Bir Asır Sonra Sykes-Picot Anlaşması ve Özgürlük Kararı

Sadece bireylerin değil, halkların tarihlerinde de onların kaderini belirleyen anlar vardır. Böyle anlarda toplumlar bir yol ayrımındalar; böylesine hayati bir karar bilerek ve isteyerek alınmışsa, o toplumun karar verme yetisi artar ve halk olarak yeniden bir yol ayrımına geldiklerinde, sonuçlarını bilerek ve tarihlerinden de öğrenerek yeni bir karar alır. Buna karşın karar yukarıdan aşağıya dayatma mekanizmasıyla verildiyse, o karar o topluma dışardan dayatıldıysa, o topluma rağmen o toplum hakkında verildiyse, o zaman o toplumun öğrenme, karar verme, verilen (iyi) kararlara da katılma yetisi her geçen gün düşer.

Bu teorik belirlemenin hayattaki karşılığını SykesPicot[1] anlaşmasında görmek mümkündür. Anlaşma, Kasım 1915’den itibaren Fransız diplomat François Georges-Picot ve İngiliz diplomat Mark Sykes tarafından müzakere edildi ve 16 Mayıs 1916’da Londra’da imzalandı. Fransa ve İngiltere arasında gizli olarak imzalanan bu anlaşma hasta adam olarak teşhisi konulmuş Osmanlı İmparatorluğu’nun nasıl iyileştirileceğini, yani nasıl paylaşılacağını öngörüyordu. Yüz yıl önce imzalanan Sykes-Picot Anlaşması sadece Osmanlı İmparatorluğu dağılımında değil, ama aynı zamanda günümüzde siyasal Avrupa’nın da oluşumunda ve gelişiminde belirleyici bir rol oynadı. Bu anlaşmanın önemine geçmeden önce; dünya kamuoyu, anlaşmanın detaylarını Bolşevik devrimcilerin Kasım 1917’de Prawda ve Iswestija gazetelerinde yayımlanmasıyla öğrendi. SSCB yöneticileri anlaşmanın tarafı olmadıklarını, bu anlaşmanın onlara rağmen imzalandığını vurguladılar. Anlaşmanın yayımlanmasıyla Sovyetler, halkların değil de, olagelen güç odaklarının perde arkasındaki bu belirleyiciliğine karşı çıktılarını göstermek istediler. Bununla birlikte bizler bugün bu isteğin aslında hiçte bu kadar masun olmadığını biliyoruz.

Günümüzden bakıldığında bu anlaşmanın önemini üç kalemde toplayabiliriz: Bir, bugüne kadar Ortadoğu sınırları içerisinde etnik, kültürel ve siyasal sorunlar hep vardı ve önümüzdeki yüzyılda da devam edeceğine dair güçlü veriler var – coğrafyamız otokratik yönetimler, bilgi, eğitim, gelir dengesizliği ve güç odaklarının orantısız, ölçü üstü görüldüğü bir mekân. Bu çatışmacı, dağınık, belirsiz ve dengesiz ortamda özlenen, ümit edilen ve de bütün olumsuzluklara rağmen varılmak istenilen refah ve barış ortamı, şu an ulaşılmaz, imkânsız gibi. Türkler, Araplar, Kürtler, İranlılar ve Arap ya da İranlılardan sayılan halklar bir araya gelemiyorlar. Bu halklar kendi içlerinde de bölünmüş, çözülmesi mümkün görünmeyen sorunlarla boğuşuyorlar. Örneğin, Şii ve Sünni farklılığı sadece bu halklar arasındaki bir çatışma sahası değil, yaklaşık olarak 1300 yıldır süregelen ve aşağı yukarı bütün Ortadoğu halklarının kendi içlerinde de sürdürdükleri bir ayrışım anı.

