Estetik Zevkin Sokağa İndiği Yer: Popüler Kültürün Sessiz Devrimi

Modern kapitalist toplumlarda estetik, uzun bir süre boyunca iktidar yapılarının rafine bir ifadesi olarak kodlandı. “Yüksek sanat” ve “popüler kültür” arasında kurulan ayrım, yalnızca sanatsal türleri değil, aynı zamanda bu türlerle ilişki kuran insanları da kategorize eden ideolojik bir düzeneğin parçasıydı. Bu düzenek, estetik yargıları evrensel ya da nötr göstermekle birlikte, aslında sınıfsal bir ayrıcalığın sürdürülmesine hizmet etti. Oysa bugün, bu hiyerarşik model kırılmakta; estetik deneyim, sermaye birikiminden bağımsız olarak sokağa, gündelik hayata, kitlelerin duygusal dünyasına yerleşmektedir.

Günümüz dünyasında estetik, yalnızca galeri duvarlarında, konser salonlarında ya da akademik yayınlarda değil; sosyal medya içeriklerinde, mahalli müziklerde, dizilerin dramatik sahnelerinde ve hatta TikTok’ta viral olan dans figürlerinde de yaşam bulmaktadır. Bu dönüşüm, yalnızca biçimsel bir farklılaşma değil; estetiğin sınıfsal karakterine dair radikal bir sorgulamayı da beraberinde getirir. Popüler kültürün estetik potansiyelini küçümsemek, yalnızca bir sanat anlayışını değil, aynı zamanda halkın duygusal, kültürel ve tarihsel birikimini de değersizleştirmek anlamına gelir.

Geleneksel estetik teoriler, Kantçı otonomi ve evrensellik nosyonuna yaslanarak estetik yargının bireyden bağımsız, aşkın bir değeri temsil ettiğini ileri sürer. Ancak bu anlayış, kültürel sermayeyi merkezileştirir ve estetik beğeniyi bir tür sınıf koduna dönüştürür. “Zevk sahibi” olmak, çoğu zaman, egemen sınıfların kültürel üretim biçimlerine yakın durmakla özdeşleştirilir. Bu bağlamda estetik, bir beğeni meselesi olmaktan ziyade, ideolojik bir tahakküm aracına dönüşür.

Buna karşılık, popüler kültür ürünleri, toplumun geniş kesimleri için yalnızca eğlence değil; aynı zamanda estetik bir katılım alanıdır. Rap müzikteki öfke, yalnızca bireysel bir ifade değil; toplumsal dışlanmışlığın, sınıfsal bastırılmışlığın estetik biçimde dile gelişidir. Aynı şekilde, düşük bütçeli bir televizyon dizisi, izleyiciye yalnızca bir anlatı sunmaz; onun gündelik deneyimini, duygusal dünyasını, yalnızlıkla veya adaletsizlikle kurduğu ilişkiyi de estetize eder. Estetik burada yalnızca bir nesnenin taşıdığı nitelik değil, kolektif bir deneyim biçimidir.

Bu durum, estetiğin kamusal niteliğini yeniden düşünmeyi gerektirir. Estetik deneyim, artık seçkinlerin soyut beğeni rejimlerine indirgenemez; o, halkın yaşadığı hayatın, dile getiremediği arzuların, bastırılmış öfkesinin ve kurduğu hayallerin dokusunda şekillenir. Bugün Instagram’daki bir video, YouTube’daki bir yorum, bir TikTok trendi ya da arabada çalan bir arabesk parça, estetik deneyimin meşru bir parçasıdır. Ve bu meşruiyet, yalnızca bir kültürel değişimin değil, aynı zamanda bir siyasal eşitlenmenin de habercisidir.

Bu noktada, estetik yargının demokratikleşmesi yalnızca kültürel çeşitliliğin tanınması değil; aynı zamanda sınıfsal eşitsizliklerin yeniden üretildiği kültürel rejimlere karşı bir müdahaledir. Popüler kültürün estetikle ilişkisini ciddiye almak, halkın özne olarak duygu, arzu ve hafızayla kurduğu ilişkiyi de ciddiye almak demektir. Bu, sanatın değil, sanat anlayışının radikalleşmesi; duyusal olanın kamusallaşmasıdır.

Bugün estetik, yalnızca müze kataloglarında değil; kahvede yankılanan türküde, dizilerin dramatik son sahnesinde, komik bir videoda paylaşılan kolektif tebessümde yaşamaktadır. Bu dönüşüm, estetik deneyimi sınıfsal bir ayrıcalık olmaktan çıkarıp, halkın gündelik hayatına içkin bir ifade biçimine dönüştürmektedir. Estetik artık seçkinlerin tekelinde değil; sokakta, meydanda, sesli notlarda ve yorum kutularında hayat bulmaktadır. Ve belki de tam da bu yüzden, bugün ilk kez bu kadar özgür, bu kadar sahici, bu kadar devrimcidir.