İnsanlık kimi zaman doğaya hâkim olma ve yaşam mücadelesi için, kimi zaman ise Aristoteles’in söylediği gibi meraktan doğan ve çıkar gözetmeyen bir bilme eğilimden dolayı, insanın ilk ortaya çıkışından itibaren her zaman ve her yerde bilgi ile ilgili az ya da çok bir ilişki içinde bulunduğu muhakkaktır. Bu nedenle, biz insanlar sahip olduğumuz bilginin ne kadar eskiye gittiğini düşünecek olursak, yaradılışları bizim gibi olan insan türünün ve meraklarının doğuşuna kadar uzanmamız gerekecektir.
Tarihsel Perspektif
Bilginin sistemli bir düşünce faaliyeti olan felsefenin doğuşuna göz atarsak, M.Ö VII. Yüzyıl Yunan dünyasının odak noktasında özne değil, bilginin konusu olan nesne yer almaktaydı. Diğer deyişle insanlara yönelik değil, doğaya yönelik felsefi faaliyetler oluşmaktaydı. Bir bebeğin anne karnında nasıl oluştuğundan tutun, bir tohumdan nasıl kocaman bir ağaç yetiştiğine kadar her şeyi merak ediyorlardı. Bu bakımdan onlara “Doğa Filozofları” denmekteydi.
Milet okulu, felsefe tarihinde hem felsefenin başlangıcını oluşturur, hem de doğa felsefesi olarak felsefi eğilimin öncüsüdür. Bu okulun kurucusu ve öncü filozofu Thales mitolojiyle karışık bir şekilde, her şeyin temelinde bulunan ilk nedeni, başı ve kaynağı (arkhe) olan şeyi bulmaya yönelir ve buna karşılık ilk neden olarak suyu gösterir. Milet okulunun önde gelen başka bir filozofu Anaksimandros’a göre ise arkhe sonsuz ve sınırsız (aperion) olmalıdır. Onun öğrencisi Anaksimenes, anamaddenin hem birlikli bir şey hem sonsuz bir şey olması gerektiğini belirtir, arkhenin hava olduğunu belirtir. Böylece ilgilerini bilgi değil varlık üzerine yöneltmişlerdir.
İlk döneme ait filozofların bilginin imkânını, kaynağını, sınırlarını, ölçütlerini incelemeleri, ilk kuşkuları başlatmış olmalarının yanında bilgi konusunun derinlemesine incelemesini ve bir daha düşmemek üzere felsefenin gündemine oturması ise Sofistlerin zamanında başlamıştır. Platon, Sokrates ve Aristoteles gibi filozoflarla hayat bulan bilgi felsefesi o günden bu yana varlığını sürdürmektedir.
Epistemoloji nedir?
Bilgi nedir? Yaşadığımız gezegene dair beynimizde yer eden sinirsel iletilerden elde ettiğimiz verileri “bilgi” olarak ele alalım. Duyu organlarımızla birçok bilgi elde ettiğimiz aşikâr. Peki, aynı odadaki iki insandan biri terlerken diğerinin üşüdüğünü varsayarsak, basit bir örnekle duyu organlarımızın yanıltıcılığı ve öznelliği konusunda ortak bir paydaya varabiliriz. Günlük hayatta da gördüklerimiz, tattıklarımız ve dokunduklarımız konusunda çok sık hata yaparız. Bu kadar hatalı algılara güvenmek pek doğru olmaz sanırım. Peki ya aklımıza güvenebilir miyiz? Her gün farkına vardıklarımızın dışında da sayılamayacak kadar çok hata yapan beynimiz -duyularımızı işleme konusundaki hataları da göz önüne alırsak- bize gerçekleri aktarma konusunda ne kadar başarılı olabilir? Varsayalım ki hata yapmayan bir beyne sahibiz; bu beynin doğruluğunu denetleyen yine kendi beynimiz olduğu için, beynimizdeki gerçeklerle hiç alakası olmadığını anlayacak bir doğrulamaya sahip olmadığımızdan dolayı, yine aklımıza olan güvenimizi sorgulamamız gerekecektir. Peki, sezgilerimiz? İçten gelen ve hiçbir kanıtlanabilirliği olmayan sezgilerimize güvenmenin ne denli güvenli olduğunu “sezmek” hiç de zor değil. Peki, sadece bize yarar sağlayabilecek verilere yönelmek ne kadar güvenli? Herkesin çıkarı farklı olduğu için ortak bir noktada buluşmak sanırım mümkün olmaz ve elimizde ancak göreceli bilgiler yığını kalır. Sezgilerimizi, duyularımızı, duygularımızı ve aklımızı birlikte kullanalım der isek –çoğumuzun yaptığı gibi- elde edilen bütün verilerin son basamağı olan beyinde işleme sürecine, yine başa dönmüş oluruz. Peki, biz “bilgi” için hangi kaynağı kullanmalıyız? Gerçeğe ulaşmak mümkün mü? Bilgileri elde edebilir miyiz? Bilginin ölçütü nedir? Değişmeyen bilgiler sadece biz insanlar için mi değişmez, yoksa evrensel bir bilginin ucundan tutabiliyor muyuz?