İki, günümüzde ki durumdan geri dönüp bakıldığında, hasta adam olarak teşhisi konulan Osmanlı İmparatorluğu’nun bu anlaşmadan dolayı yıkılmadığını tespit edebiliriz. Aslında hiçbir imparatorluk dışarıdan güçlerin zorlamasıyla yıkılmadı. Osmanlı İmparatorluğu yıktırılmak istendiği için değil, daha çok kendi içinde, iç dinamiklerinden dolayı çöktü. Aslında bunun böyle olduğunu herkes bilir ve söyler; günlük dilde de “Osmanlı İmparatorluğu yıktırıldı” demiyoruz. Bunun yerine “Osmanlı İmparatorluğu çöktü” diyoruz. Bu anlamıyla sadece politik değil, günlük yaşamda da yıkım ve çöküş arasındaki farkı biliyoruz. Bir binanın yıkımı ve çökümünde görüleceği gibi, yıkım da dışardan bir gücün aktif varlığı gerekli önkoşulken, çöküm içten olur.

Üç, İmparatorluk 1400’lerden itibaren hep bir halk ayaklanmasıyla karşı karşıyaydı. Bu halk ayaklanmalarının en önemli aktörlerinden biri bugün bile özellikle sol kesimde iyi bilinen Şeyh Bedreddin’dir. Nazım Hikmet onu Şeyh Bedreddin Destanı’nda son derece iyi dramatize etti. Bedreddin bilindiği üzere 1420’de asılarak öldürüldü. Ancak onun iletişimsel eylem mirası bugüne kadar geldi. Bu mirasa göre, toplumların kendi kaderlerini belirlemede ne yaratana ne de yönetene tapmak zorunda olduğudur. Halk farklı gelenek, görenek, dil, din ve dünya görüsü olan insanların kimi ortak değerler, prensipler etrafında bir araya gelerek oluşur. Bu olması gereken ideallerin gerçekleşmişi için var olan değer etrafında örgütleme işi tamda bir yönetmeyi gerekli kılan olgudur. Yönetim kavramını buradan bakarak yaşanan gerçeklikle istenen ideal yaşam arasındaki ilişkinin birbirini tamamlaması gerektiği prensibine uyarlama eylemi olarak tanımlayabiliriz. Bu ise bize Osmanlı Devleti, ona ait kültürel ve siyasi özelliklerini kullanarak diğer halklarla iletişimde kaldıkça imparatorluk yapabildiğini söylüyor. Ne zaman ki sadece yönetenin zoruna veya yaratanın ilahi gücüne dayandığını iddia ederek, ama gerçekte sadece devletin kısa erimli çıkarları esas alınmaya başlayarak hüküm verdi, o zaman çökümüşe doğru adımlarını da atmış oldu. Diğer bir söylemle; insanların bir arada yaşayabilmesi için, hem ortak değer yargılarının varlığı gerek, hem de bu ortak etik değerlerin hayata uyarlanması ve buna rağmen doğacak çıkar çatışmalarının herkesin yararına çözüleceğinin garantisi olan bir yönetim erki lazım. Fakat ne zaman ki Osmanlı İmparatorluğu sadece yönetim erkine, zora başvurmayı ve ortak değerleri, prensipleri birlikte geliştirme istemini önemsememeyi tercih etmeye başladı, o zaman çöküşünü de bizzat kendisi hazırlamaya başladı. Gerçekten de Osmanlı İmparatorluğu, Şeyh Bedreddin’in temsil ettiği anlayıştan çok, kendisini Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olarak tanımlanan feodal sultanlık prensiplerine dayalı bir devlet geleneği geliştirdi. Bu model moderniteyle dağıldı. Buradan bakıldığında, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünün nedenlerini Sykes-Picot anlaşmasında aramak mümkün ama yetersiz, hatta gereksiz.

İmparatorluklar, Çokluk ve Çöküş

İmparatorlukların en önemli özelliği, onların çeşitliliği temsil etmeleridir. Onlar çok kimlikli, çok dilli, çok yönlü, çok dinli, çok kültürlü vs. yapılardı.[2] Onların devletliği, yaşam alanının çokluğu ve çoğunluğu karşısında, orada yaşayan bireylerin birlikteliği, beraberliği, bütüncüllüğü sunabilmeleri üzerine kuruluydu. Moğol, Selçuklu ve Osmanlı İmparatorlukları her halkın, her kişinin, evet bütün insanlığın devleti olduklarını düşünürlerdi. Onların farklı dillere, dinlere, yaşam biçimlerine ve hukuk anlayışlarına karşı gösterdikleri tolerans; siyasal bir toplumsal bilinç üzerine kurulu tavırdan çok, var olan gerçekliğin ortak bir telaffuzuydu.

