Uzun bir yazı olacak galiba. Bu yüzden başlıktaki üç gurubu ayrı ayrı ele almak gerekebilir. Entelektüelle başlayabiliriz.
Epey bir zaman Anadolu’da okuma yazma bilenler entelektüel sayıldı. İkinci Mahmut devrinden başlayarak bu imtiyazı yavaş yavaş ulemanın elinden almaya başlamıştık. Ben bile vakti zamanında entelektüel sayılanlar kategorisine giriyordum ki, bu sınıfa doktor, yazar, baytar, çevirmen, mühendis, tahsildar, asker veya memurlar hay hay girer.
Ne var ki, entelektüel olmanın alameti farikası siyasi ve kültürel eleştiridir ki bu sıfatı kendine uygun görenlerin hemen hepsi de geleneksel olarak devletten beslenmekte. Hal böyle olunca eleştiriler de hayvana değil, palana yönelik olmakta. İdeologluk da bu çerçevede yani terbiye dairesinde olmak zorunda.
Tabi her dönemde, maaş yahut emekli aylığına bağlı olmayan hakiki entelektüeller de olmuştur muhakkak ama mevzu onlar değil.
Bizde entelektüellik biraz da batıdan yapılan çevirilere borçludur kendini. Bu yüzden çevirmenler entelektüel cemaatin önde gidenleri olmuştur.
Ne var ki, Doğu geleneğinin ruhi ve dini yükünü taşıyan okur-yazar kesim, batıdan çevirdiğini ve okuduğunu derhal kutsamıştır çünkü çevirilerdeki modern çağda muhtevalandırılmış kavramlar da orta çağlardaki anlamlarıyla anlamlandırılmıştır mecburen. Sosyal davranış kalıpları da bunu gerektirir.
Mesela ben medreseyi terk edip Kürt sol cenahla tanıştığımda, bir gün birinin söylediği şeyin doğruluğunu anlatmaya çalışırken, “ideolojim üzerine yemin ederim ki…” dediğini hatırlıyorum. Muhtemelen bir süre önce böyle bir durumda “dinim imanım üzerine yemin ederim ki…” diyordu.
Eleştiri mecburiyeti, eleştirilenle kendi aranıza az ya da çok mesafe koymayı gerektirir ki, bu durum bir taraftan geleneksel olanla bağlarını koparmaya yol açarken öbür taraftan yabancısı olunan ama kavranmaya çalışılan Batı paradigmasına da aynı ölçüde yabancı kalmaya mecbur bırakır. Birinden göçerken ötekine varamamak hali ya da buğday değirmeninde kahve öğütmek hali.
Çünkü bizim entelektüel peşinde olduğu paradigmanın ne çocukluğunu ne çıraklığını yaşamamıştır. Sokrates’ten başlayıp Marx’a kadar dövülen harmanın ne zahmetini çekmiş ne de tozunda talaşında kavrulmuştur. Mesela Engels’in İngiltere’de işçi sınıfının durumu üzerine yazdıklarını okumuştur ama kapitalizmin ruhunu tecrübe etmemiştir. Bu yüzden Marksist olamamış ama Stalinci olmuştur.
Öte yandan bizim bu entelektüel, milli tedrisattan geçmiş biri olarak, bir taraftan öncüsü olduğunu düşündüğü halkın tutuculuğundan yakınırken öbür taraftan halkın bozulmamışlığıyla övünmekten de geri kalmamıştır.
Orta sınıf entelektüelin toplumsal ve kültürel talepleri düşünsel kısırlığıyla muazzam bir çelişki içerir bu yüzden. Bu çelişkiyle duygulanarak anlaşılamamış olmanın hıncıyla dolar ve slogan düzeyinde hedefler seçer kendine; kahrolsun emperyalizm!
Soldaki entelektüel cenahın ekseriyetinin bugünkü savaş karşısındaki kekemeliği de bu düşünsel kısırlıktan mütevellittir.
Hatırı sayılır bir kesimi demokrasiyi küçümser ve capcanlı devrim mitosuyla çareyi hiçbir insani ve vicdani derinliği olmayan kaba bir milli Stalinizmde bulur. Ama işler ters gittiğinde seve seve kapitalizmin kötülük yuvası ABD’ye ya da Avrupa’ya sığınmak ister ve oralarda biriktirdiği üç beş kuruşla gelip kıyı kasabaların birinde huzura erer.
Bence benim gibi entelektüel olduğu vehmine kapılmışlara bu kadar dayak yeter. Sırada ulema var.
- Lütfen Beni Hatalı Olduğuma İkna Edin - 8 Şubat 2023
- Sen o’sun! - 5 Şubat 2023
- Din ile Bilim Arasında Çatışma Var mı? - 31 Ocak 2023