Biz geldik, siz yoktunuz…

Öncesiyle sonrasıyla son hafta siyasetin tökezlediği, başlıca işi yalan üretmek olan “medyanın” “kazayı” hazmedebilmek için bir süreliğine sustuğu, insanların cesaretin kapılarını çaldığı, iktidar çevrelerinde tedirginliğin egemen olduğu bir haftaydı. Kuşkusuz eksiği fazlası vardır ama bundan sonrasını öngörmek için yeterli ipucu var bu tanımda. Cesaret yükselecek, tedirginlik yayılacak, medya eski özelliği olan yalana dönmekte acele edecek, gizlemeye, gizlenmeye ağırlık verecektir. Orta yerinden çatlamış medyada kimilerinin yeni kutup yıldızı aramaya başlayacağını da eklemeli. Sosyal medya şirketlerinin baskılara karşı müzakereyi deneyeceğini, kullanıcılarının ise artan baskıya karşı direneceğini, kaotik bir havanın gittikçe yaygınlaşacağını söylemek de yanlış olmayacaktır.

Durum bu diyelim ve siyasetin geleceğine ilişkin iki konuyu tartışalım bugün. İlki, siyaset alanında muhalefetin sarsıntıyı nasıl karşılayacağı, ikincisi solun siyasete katılımını, kabuğunu kırmasını kolaylaştıracak özgürlükler meselesidir. İktidar cephesinin yaşadığı sarsıntıyı atlatması, önceki konumlarına -ki sarsıntı epeyce önce başlamıştı- dönebilmesi mümkün görünmüyor. Ekonomide bir müjde gibi sunulan IMF yönergelerinin resmileşmesinden başka bir şey olmayan acı reçetelerin toplumu yatıştırması mümkün değildir. Asıl amaç besbelli ki sermaye çevrelerine “duruma hâkimiz” demek, daha da çok muhalefetin zayıf halkalarına “tamam istediğiniz oldu, daha ne istiyorsunuz” mesajını vermektir. Buna belki daha başka adımların da atılabileceği umudunu canlı tutacak kulis bilgileri de eklenebilir.

Muhalefettin aşil topuğu

Muhalefet ise henüz yeni durumu tahlil etmiş avantajları, tehlikeleri, tuzakları gözden geçirmiş değildir. İktidar cephesinin hasarı gidermek için “kollarımı açaydım demokrasi diyeydim” güftesiyle pesten bir sesle söylediği şarkılara, liberal çevrelerin “2002-2007 demokrat AKP devrine dönülüyor; ekonomide, demokratik haklarda iyileşme umudu güçleniyor” ham hayali ekleniyor. İktidarın pek de sağlam durmayan muhalif cepheyi parçalamak için harekete geçmesi, zorlandığı kıdem tazminatını ortadan kaldırmak, Cumhurbaşkanlığı Hükümeti sistemini güçlendirici yeni bir personel rejimi kurmak gibi konularda geçici gerilemeler de mümkündür. Ama parti başkanlığı ile cumhurbaşkanlığını ayırmak gibi anayasa değişikliği gerektirmese de daha “radikal” adımlar bu aşamada beklenmemelidir.

Öyleyse ekonomideki ağır bunalımın gözler önüne daha açık, daha çıplak sergilenmesi gereklidir. Dövizde son bir yıldaki olağanüstü yükseliş, artan enflasyon, hızla yükselen işsizlik, Covid salgınında “sürü yönteminin” resmileşmesi, “müstafi” ya da “görevden affedilmiş” olanın mektubundaki sözlerle “Allah sonumuzu hayretsin” devrinin başlaması demektir. Bu tabloyu anlatmak nasıl yaşamsalsa, sistemin tökezleyen mekanizmalarını deşifre etmek, aldatıcı görüntülere kulak asmamak da en az onun kadar önemlidir. Unutmamakta büyük yarar var; son kıdem tazminatı hakkını savunma konusunda olduğu gibi ancak kararlı direnişler geri adım attırabilir. Hakların verilmediği ancak alınabildiği geçerliliği eskimeyen bir ilkedir.

Biden’ın kazanmasıyla kafası karışmış, hele hele Trump’ın görevden aldığı eski savcı Preet Bharara’nın adalet bakanı olacağı söylentileri, Zarrab davalarının yeniden canlanması ihtimali ile iyice ama boşuna umutlanmış liberalin, meşruiyete aklını takmış sosyal demokratın, fikri öteki tarafta kalmış muhafazakârın iki zayıf noktası, “Aşil topuğu” daha var. Birincisi eski devlet geleneği ile dış politikayı irdelemeden “muhalefet edilmez ulusal tabu” sayması, ikincisi HDP ile ilişkide toplumsal, siyasal gerçeklerden uzak tutumunu değiştirmeye yanaşmamasıdır. Buna sosyalist muhalefet ile ilişkilerde sosyalistlerin toplumsal ve aktif muhalefetteki etkisini görmezden gelen “nasılsa desteklemek zorundalar” yaklaşımının yanlışlığı eklenebilir. Sosyal demokrasi toplumsal muhalefetin CHP’li olduğu yanılgısından kurtulamıyor, sokaktaki kitlenin daha solda, köklü hedeflerin peşinde olduğunu anlamakta zorlanıyor.

