Evleri yüksek kurdular
Önlerine uzun balkon
Sular aşağıda kaldı
Aşağıda kaldı ağaçlar.
Evleri yüksek kurdular
On bin basamak merdiven
Bakışlar uzakta kaldı
Uzakta kaldı dostluklar.
Evleri yüksek kurdular
Cama, betona boğdular
Usumuzdaydı unuttuk
Topraktan uzakta kaldı
Toprağa bağlı kalanlar.
Gülten Akın
Tekrarlayan rüyalarımdandır bu. Tekrarlayan her rüya gibi çözülmemiş bir soruna, halleşilmemiş, halledilmemiş bir meseleye işaret eder. Rüya bu. Bazı sorunların asla çözülemeyeceğinden, bazı meselelerin de asla halledilemeyeceğinden habersiz.
Evde, evimde ya da ana-baba evindeyim bu rüyada her daim. Bir rahatlık, sevinç ve umut duygusuyla açılıyor perde, kapıdan girmemle beraber. Kısa bir süre içinde kursağıma tıkılıp kalacak iyicil duygular. Ya gidip daha önce keşfedilmemiş bir köşecik, bir oyuk, bir arka oda buluyorum: sıvası dökülmüş ya da hiç sıva çekilmemiş, şekilsiz bir mağara gibi içeri doğru uzanan veyahut yanıp kömüre dönmüş odun kalıntılarının yığıldığı… Ya da evin içinde dolandıkça olmamışlıkları, dökülenleri, yerinden çıkanları fark ediyorum. Daha fenası eve misafirler doluştuğunda oluyor bazen bunlar. Oturabilecekleri koltuklar evvelsi gün elden çıkarılmış, onlara dinletebileceğim şarkıları bilgisayardan bulamıyorum ve masanın üzeri kirli. Neye elimi uzatsam hüsran, neyi tutsam amansız bir telaş. Bazen evin içinde hummalı bir faaliyet: duvarlara tablolar asılıyor, perdeler takılıyor, yerlere yataklar seriliyor. Her şey eğreti, hepsi oynak ve geçici. Derme çatma.
Yıllar önce bu rüyayı anlattığım bir kadın, “biraz irdeleyici bir kişiliğin var sanırım?” demişti. “Evet” anlamında başımı sallamıştım. “Senin saray olmuş artık, azcık başkalarının kulübelerine baksan!” demişti.
Daha da saraylar yıktım ben ve evim diye kulübelere girdim sonra da. Başkalarının kulübelerine misafirliğe gitmedim hiç.
Bir ev kurmaya çalışırız çocukluğumuzdan beri. Masa altlarına büzüşerek, somya yastıklarını yan yana ve üst üste dizerek, sandalyeleri ters çevirip birbirine yaslayarak. Altına girelim, öylece duralım. Dışarıdaki evren fersah fersah dışarıda kalsın. İçimize dalalım. Sıkışıp kalalım. Altında kalalım.
Bedenimiz hatırlar. Akıl unutmak ister. Sıvalar dökülür.
Bize anlatılan masallardaki evler vardır sonra. Yedi cücelerin her şeyin mini minnacık olduğu evleri, Hansel ve Gretel’in tesadüf ettikleri duvarları ekmekten, çatısı pastadan ve pencereleri şekerden ev, külkedisi Sindirella’nın sabah akşam fırçayla yerlerini ovduğu ev. Çocuk hayallerimizin evleri vardır. Çok odalı, bacasından duman tüten, bahçesinde bir ağaç olan. Ve yetişkin hayallerimizin evleri. Bir deniz ya da göl kenarında, verandasında salıncak koltuk, önündeki sehpanın üzerinde mutlaka birkaç kitap ve bahçesinde bir kedi halkı olan. Evde hayal kurar, evi hayal ederiz.
Evlerden geçeriz sonra. Geçip gittiğimiz evlere hayatlarımızda biriktirdiklerimizi yığar, böylece gelip geçiciliğimize ve hayatın ne de kırılgan bir kelebek olduğu gerçeğine meydan okuyabileceğimizi sanarız. Okuruz da. Kutuları doldurur, kutuları açar, çekmeceleri yerleştirir, yeniden düzenler, dolaplara habire bir şeyler tıkıştırırız. Hayatımızı ve benliğimizi evlerimize yığarız. Bir müddet. Bir müddet meydan okuruz. Deniz kabukları, kozalaklar ve çakıltaşları, palamutlar ve kuru yapraklar taşırız. Müddet dolar, sağanak başlar, sel basar. Evlerimizin anısı uzar, yankılanır, hayatlarımıza yığılır. Beden o sehpaya uzanıp temas etmenin dokusunu, zihin pencerenin önünde rüzgârda salınan ağaçların şarkısını muhakkak hatırlar. Suların altında kalan her evde benliğimizden parçalar, kahkahalar, gözyaşları, kavgalar ve bolca toz bırakırız. Küller küllere, tozlar tozlara.
Bir evden ayrılmak, bir evi yıkmak, bir evden taşınmak anadilin dışına düşmek gibidir. Gramer bozulur, sözcükler unutulur, ağız kurur. Dil de zaten evlerimizden biri değil midir? Onu oldururken içinde kendimizi oldurduğumuz, içine yerleştiğimiz ve kendimizi doldurduğumuz… Mahremiyete ve içi dışa akıtmaya dairdir her ikisi de. Bağlanmaya ve bağlı kalmaya dairdir. O yüzdendir ki hem evden hem dilden kovulduğumuzda, çifte sürgün oluruz. Adını anımsayamadığım o filmdeki, uzay aracıyla arasındaki bağ kopup uzayın derinliklerinde herhangi bir referans noktası olmaksızın salınmaya başlayan o astronot gibi, koordinatsız ve kapanamayacak bir mesafede uzak. Karanlık gibi uzak.
- Hayvan Kuramı – Eleştirel Bir Giriş - 7 Nisan 2019
- Savaş Zamanı Gözden Çıkarılabilecek Aile Mensupları… - 26 Ocak 2019
- Şehir Bahçelerinin Biyo-Çeşitlilik İçin Önemi ve Jennifer Owen - 25 Eylül 2018