HAGHİGHİ: “Alın Bunları ve Beni Özgür Bırakın!”

Siyah beyaz bir resim: Uzun saçları rüzgarda geriye savrulmuş, gözleri yerde, bir genç kız. Çıplak. Havva anamız gibi. Meryem’i hiç öyle görmedik.  Ayaklarının altında toprak, belki çöl, belki değil! Ama ot yok görünürde. Arkasında bir uçtan bir uca uzanan sıradağlar, tepelerin birinden dumanlar yükselen. Çırılçıplak. Vücudunun göğüs kısmı ve kalça kısmı kesilip çıkarılmış, iki silindir önünde duran. Diyet. 1976 İran, Şiraz doğumlu olup, İngiltere’de yaşadığı anlaşılan, Raoof Haghighi resmin altına not düşmüş: “Alın bunları ve beni özgür bırakın.”

Hiç o kadar kolay değil özgürlük! Zira, talep konusu değil, mücadelenin konusudur. Karşıt çıkarlara sahip sınıflı bir toplumda, mülksüzleri mülksüzleştiren, iktidardaki sınıfa yönelik, özgürlük isteminin siyasal bir karşılığı yoktur. İki sınıftan birinin özgürlüğü için diğerinin özgürlüğünü kaybetmesi, gerçek ve tam bir özgürlük için sınıfların ve artı emek sömürüsünün yani üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin ortadan kaldırılması gerekir. Kendiliğinden değil, sınıflar mücadelesinin konusudur.

“Özgürlük ve zorunluluk, insan etkinliği ile doğa ve toplumun nesnel yasaları arasındaki karşılıklı ilişkiyi dile getiren, felsefi kategoriler(…) Zorunluluk, doğada ve toplumda nesnel yasalar halinde varolur (…) İnsanın özgürlüğü, insanın tarihsel koşullar altında  kendisine egemen olan toplumsal güçlere bağımlılığıyla da sınırlıdır. Uyuşmayan sınıflara bölünmüş, bir toplumda, toplumsal ilişkiler insanın karşısında yer alır  ve insana egemen olur.”(1) Dolayısıyla, özgürlük, insanın bilinçli etkinliğini gerektirir.

Doğanın insan tarafından değiştirilmesi, insan düşüncesinin en başta gelen ve önemli temelidir ve insan, doğayı değiştirdiği ölçüde zekası da gelişmiş(2), doğa ve toplum yasaları tarafından belirlenen olmaktan çıkmış, belirleyen olduğu ölçüde özgürleşmiştir.  Öyleyse özgürlük, toplumsal ve tarihsel olarak egemen sömürücü  sınıf tarafından dayatılan nesnel gerçekliğin aşılmasını, karşıt çıkarlara sahip sınıflı toplumun ortadan kaldırılmasını öngerektirir.

Türkiye kapitalizminin, iktidardaki sermaye sınıfı eliyle sürüklendiği, (29 Ekim, AK) 2023’de nihai olarak gerçekleşmesi hedeflenen altüst oluşun bir benzeri, 11 Şubat 1979’da İran’da yaşandı. Öznesi, 20.yüzyılın başından beri aktif, Marksist TUDEH ile Paris’de yaşayan Humeyni liderliğindeki gericilikti. İran işçi sınıfı içinde örgütlü, Aralık 1978’de ülke çapında kontrolü ele alan, Devrim Komitelerini kuran TUDEH, Amerika’nın himayesindeki Şah monarşisine karşı, -Tarihçi Roham Alvandi’nin anlatımıyla; “İranlı Müslüman entellektüeller ve din adamları, Batıcılıkla zehirlenen Pehlevi monarşisine karşı kitleleri örgütlemek ve hayali otantik bir ‘İslam özüne dönmek’ adına Şii İslamı devrimsel bir ideoloji olarak yeniden tahayyül etmek için Marksizm’den borçlanan(3)”- gericilikle ittifak kurmaktan çekinmedi. Üstelik, yine aynı tarihçinin tespitine göre; “İran’da daha genç olan kuşak demokrasi ya da liberal meşrutiyet kavramından vazgeçip, Üçüncü dünyada rağbet görmesi itibariyle sınıfsal devrim, anti-emperyalizm ve silahlı mücadele gibi daha radikal kavramlara yüzünü dönmeye başlamış”tı(4).

