Güzellik, egemen ideolojinin elinde uzun süredir metalaşmış bir görüntüye indirgenmiş durumda. Reklamlarda, vitrinlerde, gösterişli mimarilerde, steril sanat galerilerinde karşımıza çıkan “güzel”, aslında sermayenin estetik alanına müdahalesinin bir sonucudur. Bu anlayışta güzel olan; satın alınabilir, teşhir edilebilir ve çoğunlukla bir ayrıcalık nesnesi olarak pazarlanabilir olmalıdır. Oysa hakikatin estetiği, çoğu zaman böyle paketlenmiş formların dışında; sokakta, direnişte, eşitlik ve özgürlük uğruna verilen mücadelelerde vücut bulur. Gerçek güzellik, kendini adayanların, korkuya ve baskıya rağmen kolektif iyilik için ayağa kalkanların eylemlerinde ortaya çıkar.
Bugün herhangi bir meydanda, haksızlığa karşı sokağa çıkan gençlerin polis copuna, gazına, tehdidine rağmen yılmadan yürüyüşlerine devam edişlerinde; bir fabrikanın önünde kurulan grev çadırlarında, açlığa ve yalnızlığa rağmen dayanışmayı büyütmeye çalışan işçilerin yüzlerinde; sokaklara taşan yaratıcı eylemlerde — örneğin bedenini pankart eden, şarkıyı slogana çevirenlerin kararlılığında — rastladığımız güzellik, kapitalizmin bize sunduğu her şeyden daha insani, daha sahici ve daha değerlidir.
Marksist düşünce, insanın tarihsel ve maddi koşulları içinde şekillendiğini söyler. Bu nedenle cesaretin ve özverinin estetiği de, bireysel bir erdem olarak değil, sınıfsal ilişkiler içinde kolektif bilincin bir tezahürü olarak anlaşılmalıdır. Çünkü insanlar yalnızca kendi adlarına değil, çoğu zaman başkaları adına, toplumsal adalet adına, görünmezlerin ve susturulanların sesi olarak harekete geçerler. Bu, yalnızca bir etik tercih değil, toplumun dönüştürücü potansiyelini ortaya çıkaran tarihsel bir tavırdır.
Toplumun çoğunluğu için değil, küçük bir azınlık için güzellik üretmeye programlanmış bu düzene karşı, sokakta sergilenen bu estetik; başkaldırının, umudun, dayanışmanın estetiğidir. Bir işçinin çocuğu için değil, tüm işçi sınıfının geleceği için direnişe geçmesi, yalnızca bir hak talebi değil, aynı zamanda insanlık onurunun korunmasıdır. Bir üniversite öğrencisinin yalnızca kendi geleceği için değil, yaşadığı toplumun ortak aklına sahip çıkmak adına kampüslerde haykırması, yalnızca politik değil, estetik bir duruştur da aynı zamanda. Çünkü güzellik yalnızca göze değil, vicdana da seslenmelidir.
Bu anlamda, gazete sayfalarında ya da televizyonlarda boy gösteren, yüzü makyajla, bedeni sermaye estetiğiyle şekillendirilmiş güzellik anlayışına karşı; sokakta yürüyen, susmayan, vazgeçmeyen bedenler başka bir güzelliği temsil eder: Emeğin, direncin, kolektif aklın ve adaletin güzelliğini. Bu güzellik, pazarlanmaz; çünkü bu güzellik, satın alınamaz. Bu güzellik, yaratılır, paylaşılır, çoğalır.
Gerçek güzellik, ötekine omuz verende, hakikatin üzerine yürüyende, geri çekilmeyende ortaya çıkar. Kapitalist toplumun bireyci güzellik anlayışı içinde yer bulamasa da, bu estetik; tarih boyunca en kalıcı olan olmuştur. 1 Mayıs’ta alanları dolduran ellerin arasında, Gezi’de bir ağacı korumak için barikat kuran bedenlerde, grev çadırlarında birbirine sarılan insanların gözlerinde yankılanır. Çünkü bu estetik, yalnızca güzel olduğu için değil, insanlık onurunun taşıyıcısı olduğu için kıymetlidir.
Ve belki de asıl mesele şudur: İnsanlığın kurtuluşu, metalaşmış güzelliğin değil, ahlaki cesaretin estetiğini görebilme yetisinde gizlidir. Özgürlük, eşitlik ve dayanışma için gösterilen her direniş, bu estetiğin sessiz ama derin yankısını taşır. Gerçek güzellik, kapitalizmin vitrinlerinde değil; halkın yürüdüğü sokaklarda, kararlılıkla atılan adımlarda, adalet için susmayan seslerde yaşar. Ve bu güzellik, en çok da geleceği kurar.