Gerçeğin ve Doğanın Adamı, Jean Jacques Rousseau

 

“Hakikâti aramak ve onu
kendi düşündüğü gibi
ifade etmek asla suç olamaz.”[1]

“Büyük bir iyi niyetle de olsa, hangi kanıt ve tanılara göre gerçeği tanıdığımızdan güvenli olacağız? Bu denli çeşit çeşit düşünce kalabalığı arasında gerçek üzerine tam bir yargıda bulunmada elimizdeki ölçü nedir?” sorusunu önümüze koyan Jean-Jacques Rousseau düşünceleri çokça tartışılan, görüşleri de yankı uyandıran düşünürlerden biridir.

Ona dair tartışmaların çıkış noktasının, Dijon Akademisi’nin 1749’da sorduğu şu soru olduğu söylenebilir: “Sanat ve bilimlerdeki ilerlemeler insanları daha iyi ve daha mutlu kılmış mıdır?”

‘İtiraflar’ başlıklı yapıtında, “Bu ilanı okuduğum anda başka bir evren gördüm ve başka bir insan oldum” vurgusuyla, soruyu “Hayır” diye yanıtlayıp, uygarlığın insanları baştan çıkardığını savunur.

Çünkü Ona göre, “Hiçbir zaman haklarını aşma, çünkü başkalarının sınırlarına saldırmış olursun.”[2]


Rousseau, Fransız Devrimi’nin fikri içeriğini hazırlayan düşünürlerdendi. “Krallık yönetiminin insanın başına gelen makbul ve en doğal sistem olduğu” iddiasını, krallık yönetimine çok fazla dokunmasa da, boşa çıkaracak kuramlar ileri sürmüştü.

‘Toplum Sözleşmesi’ başlıklı yapıtında, yöneticiler ile yönetilenler arasında, insanın doğasından gelen hırslarını denetlemeye ve iktidarın keyfîliğini dizginlemeye yarayan mekanizmaların kurulmasını öneriyordu. Ki bu fikir, Fransız Devrimi’nden beri burjuva demokrasisinin teorik esin kaynağı olacaktır.

Rousseau, önceli Locke gibi bir modernleşme kuramcısıydı ve kapitalist mülkiyet ilişkilerini sürdürmeye elverişli siyasal biçimlere kafa yoruyor, kulluk statüsünün yerine haklarının farkında olan eğitimli yurttaşın bilincini oluşturmaya çalışıyordu.

Ancak Rousseau bir düşünür, bir teorisyen olmasının yanı sıra aynı zamanda bir opera bestecisiydi.

Bunun yanında bir botanikçi olarak ot-bitki toplama ve yetiştirme özelliği, kurduğu bahçelerle de anılırdı.

Fransız Devrimi’nin liderlerinden Robespierre, Rousseau’nun naaşını 1794’te en değerli vatan büyüklerinin yattığı Panthéon’a taşıyarak Fransa’nın bu olağanüstü insana minnetini ortaya koydu.

Rousseau eşit doğduğunu savunduğu insanlara, istisnasız tek tek bireylere tanınması gereken özgürlük ve haklara koşut olarak, kişinin toplumsal sorumluluğu ve yurttaşlık bilincinin de takipçisiydi.

Yıllar önce insanın doğayla ilişkisini sorgulayan, bunu ilk kez siyasi arenaya taşıyan düşünürdü. Eserlerinde toplu çıkarlarla bireysel irade ve istemler arasındaki çelişkileri sıralıyor, yasaların rol ve yerini vurguluyordu.

Bu nedenle de “Gerçeğin ve Doğanın Adamı” olarak anılıyordu.[3]


Cenevre’de 28 Haziran 1712 günü doğdu. Talihsiz bir bebekti. Çünkü doğumunda annesini kaybetmiş ve bu ölümden kaynaklanan suçluluk duygusunu ve travmayı ömür boyu taşımıştı. Ömrünün sonunda yazdığı ‘İtiraflar’da, “Annemin yaşamına mal oldum ve doğumum talihsizliklerimin birincisi oldu,” diyecektir.

Baba Isaac Rousseau daha önce Topkapı Sarayı’ında saatçi olarak çalışmış ve Galata’da altı yıl (1705-1711) oturmuştu.

Çocuk Rousseau’yu babası ve halası büyüttü. Ailede anneden gelme bir kültür temeli, kitap okuma alışkanlığı ve kitaplar vardı. Baba oğluna saatlerce kitap okuyor, onu kitaplarla eğitiyordu. Bazen bu okuma etkinlikleri kitap bitinceye kadar gece boyunca sürüyordu.

Seneler ilerleyince genç Rousseau Cenevre’nin dar ortamında, özellikle çıraklık eğitimiyle mutlu olamayacağını anladı. On altı yaşında Fransa’ya geçip geniş ufuklar ve büyük boyutlar peşinde koşmaya başladı. Chambery yakınında oturan Madam de Warens ile tanışması yaşamının bir dönüm noktası olacaktı. Sonradan anne dediği bu kadının evine yerleşti. Burada müzik, yazarlık ve düşün yeteneklerini geliştiren gerçek bir okul buldu.