Oysa, bu ittifaka gereksinen iktidardaki sınıfın gerici kanadıydı. TUDEH’in buna gereksinimi yoktu. Yaklaşık, yüz yıl önce, 1875’de yazılan Gotha Programının Eleştirisi, 1863’de kurulan Lasalle’nin “Alman Emekçileri Genel Derneği” ile Bebel ve Liebknecht’in öncülüğünde kurulan, işçi sınıfının çekim merkezi haline gelmiş “Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisi” nin “Emekçilerin Programı” çevresinde  birleşmesine bir eleştiriydi. Zira, Bismark’ın gerici politikası, 1871-72 grevlerinin bastırılması, proletaryanın saflarında birleşmeye elverişli ortamda, Lasallecılar,  “Alman Emekçileri Genel Derneği”nin  dağılmasından korkarak, “Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisi” ile birleşmeye gereksinim duyuyordu(5). Geri çevrilmedi. Gerici bir programla gerçekleşen bu birleşme, işçi sınıfı yararına değil, Lasallecıların çıkarınaydı.  Tarih, tekerrürden ibaret değil. İranlı Komünistlerin ki, taktik hata.

Karşı devrime uzanan süreçte, işçi sınıfı içinde örgütlü ve güçlü olan TUDEH,   1951’de hükümeti tek başına kuracaktı. 1953’de CİA Darbesiyle yıkılmış olması, isteseydi, demokrasiyle yetinmeseydi, iktidarı tek başına alacak örgütlü bir gücün varlığını gösteriyor. Ne var ki, ideolojik olarak zayıflığın da bir göstergesi.  Monarşiyi değil Şahı devirmek uğruna önce “demokrasiye” sığınan TUDEH, devrimin koşulları oluştuğunda bu kez gericilikle işbirliği yaparak, İran İşçi sınıfı ve kendi ipini çekmiş oldu.

Yirmi birinci yüzyılın başında, Türkiye solunun yaptığı da TUDEH’in yaptığına benziyor. (Burjuva) Cumhuriyet’in tasfiye sürecinin öznesi tarafından belirlenen koşullarda, Türkiye solu, burjuva siyaseti tekrarlamaktan kaçınmaksızın, sınıflar arasında eşitsizliğin emekçi yığınlar aleyhine derinleştiği, karşı karşıya gelişin kaçınılmaz olduğu, toplumsal ve siyasal çelişkilerin Sosyalist iktidar hedefine uygun hale geldiği tarihsel koşullarda, kitleleri tarihsiz, ilan edilmemiş bir “seçim süreci” söylemiyle, ittifak arayışında! İktidar, değil! 12 Eylü’den bu yana hiç olmadığı kadar!  Dolayısıyla, Türkiye işçi sınıfı bilinçsiz ve örgütsüz olarak, egemen sermaye sınıfının belirlediği koşullarda bir alt üst oluşa sürüklenmektedir. Öyle ki, yurdun Komünist Partisi, 12 Eylül’deki kıyım ve yıkımın devamı sermaye iktidarının siyasi öznesinin işaret ettiği, dilinden düşmeyen “2023’de Yeniden” hedefinde birleşmiştir! Devrim olabilir mi? İşçi hareketi, Türkiye solunun ilerisindedir. Ancak, siyasi öncülükten yoksundur. Karşı devrim kuvvetle olasıdır. Çünkü, eğer olsaydı, tek engel, Türkiye işçi sınıfının bilinçli ve örgütlü gücü olabilirdi. O da, görünürde yok!