İmparatorluklardan önce krallıklar vardı. İmparatorluklar aslında birçok krallıktan oluşan bir süper-krallıktı. Her kral başlı başına bir hüküm, devlet ve yaşam biçimiydi. Bu anlamıyla, yapısal düzeyde de çeşitlilik hayatın kendisiydi ve bunu görmemek mümkün değildi. İmparatorluklardan önce hüküm süren krallıkların tersine, imparatorluklar devlet sistemlerini ortak bir anlam üretme istemi üzerine kurdular. Bu isteme en iyi cevabı ise tek tanrılı dinler verdi. Tek tanrılı dinlerin en önemli özelliği, onların her insana seslenmeleri ve iki her insanı eşit saymaları. Kral ve kölenin işit sayıldığı bir anlam dünyasında, devlet anlayışı ve devleti yönetme meşrutiyeti de değişmek zorunda kaldı. Bu dönüşüm öncelikle ve özelliklede İbranilerde bir gerginlik olarak karşımıza çıkıyor. Peygamber bizim mi yoksa hepimizin mi? Bu soruya ilk ahitler, İsrail halkını diğer bütün halkların üstünde tutmakla cevap verdi. Yahudiliği krallıklardan farklı kılan ilke, onun İsrail halkına bütünlüğü ve bu bütünlük/halk içerisinde de bütün farklılıkların kaldırılma sözünü vermesi.

Krallıklar son tahlilde kan bağı, aşiret ilişkileri üzerine kuruluydular. Kral, bir halkın kralıydı. Kralın kimliği halkın kimliğiydi. Bu yüzden de, savaşlarda yenik düşen kralların din değiştirmesiyle, halkının din değiştirdiği sıklıkla karşılaşılan bir durumdu. Buna karşın imparatorlar çok dinli, dilli, kültürlü ve sosyal sınıfların varlığının bilindiği, korunmak istendiği bir topluma liderlik yaptılar. İmparatorluklar parçalanırlar, çökerler ve göçerler ama onların bir bütün olarak fethi tarihte karşılaşılmış bir durum değil. İmparatorluklar bu yapısal özelliklerini onların savaş sürdürme anlayışlarında da görmek mümkün. İmparatorluklar bir alanı değil, bütün dünyayı fethetmek isterler. Bunun içinde, onların bütün insanlara seslenen tek tanrılı dinlere yakın içeriksel bir ilişkileri var. Tek tanrılı dinlerin de yardımıyla imparatorluklar dünyayı ve insanları bir bütünün parçası ve kendilerini ise tanrının yeryüzündeki gölgesi olarak kavradılar. Çokluk, çeşitlilik ve bütünlük onların temsilciliklerinde mümkündü.

Peygamberler cenneti diğer dünyaya sevk ederlerken, imparatorlar cennetin bu dünyada da var olabileceği ve kurulabileceği sözünü verdiler. Bu yüzdendir ki, Osmanlı İmparatorluğu dünyayı dar-ul harb ve dar-ul İslam’a böldü. Osmanlıda, dar-ul İslam’ın lideri Halife, Şeyhülislam ve devletin, yani imparatorluğun lideri ise Hakan’dı. Sultan, bu iki fonksiyonun bileşkesidir. Hakan olmakla kralların ve Şeyhülislam olmakla da Peygamberlerin rolünü üstelenebildi. Bu anlamıyla da, imparatorluklar kendilerini daha önceki bütün devlet ve siyaset geleneklerinin iyi bir sentezi olarak gördüler.  Gerçekten de imparatorluklar hem çeşitliliği ve hem de, aynı zamanda merkezîleşmeyi sadece sembolize etmekle kalmadılar, onlar aynı zamanda pratik olarak bunları birada tutabildiler. Bu onların hanesi yazılacak en önemli başarıdır.