Tutkuyla okumaya başladı. Eskilerin okuyucusu oldu ve onlarda köklerini geliştirdi. Otuz yaşında gittiği Paris’te d’Alembert, Diderot gibi ünlü filozoflarla tanıştı ve Aydınlanmanın temel yapıtlarından sayılan Ansiklopedi’nin tüm müzik maddelerini yazmaya başladı. 1745’te çamaşırcılık yapan bir kadınla ömrünün sonuna dek sürecek birlikteliği başladı. Doğan beş bebek kimsesiz çocuklar evine bırakıldı. Hep geçim sıkıntısı çekti.

1746’da salonu ve güzelliğiyle ünlü Madam Dupin’in sekreteri oldu. Kişiliğinin gelişmesinde önemli bir yer tutan bu çalışma ortamında binlerce sayfa not aldı.

Rousseau’nun ününü sağlayan ilk ürünü ve yaşamının en önemli kilometre taşı, Dijon Akademisi’nin açtığı “Bilimler ve sanatlardaki gelişme ahlâkta bozulmaya mı, yoksa iyileşmeye mi yardımcı olmuştur?” konulu yarışmada birinci olan ‘Bilimler ve Sanatlar Üstüne Sözler’ yapıtıdır (1750). Rousseau, yarışma konusu soruyu tümüyle olumsuz yanıtlamış, çağdaş uygarlığın, doğal durumda iyi olan insanı yozlaştırdığını, ahlâkını bozduğunu ileri sürmüştü.

Aydınlanma yüzyılında ilerlemeye karşı yapılan bu ağır eleştiri şaşırtıcı olmakla beraber, ilerlemeyi insan açısından irdelemesi bugün bile ilginçtir. Kitap basılınca halk da büyük ilgi göstermiş ve çok sayıda satılmıştır. Yapıtın önemi, Rousseau’nun buradaki düşüncelere daima sadık kalması ve diğer yapıtlarının temelini oluşturmasıdır. Bir önemli başarıyı da, 1753’te Paris’te sahnelenen ‘Köyün Kâhini’ operasıyla kazandı. 1755’te siyasal kuramının temelleri sayılan ‘Eşitsizlik Üzerine Söylev’ başlıklı yapıtı yayımlandı.

1756-62 arasında, Paris yakınında Montmorency Ormanında iyilikseverlerinin evine yerleşen Rousseau, burada en önemli ve onu düşünce tarihinde ölümsüzleştiren yapıtlarını hazırladı: Roman türünde ‘Yeni Héloise’ (1761), eğitimde ‘Emil ya da Eğitim Üzerine’ (1761) ve siyaset biliminde ‘Toplum Sözleşmesi’ (1762)…

‘Emil’deki düşünceler çocuğun ilk kez çocuk olarak algılanmasını sağlamış, İsviçreli Pestalozzi (1746-1822), Rus Makarenko (1888-1939), İsveçli Ellen Key (1849-1926), İngiliz A. S. Neill (1883-1973) gibi modern eğitimcileri etkilemiştir. ‘Toplum Sözleşmesi’ ise demokrasilerin temeli sayılır.

Son iki yapıt büyük tepki uyandırmış, özellikle ‘Emil’de Rousseau’nun düşüncelerini açıklattığı papaz yardımcısının İman Teyidi bölümü şimşekleri üzerine çekmişti (1762). Paris Meclisi ‘Emil’i yasaklamış ve yazarını tutuklama emri çıkartmıştı.

Yapıtlarında yazar adından sonra daima ‘Cenevre Yurttaşı’ ibaresi olan Rousseau’ya bir darbe de doğduğu kentten gelecekti. Orada ‘Emil ve Toplum Sözleşmesi’ için yasaklama ve yakma, yazarı için tutuklama kararı verildi.

Rousseau çareyi kaçmakta ve Neuchâtel yakınındaki bir Prusya Prensliği olan Môtiers’ye sığınmakta buldu. Burada evi taşlandığı için civardaki bir göl adasına çekildi. Oradan da kovulunca, ömrünün sonuna kadar bir sürgün serüveni yaşadı.

Bu arada İngiliz Filozof David Hume’un daveti üzerine 1765-1767 arasını İngiltere’de geçirdi. Son olarak, göz yumulan bir gizlilikle gittiği Paris yakınındaki Ermenonville’de 2 Temmuz 1778 günü öldü. Ekim 1794’te kemikleri, Fransa’da büyük insanların kabristanı ve ön üst cephesinde “Büyük İnsanlara Vatan minnettardır” yazılı olan Panthéon’a taşındı.

Sürgün döneminde Rousseau kendini savunmak ve gelecek kuşaklara anlatmak amacıyla özyaşam yapıtlarını yazmıştır: ‘İtiraflar’, ‘Jean-Jacques’ın Yargıcı Rousseau-Diyaloglar’ ve ‘Yalnız Gezerin Düşlemleri’… Hepsi ölümünden sonra basılmıştır.