Yunan düşüncesi, bilgi verilerini aşağı yukarı 200 yıl ciddi biçimde kullanıp sınadıktan sonra Sofistlerle birlikte ilk kez yine ciddi ve sistemli bir şekilde onları şüphe ve eleştiri konusu yapmış ve yine ilk kez ciddi bir biçimde insanın çevresinde olup bitenleri, varlıkların onlarda bıraktıkları izlenim bilgileri gibi bilip bilemeyeceğini kendilerine sormuşlardır. Duyularımızın yanıltıcılığını ve aklımızın yanılma olasılığını göz önüne alan ve buna birçok etken ekleyerek objektif açıyla bu düşünceler denetim altında tutulmuştur. Bu sorgulamaların dışında bilginin imkanı ve imkansızlığı tartışılmış, farklı görüşler sunan akımlar epistemolojinin besin kaynağı olmuştur. Felsefi olarak süjeyle obje arasındaki bilinçli ilişkinin ürünü olarak adlandırılan bilgiye sahip olmamız mümkün müdür? Eğer bu tür bir bilgiye sahip olabilecek isek, hangi yöntemi seçmeliyiz? Aklımızla ulaştığımız bilgiler doğru mudur? Eğer doğruysa, beynimizi doğrulayacak başka bir doğrulayıcıya ulaşmamız gerekmez mi? Hiçbir bilgiye ulaşamıyorsak, beynimizdeki veriler bizi yanlış yola mı yönlendiriyor? Akıl yerine duyularımızı mı tercih etmeliyiz? Bu ve bunun kapsamındaki binlerce soru epistemolojinin içeriğinde yer almaktadır. Bilgi felsefesi, bilgiyle ilgili bütün sorulara kaynaklık teşkil eder.
Bilginin İmkânı, Kaynağı ve Araçları
Bilgi felsefesinin ilk sorusu bilginin mümkün olup olmadığıdır. Bu soruya olumlu cevap verenler genellikle “dogmatik filozoflar” olarak adlandırılır ve felsefi görüşleri “dogmatizm” olarak isimlendirilir. Mümkün olmadığını savunanlara ise “şüpheciler” veya “septikler” denir. Bu görüşü benimseyen felsefi akımın adı ise “septisizm” olarak bilinir. Bilginin imkânlı olduğunu savunanlar, bilginin kaynağı yönüyle birbirlerinden ayrılırken; şüpheciler, dogmatik filozofların görüşlerini sistematik olarak mantık çerçevesinde reddederler.
Bilgi felsefesinin ikinci bir problemi de bilginin kaynağı ve araçlarıdır. Bilgiye ulaşabileceğimizi düşünen filozofların görüşlerine göre, genel olarak iki yetiye sahibizdir; birinci grup aklımızla düşünme yeteneği, ikincisi ise duyularımızla algılama ve gözlemleme yeteneğimizdir. Tabi, bu iki yetiyi de kabul de kabul etmeyip her ikisini birden kullanmamız gerektiğini düşünen bir grup daha vardır. Diğer yandan ise, aklın da duyuların da bilgiyi elde etmede yetersiz ve aldatıcı olduğunu düşünüp, bilgiye ancak sezgisel olarak ulaşılabileceğini düşünen bir grup da oluşmuştur. Lakin bu düşünce akımlarının sayısı bu kadar kısıtlı kalmamıştır. Bilginin kaynağı konusunda farklı görüşlere sahip çok farklı filozoflar ve benzersiz görüşler mevcuttur.