Onların gözünden bakıldığında hem krallıkların ve hem de imparatorlukların içlerinde ki çekişmelere, gerginliklere ve sosyal çatışmalara cevaben verdikleri en başarılı cevap, savaşlardır. Bu yüzdendir ki, Osmanlı İmparatorluğu dönemi, hilafet, şeriat ve halk savaşları dönemidir. Osmanlının en geliştiği saha, savaş alanıdır. En önemli devlet adamları, savaş liderleridir. Savaş, toplumsal yapıyı, ekonomiyi, dini, dili, kültürü, kadın-erkek ilişkisini, kısaca hayatın her alanını belirleyen güçtü. Bu dönemde, sınıfsal çatışmalar da dahil olmak üzere, her tür farklılıktan çıkabilecek gerginlikler, milletler ve/veya dinler arası savaşa, çelişkilere dönme ihtimali vardı. Bir yandan büyük kahramanlıkların, destanların ve de diğer yandan büyük yenilgilerin, acıların, yoklukların yaşandığı bir dönemdir. Sanırım, insanlık tarihinin o güne kadarki en kanlı dönemini yaşadılar.

Modern Birey ve Topluma Doğru

Savaş alanı aynı zamanda imanın, dinin, dilin ve cinsiyetin değil de, teknik gücün, silahın başarıyı veya yenilgiyi belirlediği bir alan. Burası hem savaş stratejilerinin, taktiklerinin, koalisyonlarının ve karar verme mekanizmalarının rasyonelleştiği bir alan ve hem de dini değil askeri disiplinin, aşiret ilişkilerinin değil de, bürokrasinin güçlendiği ve sadakatin yerine liyakatin aldığı bir yerdir. Burada ve bu dönemde, büyük kahramanların yanı sıra, büyük devlet adamlarının, teknisyenlerin, sanatçıların ve halk liderlerinin de ortaya çıktığını görüyoruz. Osmanlının çöküşüne yaklaştıkça, sadece sultan değil, onunla beraber daha birçok kişinin de isminin resmi tarihlere geçtiğini görmeye başlarız. Vezirler, paşalar, beyler ve de ayanlar sultana kafa tutmaya, ona borç vermeye, verilen borcu zamanı geldiğinde anaparayı zammıyla istemeye başlarlar. Bu gerçekler, halkların uluslaşması ve devletleşmesinin önünü daha da bir açar.

1800’lere gelindiğinde dünya siyasetini imparatorluklar ya da dinler değil de gittikçe artan bir oranda ulus devletler ve onların temsilcisi olan burjuva sınıfının temsilcileri belirlemeye başladılar. Siyasetin asıl aktörleri artık din değil ama hukuk, demokrasi, özel mülkiyet ve paranın temsilcileri. Aynı dine ait olan birden fazla ulus devletlerin varlığı, onların meşrutiyetlerini din (SA), dil (DE), coğrafya (AU), sınıf (SSCB) ya da hepsinin bir arada olduğu bir yapı (CH) üzerine kurmaya yöneltti. Bu dönemde savaşlar hem ulusallaşır ve hem de artık sadece siyasi gücün değil ama aynı zamanda bir de ekonomik gücün de kazanıldığı ya da kaybedildiği bir alana dönüşür. Siyasette artık sadece fiziki zorun (hard power) değil ama daha fazlasıyla soft power, yani fiziki gücü arkasına alan ama son tahlilde diğer ikna yöntemlerinin de kullanıldığı bir alana dönüştü; bu yeni ikna yöntemlerinin başında para gelir. Ama paranın yanı sıra bilim, teknoloji, sanat, spor, hukuk vs. kendi diliyle, kendi prensipleri çerçevesinde siyasetle ilişki kurmaya, ilişki biçimini siyasete dayatır oldu.