Rousseau’nun Fransa’da ve başka ülkelerde büyük etkileri olmuştur. Örneğin ‘Yeni Héloise’in ana teması, evliliğin toplumun yapay görüşlerine dayalı bir bağ değil, aşktan kaynaklanan özgürce bir seçim olmasıdır. Düşünceleri, özellikle 40 yılda 70 baskısı yapılan ‘Yeni Héloise Almanya’da Romantizm Akımı’nı üretmiştir. Goethe ve Schiller bu edebiyat akımının önde gelen temsilcileridir. Kant, Rousseau’dan etkilenmiştir.

Aradan yıllar geçtiği hâlde, Rousseau’nun yapıtları değerlerini korumaktadır. Ana teması, “doğal insan” ile toplumun yarattığı yapay insan arasındaki çelişki ve doğaya verdiği önemdir.

Ona göre tüm insanlar eşit doğar. Eşitsizlik ve baskı, doğaya ve insan aklına aykırı bir toplum örgütlenmesinin sonucudur. Vicdan özgürlüğü, basın özgürlüğü… muhakkak sağlanmalıdır. İnsanlar, sağlanan düzen ve güvenlik karşılığında özgürlüklerinin bir bölümünden vazgeçerse, toplum oluşur ve birey bu toplumun egemen bir üyesi olur.

Millet hakiki egemendir ve egemenliğini hükümete veya bir kişiye bırakamaz, onu kimseyle paylaşamaz. Halkın egemenliği kavramı yaşamsal önemdedir.

Bu görüşleriyle Rousseau modern demokrasinin babası sayılır. Ancak toplum hakları bir güvence altına alınmazsa, bir despot rejimi ortaya çıkar. Doğal özgürlükler adına böyle bir rejim kınanmalı ve yok edilmelidir. Rousseau’nun görüşleri Fransız Devrimi’nin (1789) ‘İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesi’nin esin kaynağı olmuştur.

Söylev’den şu alıntının güncelliğine bakınız:

“Antikçağın devlet adamları hep erdemden ve ahlâktan söz ederlerdi; bizimkiler yalnız ticaretten ve paradan söz ediyorlar… İnsanlara hayvan sürüleri gibi değer biçiyorlar. Onlara göre bir insanın devletçe değeri, harcadığı paradır…” Galiba burada kapitalizmin ilk eleştirisiyle karşılaşıyoruz.


Burada altı çizilmesi gereken Onun, bütün kötülüklerin gerçek kaynağı olarak bilimleri ve sanatları değil, mülkiyetin ortaya çıkışını görmesidir. Bu nedenle Rousseau’nun bilim ve sanat hakkındaki eleştirilerinin, bilim ve sanatın mülkiyet ile olan ilişkileri çerçevesinde ele alınması gerekir…

Günümüzde “kapitalist uygarlık”, Rousseau’nun dönemindekinden çok daha büyük eşitsizlikler, adaletsizlikler ve yoksulluklar karşısında kıvranmaktadır. Bu da mülkiyet ilişkileriyle ilgilidir.

Rousseau’nun, bilim ve sanat ile erdem arasındaki bağlantıyı kurarken, vardığı olumsuz sonuç, gördüğü eşitsizliğin açıklanmasına olan gereksinmeydi. O zaman bakılan yerden, “uygarlık”, “mülkiyet”in yerine geçiyordu. “Bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip “bu bana aittir” diyebilen, buna inanacak kadar saf insanlar bulabilen ilk insan, uygar toplumun gerçek kurucusu oldu,”[4] derken Rousseau’nun olumsuzladığı mülkiyet idi.

Öte yandan, Jean Jacques Rousseau’nun, “uygarlık” diye adlandırılan sistemin temeli olarak görüp olumsuzladığı “mülkiyet”; günümüzde, Batı uygarlığının dünyaya egemen olmasındaki en önemli etkenlerden biri olarak görülmektedir.[5]

Evet Rousseau, bilimin ilerlemesine karşı olmadığı hâlde, bilimin ilerlemesine adeta eşlik eden ahlâki çürümeden büyük bir rahatsızlık duymakta ve toplumu bu ahlâki gerilemeden kurtarmanın yollarını bulmaya çalışmaktadır.

Rousseau’nun, bilimlerin ve sanatların gelişmesinin insanlarda ahlâki gerilemeye yol açtığını söylemesi, onun bilime ve ilerlemeye karşı bir düşünür olarak nitelenmesine yol açmıştır. Fakat acaba gerçek böyle midir?

Bakın ne der O…

“Bozulma gerçekten vardır; bilimlerimiz ve sanatlarımız geliştikçe ruhlarımız bozulmuştur. (…) Namus ve ahlâkın akıbeti de bilim ve sanatların gelişmesine bağlıdır. Onların ışıkları ufkumuzda yükseldikçe erdemin kaybolduğu görülmüş ve aynı olay her çağda, her yerde olmuştur.”

“İşte tanrı hikmetinin bize uygun gördüğü bilgisizlikten kurtulmak için harcadığımız boş çabaların cezası her zaman böyle lükse, ahlâksızlığa ve köleliğe düşmek olmuştur.”