Sosyalizm özgürlükçüdür

Ama bu konu daha çok sosyalist muhalefetin üzerinde ısrarla durması gereken eski sorunudur. Haddim değil ama fikrimdir; her şeyden önce egemenlerin özgürlükçü; solun, sosyalistlerin özgürlükçü olmadıklarına dair yalanı yalancıların yüzüne vurmanın tam zamanıdır. Bu konuda liberal- burjuvazinin sahtecilikle bezenmiş propagandası ne yazık ki etkili oldu; solun sosyalist ülkeler deneyiminin eksiği, fazlası, hatası, zorlukları doğru dürüst anlatılamamıştır. Ama şimdi eski masalı yinelemek isteyen, solun özgürlük düşmanı olduğu yalanını yaymaya niyetli anti-komünist histeriye açık net bir yanıt vermek bugünün sorunlarını anlatmanın da kapısıdır. Özgürlüklerin kazanılan mücadelenin çapıyla paralel genişleyeceğini, zorbalık geriletildikçe büyüyeceğini, sömürünün maddi temeli bertaraf edilip sömürüden vazgeçmek istemeyenlerin eli kolu yasalarla bağlandıkça güvence altına alınacağını anlatma günüdür. “Sosyalistler haklarımızı, özgürlüklerimizi elimizden alacak” diye yaygara koparanlara “hangi özgürlüklerinizi; sömürme özgürlüğünüzü mü, hapishaneleri doldurma hakkınızı mı? diye sormakta, egemenler yalana dolana demagojiye sığınırken solun görüşlerini hiç bir zaman gizlemediğini anlatmakta büyük yarar vardır.

Özgürlüklerin garantiye alınması, şimdi her türlü baskıya karşın uğrunda mücadele ettiğimiz düşünce özgürlüğünün süreklilik kazanması da David Harvey’in ilginç makalesinde söylediği gibi (sendika.org), “Özgürlük, siz karnınızı doyuramadığınızda, yeterli sağlık, barınma, ulaşım, eğitim gibi haklara erişiminiz engellendiğinde hiçbir şey ifade etmez.” Kısaca sömürünün ortadan kalkmadığı koşullarda bireysel özgürlük, talep edilecek bir amaç, milimetre milimetre kazanılacak bir hedef olarak kalır. Liberalizmin maddi temeli olmayan bireysel özgürlük kavramsallaştırmasının içi boştur. Özgürlük yalnızca sosyalizmde “tüm temel ihtiyaçların –ücretsiz olarak– karşılanmasının garanti altına alınmasıyla” gerçekleşebilir. Ancak o zaman “insanlar istedikleri zaman istedikleri şeyi yapabilirler.” Zamanlarına ancak o zaman hâkim olabilir, gelişmelerinin önündeki tüm engelleri ancak o zaman yok edebilirler. Ama kuşkusuz bu gerçeği kitlelere anlatabilmek için solun gerçekleri içselleştirmesi, kendi tarihi konusunda antikomünizmin tuzaklarına düşmeden gerçekçi olmayı başarması şarttır. Soldan daha özgürlükçü, daha hak tanır hiç bir dünya görüşü, hiç bir siyasi akım yoktur.

***

Sol kitlelerle buluşabilmek hem geleceği hem de bugünün sorunlarını anlamak ve anlatmak için çaba göstermekten vazgeçemez. Sloganlar güncel ve yaşamsal gerçeklerle ilişkili değilse, yalnızca iddialarımızın soyut ifadeleri olmaktan öteye geçemiyorsa, her anlamda baskı altında bunalan halk sınıflarına bir şey anlatamaz. Sömürü düzeninde siyaset kirlidir; orada mücadele edenler kirlenmemek için çaba göstermeli ama kirli diye de meydandan uzaklaşmamalı, olası bağlaşıklarının kendileri kadar temiz olmasını da beklememelidirler. Gemi metaforu artık eskidi ama gerçek şudur ki aynı gemideyiz, amaç siyaseti baskının egemenliğinden kurtarabilmek, geminin rotasını güvenli bir limana doğru çevirebilmektir.

Ama kitleler, canı yananlar çok bekleyemezler, müdahale edilmeyen hayat verili koşulların kendiliğindenci seyrinde ilerler, siyasetin kuralı böyledir. Zamanında randevuya yetişebilmek gerekir, yoksa bunalımın altında ezilmiş, çaresizce gidişe teslim olmuş, canı yanmış insanlar “biz geldik ama siz yoktunuz” diyeceklerdir.

Kaynak: BirGün Pazar, 15 Kasım 2020