Bilgide her ne kadar öznel yorumlar getirilse de, ana kaynak olarak akıl yürütmeyi ve düşünceyi göz önüne alanlara akılcılar (rasyonalistler), duyu ve gözlemlerimiz üzerinde duranlara deneyciler (empiristler) denir. Hem akla hem deneye dayanan bilgi doğrudur diyen eleştiricilik (kritisizm), yarar ve başarı sağlayan bilgi doğrudur diyen faydacılık (pragmatizm), olgulara dayanan bilgi doğrudur diyen pozitivizm, duyumlara dayanan bilgi doğrudur diyen sensüalizm, sezgiyi ölçüt alan entüisyonizm, dil çözümlemelerine dayanan bilgi doğrudur diyen analitik felsefe(çözümleyici felsefe), fenomeni ifade eden özün bilgisi doğrudur düşüncesine sahip fenomenoloji ile doğru bilginin kaynağı konusundaki yaklaşımları uzatabiliriz. Hangi görüşün, hangi temelin haklı olduğuna kanaat getirmemiz için gerekli yetiye sahip olmadığımızdan, bu türden sorular –belki bir şekilde yetiye sahip oluncaya dek- tartışılabilir olarak kalacak ve her yeni düşünceyle farklı bir pencere eklenecektir.
Doğruluk ve Gerçeklik
Doğru (hakikat) nedir? Genel ve sağduyusal olarak en uygun görünen görüşe göre doğruluk, sahip olduğumuz düşüncelerin gerçekle uyuşmasından ibarettir. Bir obje hakkındaki düşüncelerimiz objeye uyuyor ise doğru, uymuyor ise yanlıştır. Bir pamuğun yumuşak olduğunu söylemek doğru, sert olduğunu söylemek ise yanlış olarak kabul edilir. Buna doğru hakkında “uyuşma kuramı” adı verilir.
Bunun dışında, doğruyu dış dünyadan bağımsız tutup, nesneyle örtüşmesini değil; beynimizdeki tasarımlarla uyuşmasını öne alan başka kuramlar da ortaya çıkmıştır. Buna göre doğru, zihnimizdeki düşüncenin veya tasarımın, yine bu düşünceden önce gelen bir tasarıma uyuşmasına olarak tanımlanır. Buradaki doğru, bilgi ile nesne arasındaki uyuşma değil; bir tasarım ile başka bir tasarım arasındaki uyuşmadır ve bu kurama da “tutarlılık kuramı” adı verilir.
Günlük hayatta “Sana gerçekleri söylüyorum.”ya da “Gördüğüm şey gerçekti.”gibi cümleleri ve benzerlerini sıkça kullanırız. Oysa “gerçeklik” ile ilgili bu söylemlerin hepsi yanlıştır. Gerçeklik, bizim bilincimizden bağımsız olarak dış dünyada var olana verilen addır. Bizim söylemlerimiz ise, gerçeklerden izlenimlerimizden ibarettir. Bu yolla biz ancak önermeler sunabilir ve onun doğruluğu hakkında tartışabiliriz. Düzeltmek gerekirse; gerçekleri değil, doğruları söyleyebiliriz. Bizden bağımsız bir gerçeklik, doğru ya da yanlış olamaz. O ya vardır ve gerçektir veya var değildir; o halde gerçek değildir.
Neviens Nobody
- Bilim İnsanları, Bazı Kişilerin Neden Covid Olmadığını Buldu - 21 Haziran 2024
- Tüketicinin İyimserliği Azalıyor - 21 Haziran 2024
- Akşener, Erdoğan’dan Ne İstedi? - 7 Haziran 2024