“Ahlâk bilgisizlikten mi gelir? Bilimle erdem birbirine aykırı şeyler midir? Böyle bir düşünceye inanmak insanı nerelere götürür? Doğru ama insan bilgilerine hiç ölçüp biçmeden verdiğimiz iddialı ve göz kamaştırıcı değerlerin ne kadar anlamsız, ne kadar boş olduğunu yakından görürsek bu düşüncelerde hiç de aykırılık olmadığı meydana çıkar. O hâlde bilimlerin ve sanatların özlerine bakalım, ileri gitmelerinden neler doğabileceğini görelim ve tarihten çıkardıklarımızla düşüncelerimizin uygun düştüğü noktalarda artık gerçeği duraksamadan kabul edelim.”

“Bilim araştırmalarında ne tehlikeler, ne çıkmaz yollar vardır! Gerçeğe ulaşmak için, ondan gelecek iyilikten bin kez daha zararlı nice yanlışlıklardan geçmek gerekiyor! Bu işte zararlı olduğumuz ortada: Çünkü yanlış sonsuz biçimlere girebilir; doğru ise yalnız bir türlü olur. Zaten gerçeği gerçekten ve yürekten arayan nerede? (…) İşimiz rast gidip sonunda gerçeği bulsak bile onu iyiye kullanmasını bilecek miyiz? İşte işin en güç tarafı budur.”

“(Ünlü filozoflar) siz ki bizi bu kadar yüksek bilgilere ulaştırdınız, şu sözüme cevap verin: Bütün bunların hiçbirini bize öğretmemiş olsaydınız, yeryüzünde daha az kalabalık mı olacaktık? Daha mı kötü yönetilecektik? Daha az güçlü, daha az sağlıklı, daha az ahlâklı mı olacaktık?

Yarattığınız eserlerin değeri üzerinde bir düşünün; en büyük bilginlerimizin, en iyi vatandaşlarımızın eserleri bu kadar az işimize yaradığına göre, devletin gelirini boşu boşuna sömüren o meçhul yazarlar, işsiz edebiyatçılar sürüsü hakkında ne düşünelim dersiniz? (….) Zaman kaybı büyük bir zarardır; ama bilim ve sanatlar çok daha büyük zararlar getirir. Örneğin: Lüks; o da işsizlikten ve insanın kendini beğenmesinden doğar. Lüksün bilim ve sanatlardan ayrıldığı pek az görülür; bilim ve sanatların lüksten ayrıldığı ise hiç görülmemiştir.”

“Bilimler ve sanatlar askerlik değerleri kadar ahlâk değerleri için de zararlıdır. Hayatımızın daha ilk yıllarından kafalarımıza yerleşen anlamsız bir eğitim, düşüncemizi kötü bir yola sokuyor. Her tarafta açılmış büyük kurumlarda, birçok masraflarla yetiştirilen gençlere, asıl ödevlerinden başka, öğretilmeyen şey yoktur. Çocuklarımız kendi dillerini bilmezler ama hiçbir yerde konuşulmayan başka diller öğrenirler; anlamlarını zor anladıkları mısralar düzerler; doğruyu yanlıştan ayırt etmesini bilmezler ama onları, aldatıcı düşünce oyunlarıyla kimsenin anlayamayacağı bir duruma sokmak sanatını edinirler; mertlik, hakseverlik, fedakârlık, insanlık, yiğitlik kelimelerinin ne olduğunu bilmezler, güzel yurt sözü kulaklarına hiç çalınmaz.”

“Bütün bu kötülükler, bilim ve sanat değerlerinin yükselmesi ve ahlâk değerlerinin alçalmasıyla insanlar arasına giren eşitsizlik belasından değil de neden doğmuştur? İşte bütün öğrenimlerimizin en açık etkisi ve en tehlikeli sonucu budur. Artık bir insanın namuslu olup olmadığına değil, bir sanata kabiliyeti olup olmadığına bakılıyor; bir kitabın yararlı olması değil, iyi yazılmış olması isteniyor. Parlak zekâ insanı bütün nimetlere kavuşturuyor; erdem ise hiçbir şeref getirmiyor.”

“Fizikçilerimiz, matematikçilerimiz, kimyacılarımız, astronomlarımız, şairlerimiz, müzikçilerimiz, ressamlarımız var; ama değerli yurttaşlarımız yok; yahut varsa bile onlar hor görülmekte, ıssız köylerimizde yoksul ve perişan sürünmektedir. İşte bize ekmek, çocuklarımıza süt veren insanların düştükleri durum ve bizden gördükleri saygı budur.”

Hayır! O, bilimi kötülemez erdemi savunur… Bu satırların sahibi Rousseau’nun bilimler ve sanatlar hakkında olumlu düşüncelerinin de olduğu düşünülebilir mi? Evet, çünkü o aynı söylevinde şunları da söylemektedir:

“Avrupa’nın en bilgili kurullarından biri önünde bilimleri kötülemeye, bir akademide bilgisizliği övmeye, gerçek bilginlere karşı saygı duyarken bilimi hor görmeye insan nasıl cesaret edebilir? Bu çelişkileri gördüm; ama cesaretim kırılmadı. Kendi kendime, benim yaptığım bilimi kötülemek değil, erdemli insanlar karşısında erdemi savunmaktır, dedim. İyi insanların dürüstlüğe verdikleri değer, bilginlerin bilime verdikleri değerden daha yüksektir.”