“Nasıl Yapılamadı: İran’da Solun Yenilgisi” adlı kitabın yazarı,  Maziar Behrooz’a göre, İran Orta Doğu’da en büyük Marksist ideolojiye sahip ülkelerin başında geliyordu(6). Bu başarının mimarı TUDEH’in Monarşi’yi değil, Şah’ı devirmek ve işçi sınıfının doğal müttefiki yoksul köylülük yerine dinci gericilikle kurduğu ittifak, devrim anındaki iki taktik hata,  bu birikimin sonu, karşı devrimin zaferi oldu. Şah gitti. Ancak, iktidarı ele geçiren, onbinlerce komünisti asan karşı devrim, şeriat oldu.

İran İslam Cumhuriyeti’nde, Tahran’da, İranlı Kürt Jina Mahsa Amini’nin ahlak polisi tarafından, saçı göründüğü için dövülerek öldürüldüğü 18 Eylül’den beri kadınlar ayakta! 22 Eylül 2022 tarihli Nokta Haber’e göre;  İran İnsan Hakları Örgütü Hengaw; “evrensel hukuk normlarına göre Amini’nin ölümünden bugüne kadar Kürdistan eyaletinde yaşanan eylemlerde işlenen suçları İran dışındaki uluslararası mahkemelere taşıyacağını duyurdu. Kürdistan halkının İslam Cumhuriyeti tarafından  katledilmesinin durdurulması için uluslararası müdahale gerektiğini ifade etti.” (7)

Oysa, dünyada ve Türkiye’de İran’da sokağa taşan kadın hareketi, kapitalizmin eşitsiz, ağır sömürü koşullarından bunalmış işçi sınıfı ve solunu heyecanlandırıyor, devrim umudunu büyütüyor. Ne var ki,  İran’da kadınları sokağa döken olayda, saçı göründüğü için ahlak polisi tarafından dövülerek öldürülen Jina Mahsa Amini’nin etnik kökeninin öne çıkarıldığı görülüyor! Amini, Kürt olduğu için öldürülmedi. Saçı göründüğü için, yani kadın olduğu için öldürüldü. Amini’nin kadın değil, etnik kimliğinin öne çıkarıldığı, İran İnsan Hakları Örgütü’nün açıklamalarından, dünya işçi sınıfının gündemine oturan sokak gösterilerinin “Kürdistan eyaletinde” gerçekleştiğini; eylemler sırasında “işlenen suçların”, “uluslararası mahkemelere taşınacağını” anlaşılıyor!  Bu kadar da değil. “Kürdistan halkının İslam Cumhuriyeti tarafından katledilmesinin durdurulması için uluslararası müdahale gerektiği” ileri sürülüyor! Bırakın antiemperyalist, antikapitalist devrimci bir çağrıyı, sınıfın birliğini parçalayacak bir dış müdahale çağrısı yapılıyor! Kabul edilemez. Bu  devrimci bir taktik hata değil, bilinçli bir siyasal tercihtir, deyip buraya not edelim.

Aynı soruna, İran Komünist Partisi’nin açıklamasında dile gelen bakış, tarihsel, toplumsal duruma çok daha uygun sanıyorum. En başa, emperyalist merkez ve ülkelerden gelecek “uluslararası müdahale” istemi içermediği yazılmayı hak ediyor. İç dinamikleri, kadın sorunu üzerinden eyleme çağırıyor: “(…) Kadın karşıtı yasaların ve İslami şeriatin kadınlara yönelik özel şiddeti, bilinçli ve örgütlü bir tepkiyle karşılanmalıdır. Toplum için daha iyi bir gelecek, kadınlar ve İslam Cumhuriyeti arasındaki bu uzlaşmaz mücadelenin, bu konuda İslam Cumhuriyeti’ne karşı milyonlarca insanın açık buluşması haline gelmesine ve İslam Cumhuriyeti’nin anti-feminist küstahlığının toplumdan güçlü bir yanıt almasına bağlıdır. İslami başörtüsü ve kadınlara karşı olan yasalar toplu olarak ayaklar altına alınmalı ve İran genelinde büyük bir akım haline gelmelidir. Bunu yapabilirsek, şüphesiz ülkede taze ve özgürleştirici bir nefes ve esaslı farklı bir gelecek için umut tohumları olacaktır(…)” (8)

Rusya Sosyal Demokrat Partisi’nin Mart 1898’de yapılan ilk kongre tutanaklarıyla yazıyı bitirelim.