21’yüzyılda demokrasi ve hukuk adına yapılan savaşlar bunlara birer örnektir. Devletler düşman belledikleri devletleri demokrasi, hukuk veya özgür düşünce ortamının olmadığını bahane ederek siyasi, ekonomik, teknolojik ve askeri olarak zayıflatabiliyorlar. Bilim de bu süreçte masum kalmadı, kalamaz. Amerika Birleşik Devletleri’nin İkinci Dünya Savaşı’nı Albert Einstein gibi bir bilim adamı olmaksızın kazanmasını düşünmek zor. Bilim insanlarını sadece teknolojilerin gelişiminde değil, savaşları meşru kılmalarında, onları öngörmede ya da onları önleme çabalarında da görmek mümkün. Bilim bu mercekten bakıldığında her geçen gün daha da artan bir oranda dinin toplumsal rolünü almakla kalmadı, onu birde yeni bir seviyeye çekti, kaldırdı. Bu sayede de artık giz ve büyüye değil de, toplanılan verilere ve o verilerin mantıki analizine güven duyulmaya başlandı. Bilgiden yola çıkarak örneğin şöyle bir öngörüde bulunabiliriz: Savaş ihtimali, savaşı başlatan devletin kendisi savaş açtığı devletten ekonomik ve askeri olarak güçlü ve hükümeti de aynı zamanda güçlüyse artar. Buna Osmanlı İmparatorluğu’nun gelişme dönemindeki, Fransa ve İngiltere’nin koloniler dönemindeki ve son olarak ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yürüttükleri savaşları örnek olarak gösterebiliriz. Yine, savaş ihtimali, hükümetin güçlü, devletin ise zayıf olduğu dönemlerde de artar. Bu teze örnek olarak, Hitlerin Rusya’ya, Saddam Hüseyin’in İran ve Kuveyt’e ve de Miloseviç’in Bosna’ya karşı girdiği savaşları gösterebiliriz. Bu savaşların hepsinde agresör/saldırgan saldırı döneminde devleti elinde tutuyor, kendinden, halktan aldığı destekten ve hükümetinden emin. Bununla birlikte hüküm ettiği devlet, karsısındaki güç ve/veya güçlere oranla daha zayıf. Son olarak, iki süper güç aynı dönemde zayıflıyorlarsa da savaş ihmali artar – özellikle de İkici Dünya Savaşı bir paylaşım ve aynı zamanda iki büyük gücün, yani İngiltere ve Fransa’nın zayıfladıkları dönemdir. Bugünde bu ihtimal büyük; ABD ve Rusya hem savaş ve hem de ekonomik alandaki güçlerini Çin Cumhuriyeti karşısında her geçen gün daha bir kaybediyorlar. Rusya-Ukrayna savaşının kazananı Çin Cumhuriyeti olabilir.

Bu yeni dönemin diğer bir özelliği ise çokluğun gücü, güçlülüğü, tekliğin ise zayıflığı temsil ettiğidir. İşbirliği, koalisyonlar, sinerji kullanımı bu dönemin tipik kavramlarıdır.  Geçen yüzyılın başında Emil Durkheim bireyin tanıdığı, işbirliği yaptığı insan sayısıyla o bireyin gelişmişliği arasında orantısal bir ilişki kurdu; modern insanlar diğer bireylerle soyut hukuk prensipleri etrafında bir araya gelmesini becerdikçe, eski toplumun din ve ahlak üzerine kurulu baskıcı yapısından kurtulabildiler. Bu sadece bireyler için değil, kurum ve devletler içinde geçerli; uluslararası ve çok taraflı ilişkilerden de bilindiği üzere, karar mercii özelliği verilecek kararın sonucunu belirliyor. Her iki tarafta karar veren belli ise, orada müzakereler kısa ve sonuçlar net oluyor; taraflardan biri kazanır ve diğeri ise kaybeder. Bir tarafın kazancı diğer tarafın kaybıdır. Bu literatüre zero-sum game, yani sıfır toplamlı oyun olarak geçti. Buna karşın, karar mercii bir egemenin değil de, birden çok aktörün ve seviyenin olduğu müzakerelerden oluşuyorsa, o durumda müzakerelerin sonucunu önceden kestirmek zor. Örneğin ABD ve İran atom anlaşmasında da görüleceği özere, ABD’de bazen Başkanın yanı sıra eyaletler, senato ve anayasa mahkemesi gibi mercilerde sadece etkili değil ama aynı zamanda belirleyici olabiliyorlar. Yine Avrupa Birliği’nde sadece Avrupa Komisyonu ve Parlamentosu değil, ama aynı zamanda üye ülkelerin parlamentoları, hükümetleri sonuçları belirleyebiliyorlar. Dolayısıyla böylesi yapılarda atılan her adımın sonuçlarını önceden kestirmek ve mümkün sonuca göre pozisyon belirlemek zor. Bu ise uluslararası ilişkilerde bu ülkelere daha geniş bir manevra alanı tanıyor; istenilenin olmaması durumunda tek bir adres gösterilemeyeceği için, istenmeyeni reddetmek bir merciin değil bir bütün olarak devletin ve hatta demokrasi ve sivil toplum kurumlarını da düşünerek genel olarak bütün bir toplumun sorumluğunda ortaya çıkar.   Çokluğun tam da böyle durumlarda zayıflığın değil de, güçlülüğün bir özelliği olduğunu görmek ya da göstermek mümkün hale geliyor.