“Dış görünüşümüz, davranışlarımız, her zaman yüreğimizdeki eğilimlerin tam bir belirtisi olsaydı, gerçek felsefe, filozof adını taşıyanların hepsinde bulunsaydı, bizim aramızda yaşamak ne tatlı şey olurdu!”

“Akademilere girmek şerefini kazanmak isteyenler kendilerini düzeltmeye, lekesiz bir ahlâk ve yararlı eserlerle bu şerefe layık olmaya çalışacaklardır. Edebi değeri mükâfatlandırmak için açtıkları yarışmalarda yurttaşların yüreklerinde erdem sevgisini uyandıracak konuları seçmesini bilen akademiler bu sevginin kendilerinde yaşadığını gösterecek ve insanlara yalnız güzel bilgiler değil, yararlı öğütler de veren bilginleri bir arada görmek, milletler için bulunmaz ve doyulmaz bir zevk olacaktır.”

“Bacon’lara, Descartes’lara, Newton’lara, insanların bu ünlü rehberlerine kimse rehberlik etmemiştir. Hangi rehber onları dehalarının götürdüğü yere götürebilirdi? Küçük hocalar, onların düşüncesini kendi dar kafalarının çemberine sokup daraltmaktan başka bir şey yapamazlardı. Onlar çalışmayı ilk rastladıkları zorluklardan öğrenmişler ve aştıkları büyük mesafeleri bu zorlukları yene yene aşmışlardı. Bilim ve sanatlarla uğraşmalarına izin verilecek kimseler, kendilerinde büyük ustaların izlerinde yürümek ve onlardan ileri gitmek kudretini bulan sayılı insanlar olmalıdır. İnsan zekâsının anıtlarını dikmek yalnız bu birkaç kişinin hakkıdır.”

“Krallar gerçek bilginlere saraylarında şerefli mevkiler versinler; insanlara hikmeti öğretecek olan bu bilginler halkın mutluluğu için çalışmakla layık oldukları en güzel mükâfatı görmüş olsunlar; işte o zaman erdemin, bilimin ve iktidarın soylu bir yarışma hırsı ile gayrete gelerek insanları mutlu etmek amacıyla birleşip anlaşarak neler yapabileceklerini görürüz. Ama iktidar bir yanda, bilgi ve hikmet diğer yanda kaldıkça, bilginler büyük şeyleri pek az düşünecekler, krallar büyük işleri pek az başaracaklar ve halk yoksul, ahlâksız, mutsuz bir durumda yaşayıp gidecektir.”[6]

Ana temanın eşitsizlik olduğu Rousseau’nun ‘Bilimler ve Sanatlar Üstüne Söylev’i birçok yönden yorumlanabilir. Çünkü bu söylevinden düşünürün birçok soruna bakış tarzı anlaşılabilmektedir. Onun düşüncesinin temelinde yatan ana tema, insanlar arasındaki eşitsizliğin kaynakları sorunudur. Biz Rousseau’nun, eşitsizliklerin kaynağında özel mülkiyetin varlığını gördüğünü biliyoruz…

Özetle Rousseau, bilime karşı değildi. Onun anlatmak ve yapmak istediği şey, bilimlerin ve sanatların gelişmesinin dolaylı zararlı sonuçlarından halkı korumaktı. Ayrıca yoksul halkın gerçek bilimsel düşüncelere ulaşamaması da (bu onun için aynı zamanda bir ahlâki sorundu) onu rahatsız ediyordu. Rousseau’yu Aydınlanma’nın en büyük düşünürlerinden ve Fransız Devrimi’nin de en büyük hazırlayıcılarından biri yapan özelliği, insanlar arasındaki her türlü eşitsizliğin kaynaklarına etkileyici bir biçimde yönelmiş olmasıydı.


Dünyada bütün özgürlüklerin kaynağı olarak bilinen Büyük Fransız Devrimini tetikleyen düşünürler arasında yer alan Rousseau’nun öğretisi ve bunu temellendirme denemesi Sokrat’a benzer.[7]

Açlık, yoksulluk, sefillik yaşamı boyunca yakasını bırakmadı. Belki de rahat bir yaşam bulmak kaygısıyla çareyi İsviçre’den Fransa’ya kaçmakta buldu. Orada Katolikliğe dönmesi, küçük yaşta tecavüze uğraması, tam bir serseri gibi, işsiz, güçsüz, aşsız, yuvasız dolaşması ve Dijon Akademisi’nin yarışmayı kazanıp şöhrete ulaşması yaşamının başlıca kesitleri…

Dijon Akademisi’nin sorusuna, “İnsan bir toprağı başka bir toprağın ürününü beslemeye, bir ağacı başka bir ağacın meyvesini taşımaya zorlar… Hiçbir şeyi hatta insanı bile doğanın yaptığı gibi istemez. Onu bir beygir gibi kendisi için yetiştirmeli, bahçesindeki ağaç gibi kendine göre ona biçim vermelidir,” yanıtını veren Rousseau’nun ilk kapsamlı yapıtı ‘Emil’, o dönemin Fransa’sında bir bomba etkisi yaptı.

