı yıl Hüsnütabiat Matbaası’ndan çıkan Salih S. Uygur çevirisi ve Doğan Kardeş Yayınları’nın Ayşe Nur müstear adıyla bastığı Azra Erhat çevirisi izlemişti.

Ardından Cemal Süreya, Tomris Uyar, Selim İleri, Nihal Yeğinobalı’nın çevirileri gelmişti.

PAYLAŞILAMAYAN KİTAP

Anlaşıldığı kadarıyla, geçmişten günümüze bakıldığında, “Küçük Prens”in Türkçede 100’den fazla farklı baskısı var. Dahası bu “paylaşılamayan kitap”ın Lazca ve Kürtçeye de çevrilmiş olduğunu öğreniyoruz.

Geçenlerde, Cumhuriyet’te “Körün Taşı”nda yazdığım “Her yayıncı ‘Küçük Prens’ini bekler…” başlıklı yazımda, “… Dünyadaki tüm yayıncıların gözü yıllardır sürekli okunan ‘Küçük Prens’tedir. ‘Benim de bir Küçük Prens’im olsa!’ demeyen yayıncı, bilmem var mıdır! Her yayıncı kendini kurtaracak (!) bir ‘Küçük Prens’ bekler… Şimdi, önümüzdeki yılbaşından başlayarak, uzun yıllardır piyasada tek başına varlığını sürdüren Fatih Erdoğan çevirisine pek çok çeviri eklenecek. Küçük Prens’ çevirileri okur gözünde birbiriyle yarışacak… Hadi bakalım…” demiştim.

Bu yazının ardından, elime geçen ilk yeni “Küçük Prens”, Cemal Süreya-Tomris Uyar çevirisiyle Can Çocuk’tan çıkan “Küçük Prens” oldu. Üstünde Ocak 2015 tarihi var.

Yıllardır benim gözde çevirimdir Süreya – Uyar çevirisi. Bize, hayattaki en iyi şeylerin en basit şeyler olduğunu anlatan “Küçük Prens”in süsten püsten arınmış yalın şiirselliğini yansıtan bir çeviridir.
Sanırım, bu ay, başka çeviriler de birbirini izleyecek, bir bir raflardaki yerini alacak. Hadi bakalım…