Sosyal Bilimciler ve Falcılardan

Sosyal bilimcileri kadercilerden, falcılardan ayıran en önemli özellik, falcıların bütün ampirik bilgilere rağmen gelecek hakkında öngörmelerde bulunmalarıdır. Buna karşın sosyal bilimciler mantık ve sosyal araştırıma yöntemlerine dayanarak olabilirlikler hakkında bilgi verirler. Falcılar kararlı spekülasyonlarıyla bilim insanları ise itinalı modelleriyle övünürler. Bu iki meslek grubunun toplumdaki etkinlikleri sadece bu meslek gruplarının toplumdaki statüleri hakkında değil ama aynı zamanda bir bütün olarak toplumun yapısıyla direk bağlantılıdır. Hangi toplumlarda, hangi türden belirsizliklerin, hangi yöntemlerle öngörüldüğü, o toplum, kültür ve kişiler hakkında geniş bilgiler verir.

Bilim ve bilginin önemli olduğu bir toplumda o bilgiye ulaşmanın yolu kolaydır. Falcılığın daha önemli olduğu toplumdaysa veriler ve onların güvenirliği hakkında şüphelerin yanı sıra, bir de bu enformasyonlara ulaşmak zordur. İlkinde şeffaflığın, ikincisinde ise muğlaklığın hissedilir olduğunu varsaymak zor değil. Bilimin olmadığı yerde toplumda oluşan bir krizin nasıl başladığı ve bir sonraki tehlikeye nasıl evrildiği hakkında yaklaşık öneriler varken, diğerinde öngörülen tehlikelerin nasıl risklere dönüştürüldüğüne tanıklık ederiz. Bu fark bilgiyle önsezi arasındaki farka denk düşer. Bilgi tanı, önsezi ise idrak etme üzerine kuruludur. İdrak edebilmek için, o toplumun DNA’sını tanımak gerek. O toplumun kültürüyle harmanlanmış olmak gerek.  Buna karşın iyi bir tanı sosyal yaşamda var olan çoğunluklardan soyutlama yeteneğini zorunlu kılar. Tanı daha çok filozofların, idrak ise daha çok kültür bilimcilerin işi. Tanı şeffaf toplumlarda, idrak ise daha sıkı dokunulmuş toplumlarda daha yoğunlukla gözlemlenir. Şeffaflığın kısıtlı ve bireylerin idrak üzeri geleceklerini idame etkileri bir toplumda neyin hangi sonuçlara yol açacağını kestirmek sosyal bilimciler için zor. Bir toplumda ne kadar çok akılcı rasyonel yöntemle edinilmiş bilgi ve bu bilgiler üzerinde kurulu örgütler, kurumlar varsa, o toplum o kadar çok bilgiden beslenen uzman kişiler yetiştirir ve aynı zamanda o kadar az önsezileriyle çalışan meslek gruplarına ait bireylerin kararlarıyla örgütlenir ve yönetilir. Buna karşın, sosyal bilimin gelişmediği, vatandaşın bilgiye önem vermediği bir toplumda spekülasyonlar artar. Diğer bir söylemle, kimi toplumlar bilgi değil de seziden yola çıkarak spekülasyonları geliştirme geleneğini aile, din, bireysel korku alanlarıyla sınırlamada diğer toplumlara nazaran daha başarılılar.