Rousseau’nun doğaya dönüşünde, ‘Emil’in felsefesinde “iyi vahşi” (le bon sauvage) imgesi önemli bir yer tutar. Avrupa’nın çok uzağına giden seyyahlar, oralarda çok mutlu insanların yaşadıklarına inanır ve dönüşlerinde bunları abartarak yazıya dökerlerdi. İyi vahşiler, çocuklarını kendileri emzirir ve kimseye emanet etmezlerdi. İyi vahşi denilince; iyi, temiz, sağlıklı, mutlu, aralarında sen/ ben kavgası olmayan özgür insanlar anlaşılırdı…

Rousseau, iyi vahşi imgesinden geniş ölçüde etkilendi. ‘Emil’i doğal koşullar içinde yetiştirmesi bununla açıklanabilir. Emil’de gerçek düşüncelerini Savoa’lı rahip aracılığıyla dile getirdi. Ama ne Protestanları ne de Katolikleri memnun edemedi. ‘Emil’, papazların hışmına uğradı.

Rousseau, Paris başpiskoposuna yazdığı mektupta “İncil’in akidesine uygun bir Hıristiyan” olduğunu yazıyordu. O, insanlardan kaçıyor, doğaya sığınıyor, mutluluğu Paris salonlarından çok kırlarda, bayırlarda arıyordu. Thomas Carlyle’a göre, “Bu zehirlenmiş insan baştan aşağı şüphe içindeydi”. Ama Carlyle, pek çok eksikleriyle birlikte onda bir kahraman ateşini buluyordu. Çünkü Rousseau XVIII. yüzyılın büyük aydınlarından biriydi.

Halk egemenliği kavramını, güçlü olarak savunan odur. Fakat cumhuriyetin ancak Cenevre gibi küçük bir ülkede yaşayabileceğine inanıyordu. Hükümdarlığa en güçlü darbeyi o vurdu. Çünkü yasalara inanıyordu. İhtilalin ünlü bildirgesinde yer alan genel irade (volonté générale) kavramını demokrasiye armağan eden Rousseau’dur.

Özetle “Genel irade için Rousseau ‘herkesin’ iradesi anlamını öngörmektedir.”[8]


Rousseau, birçok haksız eleştirinin de muhatabıdır; örneğin Celâl Şengör’ün, “Aydınlanmanın kararması”[9] nitelemesi ya da “Erdemsiz bir bilim ve akıl düşmanı”[10] değerlendirmesi gibi…

Yine Şengör’e göre, “Rousseau XVIII. yüzyıl Fransa’sındaki anlamda filozof olmasına karşın şimdi filozof adı verilebilecek bir kişi değildir…

Onun bir düşünür olarak meziyetleri hakkında görüşümüz ne olursa olsun, bir toplumsal güç olarak çok büyük önemini tanımak zorundayız. Bu önem daha çok, yüreğe ve onun günündeki adıyla ‘duyarlığa’ seslenmesinden kaynaklanıyordu. Romantik devinimin babasıdır, insansal heyecanlardan insansal olmayan olguları çıkaran düşünce sistemlerinin başlatıcısıdır ve geleneksel mutlak monarşilere karşıt olarak sahte demokratik diktatörlüklerin siyasal felsefesinin bulucusudur.

Onun zamanından beri kendilerini reformcu sayanlar, onu izleyenler ve Locke’u izleyenler olmak üzere iki gruba ayrılmıştır. Bunlar bazen işbirliği yapmışlar ve çok kişi arada bir uyuşmazlık görmemişti. Fakat giderek uyuşmazlık artan ölçüde belli oldu. ‘Zamanımızda Hitler Rousseau’nun, Roosevelt ve Churchill ise Locke’un ürünüdür…’[11]

Rousseau’nun hiçbir tavsiyesi orijinal değildir. Herkes eşitliği, mutluluğu, özgürlüğü, rahatlığı arzular. Onun ayrıcalığı, bunları yazıya dökerek hissi hezeyanlarla bir araya getirip okuyucularını coşturmuş olmasıdır…

İnsanlığın ihtiyacı Rousseau gibi zırva hayâl dünyalarında yaşayan erdem düşkünü coşturucular değil, problemleri bilimsel bir soğukkanlılıkla ele alıp, neyin mümkün olup neyin olamayacağını iyi hesap edebilen erdemli düşünürler ve onlardan ders alan yöneticilerdir.”[12]

Şengör’ün hezeyanlarına ilişkin anımsatılması gereken ilk şey, Upton Sinclair’in ‘Altın Zincir’[13] başlıklı yapıtındaki ‘Jean-Jacques Rousseau’ başlığını taşıyan 34. bölümdür.

