Dilber’in Bir Evi Yok!

“Kızıl Goncalar”, “Ä°nci taneleri” ve diziler üzerine bitmek bilmeyen tartışmalar. Bu tartışmaların yasaklama zihniyetine evrilmesi…

O halde, tüm bu olan biteni takip ederken nihayetinde sorduÄŸum soru ile baÅŸlayayım. Sorunumuz dizilerdeki karakterler mi yoksa bu karakterlerin toplumdaki karşılığı mı? Ayna mı sorun yoksa aynada yansıyan gerçeklik mi? Peki ya aynada yansıyan gerçekleri gördüğümüzde ışık görmüş tavÅŸan gibi mi davranacağız? Yani bir donup kalma hali…  Bu donup kalma hali içindeki öldürücü tepkisizlik… Öldürücü tepkisizlikteki kadercilik…

Aynada yansıyan gerçeklikte bir baÅŸka davranış biçimi ise aynada gördüğümüz gerçekliÄŸe kızıp aynayı kırmaya çalışmak. Yahut tepkisizliÄŸin bir baÅŸka ve yozlaÅŸmış hali olan aynadaki görüntüyü taklit etme hali… Özenti, özenti kültürü… Özentinin yarattığı popülizm…

Oysa bir ihtimal daha var. Aynada yansıyan görüntüye bakıp, insana dair, hayata dair sorgulamalar yapabiliriz. Nesnel koÅŸulların içinde ÅŸekillenen yaÅŸam ve kültürü sorgulayabiliriz. Dizilerdeki yaÅŸamların ve karakterlerin gerçek yaÅŸamdaki karşılığıyla uÄŸraÅŸsak daha saÄŸlıklı ilerleyebiliriz. Hepimiz gayet iyi biliyoruz ki; Kızıl Goncalar’daki “Faniler” tarikatının gerçek yaÅŸamda bir karşılığı var. Tarikat ve cemaatlerde yaÅŸanan Åžeyh ile mürit iliÅŸkileri… Cemaatlere sıkışan yaÅŸam öyküleri ve o yaÅŸam öykülerinde kadınlar… Kadının  varlığının hiçe sayıldığı yaÅŸamlar…

“Faniler” tarikatında kara tesettüre hapsedilmiÅŸ Meryem’in trajik öyküsünde aynı yazgıya yol alan bir genç kadın Zeynep. Meryem kara tesettürün hapishanesinde kendince örer direncini. Kızının yazgısını deÄŸiÅŸtirmek içindir mücadelesi. Lakin, Erkek Tanrı’nın eril dininde, parsellenen cemaatlerin statükosunun duvarlarına çarpar bu mücadelesinde.

Adı olmayan kadının dinsel ve tinsel varlığı… Yok sayılanın nesnel varlığı. Kadınların yok oluÅŸ ile var oluÅŸ arasındaki yaÅŸam öyküleri… Bir türbana yahut kara çarÅŸafa sıkıştırılan kadının din örtüsüyle teslim alınışı… Kadına kurulan kara çarÅŸaflı hapishanenin tanrısal buyruklarında hükmünü sürdüren en katı erkek egemenliÄŸi.

Yine hepimiz gayet iyi biliyoruz ki pavyonlar, erkek egemen kültürün ikiyüzlü ahlak anlayışının sahnesidir. Ve “Ä°nci Taneleri”ndeki, Dilber’in renkli elbisesinin ardındaki dram… Pavyonun renkli ışıkları altında, parıl parıl elbiselerle dans eden Dilber’in trajedisi… Kadın bedeninin ve cinselliÄŸinin sömürüsü… Parıldayan elbiselerin altında, renkleri çalınmış ruhlar…

Åžimdi herkes soruyor ya : “Pavyon kültürü neden bu kadar ilgi gördü?” Pavyonlar ve genelevleri eril zihniyetin saklı dünyasında herkesin bildiÄŸi sırları barındırır aslında. Erk-ek-liÄŸin saklı bahçeleri… Eril zihniyetin kendini ürettiÄŸi mekanlar. O mekanlarda köleleÅŸtirilen kadınlar, para karşılığı satılan cinsellik… Bu mekanlarda kadının cinselliÄŸi sermayeye dönüşürken, erkek dünyanın bazı eril adamları da pezevenkliÄŸe doÄŸru yol alır. Böyle üretir kendini erk-ek-lik. Sonra pavyonlar, erkekliÄŸin ÅŸanına dönüşür. ErkeÄŸin erkinin ispatlandığı bu mekanlarda, erkeÄŸin elinin kiri olan “namus” kadına biçilen bir ölümcül kaftandır.

