“Kızıl Goncalar”, “İnci taneleri” ve diziler üzerine bitmek bilmeyen tartışmalar. Bu tartışmaların yasaklama zihniyetine evrilmesi…
O halde, tüm bu olan biteni takip ederken nihayetinde sorduğum soru ile başlayayım. Sorunumuz dizilerdeki karakterler mi yoksa bu karakterlerin toplumdaki karşılığı mı? Ayna mı sorun yoksa aynada yansıyan gerçeklik mi? Peki ya aynada yansıyan gerçekleri gördüğümüzde ışık görmüş tavşan gibi mi davranacağız? Yani bir donup kalma hali… Bu donup kalma hali içindeki öldürücü tepkisizlik… Öldürücü tepkisizlikteki kadercilik…
Aynada yansıyan gerçeklikte bir başka davranış biçimi ise aynada gördüğümüz gerçekliğe kızıp aynayı kırmaya çalışmak. Yahut tepkisizliğin bir başka ve yozlaşmış hali olan aynadaki görüntüyü taklit etme hali… Özenti, özenti kültürü… Özentinin yarattığı popülizm…
Oysa bir ihtimal daha var. Aynada yansıyan görüntüye bakıp, insana dair, hayata dair sorgulamalar yapabiliriz. Nesnel koşulların içinde şekillenen yaşam ve kültürü sorgulayabiliriz. Dizilerdeki yaşamların ve karakterlerin gerçek yaşamdaki karşılığıyla uğraşsak daha sağlıklı ilerleyebiliriz. Hepimiz gayet iyi biliyoruz ki; Kızıl Goncalar’daki “Faniler” tarikatının gerçek yaşamda bir karşılığı var. Tarikat ve cemaatlerde yaşanan Şeyh ile mürit ilişkileri… Cemaatlere sıkışan yaşam öyküleri ve o yaşam öykülerinde kadınlar… Kadının varlığının hiçe sayıldığı yaşamlar…
“Faniler” tarikatında kara tesettüre hapsedilmiş Meryem’in trajik öyküsünde aynı yazgıya yol alan bir genç kadın Zeynep. Meryem kara tesettürün hapishanesinde kendince örer direncini. Kızının yazgısını değiştirmek içindir mücadelesi. Lakin, Erkek Tanrı’nın eril dininde, parsellenen cemaatlerin statükosunun duvarlarına çarpar bu mücadelesinde.
Adı olmayan kadının dinsel ve tinsel varlığı… Yok sayılanın nesnel varlığı. Kadınların yok oluş ile var oluş arasındaki yaşam öyküleri… Bir türbana yahut kara çarşafa sıkıştırılan kadının din örtüsüyle teslim alınışı… Kadına kurulan kara çarşaflı hapishanenin tanrısal buyruklarında hükmünü sürdüren en katı erkek egemenliği.
Yine hepimiz gayet iyi biliyoruz ki pavyonlar, erkek egemen kültürün ikiyüzlü ahlak anlayışının sahnesidir. Ve “İnci Taneleri”ndeki, Dilber’in renkli elbisesinin ardındaki dram… Pavyonun renkli ışıkları altında, parıl parıl elbiselerle dans eden Dilber’in trajedisi… Kadın bedeninin ve cinselliğinin sömürüsü… Parıldayan elbiselerin altında, renkleri çalınmış ruhlar…
Şimdi herkes soruyor ya : “Pavyon kültürü neden bu kadar ilgi gördü?” Pavyonlar ve genelevleri eril zihniyetin saklı dünyasında herkesin bildiği sırları barındırır aslında. Erk-ek-liğin saklı bahçeleri… Eril zihniyetin kendini ürettiği mekanlar. O mekanlarda köleleştirilen kadınlar, para karşılığı satılan cinsellik… Bu mekanlarda kadının cinselliği sermayeye dönüşürken, erkek dünyanın bazı eril adamları da pezevenkliğe doğru yol alır. Böyle üretir kendini erk-ek-lik. Sonra pavyonlar, erkekliğin şanına dönüşür. Erkeğin erkinin ispatlandığı bu mekanlarda, erkeğin elinin kiri olan “namus” kadına biçilen bir ölümcül kaftandır.