Sinclair’in Onun eserlerini özetleyip değerlendirdiği bölümde, yaşantısının “avuntusuz günlerinde” yazdığı yaşam öyküsü üzerinde durup, “Kendi kalbiyle ilgilenen bir adam yaşadıkça (İtiraflar’ın) okuyucusuz kalmayacağını” söylerken; her Rousseau eleştirmenine baştan şu soru yönetilmelidir:

“Ona niçin saldırıyorsun? Bunu onun hatalarını düzelterek hürriyet, eşitlik, kardeşlik amacına giden yolu açmak için mi yapıyorsun? Yoksa Rousseau tarafından bendi yıkılan yeni fikir çağlayanlarından korkan insanlardan mısın? Onun babası bulunduğu bireysel davranışı itibardan düşürmek mi istiyorsun, yoksa bizi çocukların ana babasına, uşakların efendisine, zevcelerin kocasına, tebanın hükümdar ve papalarına uydukları ve üniversitelerdeki öğrencilerin, kayıtsız şartsız, profesörlerinin sözlerine inandıkları şu güzel eski zamanlara döndürmek mi istiyorsun?”

Bu soru(n)ları Şengör de yanıtlayamaz!

Kim ne derse desin; Rousseau’nun Fransız ihtilalini etkileyen ‘İnsan Eşitsizliğinin Kaynağı” ve ‘Toplum Sözleşmesi’ çalışmaları özünde bir manifesto niteliğini taşımaktadır…

Büyük, devletlû kraliçe hazretlerinin, “Halk ekmek bulamıyor,” uyarısına, “Pasta yesinler!” cevabını verdiği bir akıl, izan, vicdan tutulması karşısında halkın sefaleti bu noktaya gelmişken; mesela Voltaire o günlere erişebilseydi, Bastil’i basan aç sefil halka nasihat mı çekecekti, yoksa pasta yiyin diyene sizi bende kurtaramam, aklınızı başınıza toplayın, halk lehine acele tedbirler alın mı derdi?

Rousseau’yu böyle düşünmekte ve değerlendirmekte büyük yarar vardır.


Kaldı ki, günümüzdekine benzer biçimde bazı haksız saldırılarla karşılaşmış, söylemediği sözleri söylemiş gibi gösterilerek eleştirilmişti. Bu haksız eleştiriler karşısında Rousseau, 1753 yılında kaleme aldığı ‘Narcisse’ (Kendine Aşık) başlıklı komedi yapıtına bir önsöz yazarak kendini şöyle savunmuştu:

“Eğer değer vermediğim yazıları hazırlamaktan nedensiz olarak suçlanıyorsam, zorunluluk olmasa da kendimi bu konuda savunacağım. Zira bu doğru olsaydı bile, ortada bu konuda tutarsızlık içeren bir şey olmayacaktı. Benim de ispatlayacağım şey işte budur.

Bunun için ben, alışık olduğum bir yolu izleyeceğim; gerçeğe uygun olan basit ve kolay metodu. Sorunu yeniden ortaya koyacağım, duygularımı yeniden açıklayacağım ve bu açıklamalarım üzerine, söylevlerimi yalanlayan davranışlarımın bana gösterilmesini bekleyeceğim. Karşıtlarım kendi açılarından cevap vermekten geri kalmayacaklar. Onlar ki her türlü konu hakkında lehte ve aleyhte tartışma yapmak konusunda en mükemmel ustalardır. Onlar fantezilerine uygun bir başka sorun yaratarak kendi tarzlarına göre başlayacaklardır. Kendilerine uygun düşecek şekilde o sorunu sergilemiş olacaklar. Bana daha rahatça ve kolayca saldırabilmek için, benim istemediğim, fakat kendilerinin istediği bir biçimde konuyu ele almaya çalışacaklar. Okuyucunun dikkatini temel konudan ustaca saptıracaklar. Bir hayaletle savaşacaklar ve benim yenik düştüğümü ileri sürecekler. Fakat ben de kendi üzerime düşeni yapacağım. Bunu yapmak zorundayım ve yapmaya başlıyorum;

‘Bilimde iyi hiçbir şey yoktur. O asla kötülükten başka bir şey yapmaz, zira o tabiatı bakımından kötüdür. Bilim kötülükten ayrılamaz, tıpkı bilgisizliğin erdemden ayrılamadığı gibi. Öğrenim görmüş tüm insanlar daima yozlaşmış, saflığını yitirmiştir. Tüm bilgisiz insanlar ise erdemlidir. Tek kelimeyle, bilim adamları arasında kötülükten başka bir şey yoktur. Hiçbir şey yapmayan insanda da erdemden başka bir şey yoktur.

Bu nedenle bizim yeniden erdemli insanlar olabilmemizin tek bir yolu vardır. Bir an önce bilimden ve bilim adamlarından uzaklaşmak, kütüphanelerimizi yakmak, akademilerimizi de kolejlerimizi de, üniversitelerimizi de kapatmak ve ilk çağların tüm barbarlığına yeniden batmak.’

İşte karşıtlarımın çok iyi bir şekilde yanlışlığını ortaya koydukları şeyler bunlardır. Fakat ben asla ne böyle şeyler söyledim ne de bu yönde tek bir kelime düşündüm. Benim sistemime, bana atfetmek inceliğini gösterdikleri bu saçma doktrinden daha zıt bir şey düşünülemez. Fakat benim söylediğim ve karşı çıkılmayan şey ise şudur:

Söz konusu olan şey, bilimlerin ve sanatların, ahlâkımızı geliştirmemize katkıda bulunacak şekilde ne ölçüde iyileştirilebileceğini bilmektir. (Il s’agissait de savoir si le rétablissement des sciences et des arts à contribué à epurer nos moeurs.)