Erkek eÄŸemenliÄŸinin aÄŸlarında, kadına biçilen ölümcül kaftanların rengi, ÅŸekli ve niteliÄŸi deÄŸiÅŸebiliyor. Erkek eÄŸemenliÄŸinin aÄŸları sadece kadını deÄŸil kendi özgürlüğünü de hapsediyor. Kadın, kendine giydirilen “namus” kaftanının ağırlığı altında kalırken, erkek ise kendine giydirilen “güç” kaftanının altında ezilir hatta bazen can çekiÅŸir.

Ve toplumsal cinsiyet rolleri, tüketim toplumunda maddenin çeşitli hallerine bürünür.

Tüketim üzerine kurulu sisteme, gelişen teknolojinin hızı da eklenince, tüketim kültürü her şeyi tüketiyor. Bu tüketim kültüründe insan ilişkileri de hızla evrimleşiyor. Ve başka bir kulvara doğru yol alıyor. İnsan ilişkilerinde belirleyici olan, arkadaşlık, dostluk yahut sevgililik ilişkileri bu hızlı tüketim toplumunda değerini yitiriyor. Duygular anlamını yitiriyor. Böylece hayatın her alanında sevgiye dayalı ilişkiler değil çıkarlara dayalı ilişkiler tercih ediliyor. Çıkarlara dayalı ilişkiler, insanları özgürlüğünden sürüp kendi hapishanesine sürüklüyor. Böylece kendi yaşamına sürgün insanlar topluluğu oluşuyor.

Ä°nci taneleri’nde Dilber, Azem’e diyor ya: “Kimse kendine benzemiyor ki zaten.” Kimsenin kendine benzememe hali, oluÅŸturulan yapay kiÅŸiliklerde saklı günümüzde. Ve hapishaneden yeni çıkmış Edebiyat öğretmeni Azem, içinde bulunduÄŸu toplumu anlamaya çalışırken, entegre olmaya çalışırken, kendi gibi yani olduÄŸu gibi davranıyor.  Dilber, biraz sohbet edince farkediyor, Azem’de olanı. Dilber: “Bence sen sana benziyorsun” diyor. Azem ise “bence sen de sana çok benziyorsun” diyor Dilber e.

Dilber usulca yaslıyor başını Azem’in omuzuna. Bir insana sarılma hali… Ä°nsanın insana sarılmasından doÄŸan pozitif enerji…  Ve daha önemlisi güven duygusu. Uzun zamandır bir insana sarılmama hali… Ä°nsanın insana yabancılaÅŸması. Ä°nsanın kendine yabancılaÅŸması. Dilber’in, Azem’e sarılması pek çok ÅŸeyi anlatıyor. Dilber, sevgi ve ÅŸefkat arıyor aslında. İçinde yaÅŸadığı korkunç dünyada başını yaslayabileceÄŸi bir omuz. Azem’in merhametinde kendine ait bir sığınak keÅŸfediyor. O sığınaÄŸa yerleÅŸmek istiyor, bu tekinsiz dünyada.

Pavyon sahnesinde ellerinde zilleriyle dans ederken, ÅŸarkının ritminde “Dilber evin barkın yok mu” diye seslenen saz çalan ÅŸarkıcıya “YOOKK” derken, kendi gerçekliÄŸini haykırıyor aslında. Sonra yüzünü dönüp sahneye zilleriyle dansına devam ediyor. Bu tekinsiz dünyanın ortasında ayakta kalmaya çalışan bir kadının dansında hayata meydan okurcasına saçlarını savurması…

Ve bir sığınak… Sevginin ve ÅŸefkatin olduÄŸu bir sığınak arayışı… O sığınakta kendi kendisine benzer insanlar olacak mı bunu bilmiyor. Lakin baÅŸka bir dünyayı arıyor. Bu tekinsiz eril dünyada, Dilber’in bir evi yok! Dilber’in bir yeri yok! Dilber’in bir adı yok!

Kırılan bir kolyeden dağılan inci taneleri… Dağılan inci tanelerinde savrulan hayatlar… Savrulan hayatları toparlamaya çalışırken ÅŸekillenen karakterler…

Ayna da yansıyan toplumsal gerçeklik bize birÅŸeyleri anlatmaya çalışıyor. Sanatın her alanı bunun için deÄŸil mi? Sinema, tiyatro, edebiyat… Ä°nsanı insana anlatırlar usulca.

Şimdi aynaya mı kızacağız yoksa aynada yansıyan gerçekliği anlamaya mı çalışacağız? Değişimin ilk adımı anlamaya çalışmakla başlamaz mı zaten?