“Rus sosyal demokrasisi üç döneme ayrılır. Birinci dönem, 1884’den 1894’e kadar yaklaşık on yılı kapsar. Bu dönem, sosyal demokrasinin teori ve pratiğinin oluştuğu ve sağlamlaştığı dönemdi. Sosyal demokrasi, işçi hareketi olmadan varlığını sürdürüyor ve politik parti olarak gelişmesinin embriyonal sürecini yaşıyordu.

İkinci dönem, 1894’den 1898’e kadar üç-dört yılı kapsar. Bu dönemde sosyal demokrasi bir toplumsal hareket olarak, kitlelerin kalkınışı olarak, politik parti olarak görünür. Bu dönem çocukluk ve gençlik dönemidir. Bu dönem, aydınların Narodnizme karşı mücadeleye, işçiler arasında çalışmaya duyduğu genel coşku, keza işçilerin grevlere duyduğu genel coşku bir salgın hastalık hızıyla yayılır… Bu mücadelede olgunlaşan sosyal demokratlar, yollarını aydınlatan Marksizm teorisinin ya da otokrasiyi devirme görevini ‘bir an için bile’ unutmadan, işçi hareketi içine girdiler. 1898 ilkbaharında Parti’nin kurulması, bu dönemin sosyal demokrasisinin en mükemmel ve aynı zamanda son eylemi oldu.

Üçüncü dönem,  gördüğümüz gibi 1897’de hazırlanır ve 1898’de ikinci dönemin yerini kesin olarak alır. Bu dönem dağınıklık ve parçalanmalar dönemidir… Fakat parçalanan ve gerileyen sadece önderlerdi: Hareketin kendisi sürekli büyüyor ve büyük ilerlemeler kaydediyordu… Fakat kitlelerin kendiliğindenliği onlardan daha fazla bilinç talep ettikçe, edindikleri bilinç yetersiz kaldı. Önderler sadece teorik (eleştiri özgürlüğü) ya da pratik (amatörlük) olarak kitlelerin gerisinde kaldıklarını göstermekle kalmadılar, aynı zamanda geriliklerini bir sürü tumturaklı savla savunmaya çalıştılar…

Üçüncü dönemin ne zaman son bulacağını ve dördüncü dönemin ne zaman başlayacağını (her halükarda birçok şey bunun işaretini veriyor) bilmiyoruz. Burada, geçmişten geleceğe ulaşmış bulunuyoruz. Ama biz, dördüncü dönemin, militan Marksizmin sağlamlaşmasına yol açacağına, Rus sosyal-demokrasisinin krizden güçlenmiş ve olgunlaşmış olarak çıkacağına ve oportünist artçıların yerini en devrimci sınıfın gerçek öncülerinin alacağına bütün gücümüzle inanıyoruz.”(9)


DİPNOT

  1. İvan FROLOV, Felsefe Sözlüğü, Çev. Aziz Çalışlar, Cem Yayınevi, 1991
  2. ENGELS, Doğanın Diyalektiği, Çev. Arif Gelen, Sol Yayınları, 2019
  3. Özge ÖZDEMİR, “İran Devrimi 40.Yılında: Şah karşıtı solculara ne oldu?”, 8 Şubat 2019, bbc.com
  4. Özge ÖZDEMİR, age, bbc.com
  5. MARKS-ENGELS, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Çev.M.Kabagil, Sol Yayınları, Birinci baskı, 1969
  6. Özge ÖZDEMİR, age, bbc.com
  7. noktahaber.org
  8. BİA Haber Merkezi, 20 Eylül 2022, m.bianet.org,
  9. BİA Haber Merkezi, 20 Eylül 2022, m.bianet.org

LENİN, Ne Yapmalı, Çev. İsmail Yarkın, İnter Yayınları,