Erkek eğemenliğinin ağlarında, kadına biçilen ölümcül kaftanların rengi, şekli ve niteliği değişebiliyor. Erkek eğemenliğinin ağları sadece kadını değil kendi özgürlüğünü de hapsediyor. Kadın, kendine giydirilen “namus” kaftanının ağırlığı altında kalırken, erkek ise kendine giydirilen “güç” kaftanının altında ezilir hatta bazen can çekişir.
Ve toplumsal cinsiyet rolleri, tüketim toplumunda maddenin çeşitli hallerine bürünür.
Tüketim üzerine kurulu sisteme, gelişen teknolojinin hızı da eklenince, tüketim kültürü her şeyi tüketiyor. Bu tüketim kültüründe insan ilişkileri de hızla evrimleşiyor. Ve başka bir kulvara doğru yol alıyor. İnsan ilişkilerinde belirleyici olan, arkadaşlık, dostluk yahut sevgililik ilişkileri bu hızlı tüketim toplumunda değerini yitiriyor. Duygular anlamını yitiriyor. Böylece hayatın her alanında sevgiye dayalı ilişkiler değil çıkarlara dayalı ilişkiler tercih ediliyor. Çıkarlara dayalı ilişkiler, insanları özgürlüğünden sürüp kendi hapishanesine sürüklüyor. Böylece kendi yaşamına sürgün insanlar topluluğu oluşuyor.
İnci taneleri’nde Dilber, Azem’e diyor ya: “Kimse kendine benzemiyor ki zaten.” Kimsenin kendine benzememe hali, oluşturulan yapay kişiliklerde saklı günümüzde. Ve hapishaneden yeni çıkmış Edebiyat öğretmeni Azem, içinde bulunduğu toplumu anlamaya çalışırken, entegre olmaya çalışırken, kendi gibi yani olduğu gibi davranıyor. Dilber, biraz sohbet edince farkediyor, Azem’de olanı. Dilber: “Bence sen sana benziyorsun” diyor. Azem ise “bence sen de sana çok benziyorsun” diyor Dilber e.
Dilber usulca yaslıyor başını Azem’in omuzuna. Bir insana sarılma hali… İnsanın insana sarılmasından doğan pozitif enerji… Ve daha önemlisi güven duygusu. Uzun zamandır bir insana sarılmama hali… İnsanın insana yabancılaşması. İnsanın kendine yabancılaşması. Dilber’in, Azem’e sarılması pek çok şeyi anlatıyor. Dilber, sevgi ve şefkat arıyor aslında. İçinde yaşadığı korkunç dünyada başını yaslayabileceği bir omuz. Azem’in merhametinde kendine ait bir sığınak keşfediyor. O sığınağa yerleşmek istiyor, bu tekinsiz dünyada.
Pavyon sahnesinde ellerinde zilleriyle dans ederken, şarkının ritminde “Dilber evin barkın yok mu” diye seslenen saz çalan şarkıcıya “YOOKK” derken, kendi gerçekliğini haykırıyor aslında. Sonra yüzünü dönüp sahneye zilleriyle dansına devam ediyor. Bu tekinsiz dünyanın ortasında ayakta kalmaya çalışan bir kadının dansında hayata meydan okurcasına saçlarını savurması…
Ve bir sığınak… Sevginin ve şefkatin olduğu bir sığınak arayışı… O sığınakta kendi kendisine benzer insanlar olacak mı bunu bilmiyor. Lakin başka bir dünyayı arıyor. Bu tekinsiz eril dünyada, Dilber’in bir evi yok! Dilber’in bir yeri yok! Dilber’in bir adı yok!
Kırılan bir kolyeden dağılan inci taneleri… Dağılan inci tanelerinde savrulan hayatlar… Savrulan hayatları toparlamaya çalışırken şekillenen karakterler…
Ayna da yansıyan toplumsal gerçeklik bize birşeyleri anlatmaya çalışıyor. Sanatın her alanı bunun için değil mi? Sinema, tiyatro, edebiyat… İnsanı insana anlatırlar usulca.
Şimdi aynaya mı kızacağız yoksa aynada yansıyan gerçekliği anlamaya mı çalışacağız? Değişimin ilk adımı anlamaya çalışmakla başlamaz mı zaten?
- HTŞ’nin Cicim Ayları - 15 Aralık 2024
- Şam Düşerken - 9 Aralık 2024
- Puslu Havada “Etki Ajanlığı” Yasası - 2 Kasım 2024