Benim yaptığım gibi ahlâkımızın hiç gelişmemiş olduğunu gösterirken sorun hemen hemen çözülmüş durumdaydı. Fakat sorun, bir başka daha genel ve önemli bir sorunu, bilimler kültürünün insanların ahlâkı üzerinde her zaman etkide bulunduğu sorununu dolaylı olarak içeriyordu. Bu, birincisinin bir sonucundan başka bir şey değildir ve ben bu sorunu özenle incelemek istiyorum.

Önce olgularla başlayacağım ve göstereceğim ki, dünyanın tüm insanlarında, öğrenim ve edebiyat zevkinin yayılması ölçüsünde ahlâki değerler de yozlaşmıştır. Ancak bunu söylemek yeterli değildi. Zira daima birlikte gitmiş olan bu şeylerin birlikteliği inkâr edilemese de, birinin diğerine neden olduğu söylenemez. Bu nedenle ben bu zorunlu bağı özenle göstermeye çalışacağım. Ben gösterdim ki, bu noktadaki hatalarımızın kaynağı, temelsiz ve yanıltıcı bilgilerimizle, tüm olgulardaki gerçeği bir bakışta gören en yüksek zekâyı birbirine karıştırmaktan ileri gelmektedir. Bilim, soyut olarak ele alındığında tüm hayranlığımızı hak etmektedir. Fakat insanların saçma bilimi, aşağılanmaktan ve alay edilmekten başka bir şeye layık değildir.’ (La science, prise d’une maniére abstraite mérite toutes notre admiration. La folle science des hommes n’est digne de risée et de mépris.)”[14]


Tamamlıyorum diyeceklerimi…

“Ortalıkta hiç bir gıda kalmadığında halk zenginleri yiyecek,”[15] derdi O…

Ve eklerdi: “Aynı zamanda güçlü olan gerçek suçlu, zayıf olan suçsuzu öne sürerek temize çıkarır kendini daima.”

Bugünü; bugünün “kapitalist uygarlığı”nı ne kadar da iyi anlatıyor değil mi?

“İyi de…” mi?

“Xebata zor, divê ku ji ne çêkirina karên ne di wextê xwe de berhev bûna ji xebatên hêsan ve pêk tên/ Zor iş, zamanında yapmamız gereken fakat yapmadığımız kolay işlerin birikmesiyle meydana gelir,” diyen de o idi…

 


N O T L A R

[1] Sebastian Castellio, (1551.)
[2] Jean-Jacques Rousseau, İtiraflar, çev: Serkan Özburun, Kaknüs Yay., 2008.
[3] Uğur Hüküm, “Gerçeğin ve Doğanın Adamı”, Cumhuriyet, 28 Haziran 2012, s.14.
[4] Jean Jacques Rousseau, İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı, çev: Rasih Nuri İleri, Say Yay., 2002.
[5] Niall Ferguson, Uygarlık, Batı ve Ötekiler, çev: Nurettin Elhüseyni, Yapı Kredi Yay., 2012.
[6] Jean-Jacques Rousseau, Bilimler ve Sanatlar Üstüne Söylev, Çev: Sabahattin Eyüboğlu, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., 2007, s.11-17-18-20-21-26-27-28-29-5-9-29-32-33.
[7] C. Şengör, “J. J. Rousseau Tartışmalarının Ülkemizdeki Temeli”, Cumhuriyet Bilim Teknoloji, No:1334, 12 Ekim 2012, s.18.
[8] Ali Akay, “Genel İrade mi Yoksa Milli İrade mi?”, Radikal, 11 Ocak 2014, s.15.
[9] Celâl Şengör, “Rousseau ve Aydınlanmanın Kararması”, Cumhuriyet Bilim Teknoloji, No:1329, 7 Eylül 2012, s.18-19.
[10] Celâl Şengör, “Jean-Jacques Rousseau: Erdemsiz Bir Bilim ve Akıl Düşmanı”, Cumhuriyet Bilim Teknoloji, No:1327, 24 Ağustos 2012, s.18.
[11] B. Russell: History of Western Philosophy. Routledge, London 1993, s.660.
[12] Celâl Şengör, “Rousseau’nun Zırvalıklarına Akılcı Bir Kılıf Arama Arzusunun Kökeni”, Cumhuriyet Bilim Teknik, No:1343, 14 Aralık 2012, s.18.
[13] Upton Sinclair, Altın Zincir, Çev: Emin Türk Eliçin, May Yay., 1966.
[14] Aktaran: Osman Bahadır, “J-J. Rousseau Kendini Savunuyor”, Cumhuriyet Bilim Teknoloji, No:1331, 21 Eylül 2012, s.14.
[15] L. A. Thiers’in 1895 Fransız Devriminin Tarihi kitabına göre de J. J. Rousseau’ya ithaf edilen söz.