Ev – I

“Başımızı soktuğumuz bütün evlerin anılarından, oturmayı düşlediğimiz bütün evlerin ötesinde, içtenlikli ve somut bir öz çıkarabilir miyiz? Öyle ki, bu öz, içimizde sakladığımız bütün içtenlik imgelerimizin benzersiz değerini doğrulasın? İşte temel sorun bu.”
Bachelard 1957: 31

Basitmiş gibi görünen bir soruyla başlamak istiyorum: Neden konutsuzluk değil de evsizlik diyoruz? Benzeri bir biçimde, Anglosakson dünyada neden houselessness değil de homelessness, neden Frankofon dünyada sans-abrisme ve Almanca’da die obdachlosigkeit terimleri bahsi geçen olguyu ifade etmek için kullanılıyor?

Sözcüklerin kökenine bakmak, o sözcüklerin içinde yeşerdiği tarihsel-kültürel bağlama olduğu kadar, kolektif bilince, hatta sözcükler aynı zamanda semboller olduğuna göre, kolektif bilinçdışına dair de aydınlatıcıdır.

İngilizce etimoloji kaynakları house’u, proto-Germenik kökenle ilintilendirmekle beraber, kaynağını tam olarak bilemiyorlar, ama saklanmak fiilinden (hide) türemiş olabileceğini söylüyorlar. (Online Etymology 2001-5) Buna mukabil home, ilk etapta aklımıza gelebilecek olan house değil, yine proto-Germenik heimaz kökenli (ev, köy ve giderek vatan, dünya anlamlarına geliyor heimaz. bkz. haymatlos).

Türk Dil Devrimi’nin getirdiği kopuşla alâkalı olduğu ve devrimin yeni üretilen sözcükleri arasında bulunduğu açık olsa da[1] konut sözcüğünün Türkiye coğrafyasında ilk olarak ne zaman ve nerede kullanıldığı bilgisine ulaşamadım. Yaygın kullanıma girmeden önce yerini tutan kelime, Arapça kökenli mesken: İskân’dan, yani “koyma, oturtma, yerleştirme”den geliyor ve sükûn’la eş-kökenli. Bu coğrafyadaki hükümet etme ve nüfusu düzenleme pratiklerine dair çok şey anlatıyor olsa gerek…

Hiç tereddüt etmeksizin ve mekanik olarak “konutuma gidiyorum” değil de “eve, evime gidiyorum” dememizin ardında yatan ve kuşaklararası bilgi aktarımlarından da beslenen bireysel anlam haritamız, “konut”un modernleşmenin sancılarına, anonimliğe, yeknesaklığa, teknokrasiye, seri üretime ve adı üzerinde konar-göçerliğe, geçiciliğe referanslarını çoktan koordinatlarına yerleştirmiştir.

“Ev”, şahsileşip tekilleşmiş aidiyet ve biriciklik vurgusuyla, yerleşikleşip kök salmayı, varoluşsal gerçekleştirimi ve güvenliği işaret eden yükleriyle, içine oturduğu ve yeniden ürettiği psikolojik, bilişsel ve duygusal anlamlardan daha azı değildir. “[Y]aşam alanımız… dünya köşemiz… ilk evrenimizdir” o (Bachelard 1957: 32).

Ama aynı zamanda o, tamamen toplumsal ve bu yanıyla tarihseldir: Sadece zaman içinde ve toplumdan topluma değişmesi anlamında değil, ama toplumun ve çağın kültürünü sembolize etmesi, bu anlamda tarih-yüklü olması dolayısıyla da.

Ev; yurttur, vatandır aynı zamanda ve vatan, evin yeri (homeland), milletin evi’dir. Arapça vatan, aynı zamanda kişinin ikametgâhı anlamına da gelir.

Bunca anlam yükü ve kişisel ve toplumsal varoluşa derinden nüfuz etmişliği, iktidarlar için vazgeçilmez kılar evi: Sadece toplumsal organizasyondaki en yaygın ve en alt-ölçekli maddî mekânsal birim olup toplumun mayası aileyle de özdeşleştiği için değil, aynı zamanda metaforik kabiliyetleri dolayısıyla… Farklı toplum tasarımları ve ideolojilerin konut üretimi ve tasarımını bir politika ve devlet müdahalesi alanı olarak benimsemesi, sadece sosyal ya da ekonomik sebeplerden kaynaklanmaz. Makbul toplum ideali, makbul ev idealiyle ifade edilir.

Bu nedenle; “‘ev’ tüm mimarlık söylemlerinin ve akımlarının temsil edilmesinde kullanılan en önemli araç olmuştur. … Mimarlık tarihi boyunca dönemleri birbirinden ayrıştıran, yeni tartışmalar filizlendiren bir mimari nesne, bir nevi işaret imidir ‘ev’.” (Yıldız 2007)

“[S]ahip olduğumuz mekânların, rakip güçlere karşı savunduğumuz mekânların, sevdiğimiz mekânların insanî değerini” anlamayı amaçlayan Bachelard’ın Poetika’sından bir alıntıyla açılmıştı bu metin. Yine ondan bir alıntıyla ve takiben bir soruyla kapansın:

“[E]vin en çok değer verilen iyi yanı nedir, diye sorulmuş olsaydı, şöyle cevaplardık: Ev, düşü barındırır, düş kuranı korur; ev dinginlik içinde düş kurmamızı sağlar. … [D]üşün yaşandığı yerler imgelemimizde yeni kurduğumuz bir düşün içinde kendiliğinden yeniden kurulur. … Ev, insan yaşamında, kazanılmış şeylerin korunmasını sağlar, bunları sürekli kılar. … Ev, insanı gökten inen fırtınalara karşı olduğu gibi, yaşamında yaşadığı fırtınalara karşı da ayakta tutar.” (a.e. 34-5)

Kişinin gökten inen ve yeryüzünde kopan fırtınalara karşı asgarî sığınak ve korunaktan yoksunluğu nasıl bir haldir şu durumda? Düşlerine bir barınak bulamayanların dışarı’ya fırlatılmasına sebep olan şiddet nereden kaynaklanır? Şiddeti olağanlaştıran açık ya da örtük düşmanlık hangi iklimde yeşerir, kök salar, büyür ve sistematik hale gelir?

Sosyal Darwinizmin vaz ettiği rekabetçi ve seçilimci inanış bize evsizlerin, kazanamadıkları, kazandıklarını koruyamadıkları, yaşamsal istikrar sağlayamadıkları için süreklilikten yoksun hayatlara mahkûm olduklarını söyler bıkıp usanmadan. Düş kuramayan, düşlerine tutunamayanlardır onlar.

Ev II için tıklayın >


Bachelard ([1957] 1996) Mekânın Poetikası, çev. Alp Tümertekin, İthaki Yayınları.

Yıldız, Şevin (2007, Ocak-Şubat) Ev’e Doğru Müzakere, Mimarlık, S.333.

[1] “Atatürk’ ün getirdiği ulusal dil düzeni; yabancı sözcükler yerine Türkçelerini kullanma bilinci kazandırmanın yanında, eklerimizden bol bol yararlanarak yeni sözcükler türetme bilincini de benliğimize yerleştirmiş. Madem dilimizde ‘kölemen’, ‘şişman’ vardı, neden ‘öğretmen’, ‘uzman’ olmasındı? … Ya da ‘ağıt’, ‘geçit’ varken, neden ‘konut’, ‘yakıt’ olmasındı?” (Türk Hukuk Sitesi 2007)