Bu toplumlar sporda, bilimde, uluslararası ilişkilerde, ekonomide, siyasette vs. uzmanlaşmayı önsezi değil bilgi uzmanlığı üzerine kurarlar.

Akla şöyle bir soru gelir; önsezi üzerine kurulan ve falcıların kamudaki olayları yorumlamada etkili olduğu bir toplumda bilgi üzerine kurulu kurumların çalışma biçimine nasıl yansır? Bunun herhalde şöyle bir yansıması olur; spekülasyonlar ve komplo teorileri politikayı belirlemeye başlar. Her siyasi gelişme dış güçlerin müdahalesiyle açıklanmaya başlanır.  Bilimsel bilgi gerektiren kararlarda bile uzmanlar değil, siyasetçilerin belirleyiciliği başlar. Kamu, herkesin her şeyi bildiği bir öneriler denizine dönüşür. Geleceğe dair öngörüler, ihtimaller önsezilere dönüşür. Falcılar objektif verilerin sübjektif kullanımıyla ilgiliyken, sosyal bilimciler sübjektif verileri de objektif kriterlerden yola çıkarak değerlendirmeyi yeğlerler.  Modern birey bu farkı bilerek, yaşadığı uzamın yoğunluklarını anlayarak, sindirerek ve paylaşarak yaşar. O İmmanuel Kant’ın deyimiyle diğer bireylerle evrensel olma ihtimali olan kanun ışığında iletişime geçer.[3]

Bu ise modern toplumların siyaset sahnesi olan kamudaki iletişimin en önemli özelliklerinin başında gelir. Burada her aktör söylediğinin, yaptıklarının, yazdıklarının gerektiğinde, istendiğinde nedenlendirebilmek, altını doldurabilmekle görevlidir. Kamu alanını kullanan herkes bu sözleşmeyi en azından zımnen imzalamış sayılır. Nedenlendirebilme bu anlamıyla herkese verilmiş bir sözdür. Kamuda yapılan her paylaşım kamu alanını kullanarak, kamuya mesaj vermek üzere yapılır. Bu ise onun artık özel olmayan, kamunun ışığında aydınlanmış bir paylaşım olduğu anlamına gelir. Şu an bu satırların yazarı olarak benim de yaptığım gibi. Bu ise beni kamuyu kullanan diğer bütün bireylerle eşit koşullarda olduğumu ve/veya var olan eşitsiz koşullara rağmen iletişimimin aynı koşullarda yapıldığının tarafımca en azından tanındığını gösterir. Aktörler tam da bu birlikteliğe sığınarak gerektiğinde diğer bireyler de lafının altını doldurabilmelerini beklerler. Yazar yazarken herkese hitap edeceği için, yazılanı nedenlendirebilmenin herkesi ilgilendirdiği kabul edilir.

Sonuç olarak, güç ilişkileri, devlet yapıları ve de toplumsal ve uluslararası temel durum arasında hep çok düzeyli, çok katmanlı bir ilişkiler bütünlüğü vardı. Bu bütünlüğü görmeksizin Batı’da yapılanın hep belirgin ve Doğu’da yaşanılanın ise hep edilgen olduğunu düşünmek kolaycılıktır. Batılıların[4] gücü Doğuluların zayıflığından kaynaklanmıyor. Son 100 yıldır Batılıların siyasi-ekonomik-kültürel ve askeri emellerinin Doğuluların siyasi-ekonomik-kültürel ve askeri amaçlarını bastırmasını, Batılıların hilekârlığı, düzenbazlığı, perde arkasında karanlık işler çevirmeleri gibi ithamlarla açıklanamaz. Bu atıl durumda olmanın bir sürü nedeni var. Ancak şu bir gerçek ki, bu asimetrik güç dengesini SykesPicot anlaşmasıyla açıklamak var olan kompleks, karmaşık durumu görmemezlik gelmek demektir.

Geri dönüp bakıldığında bu “geri kalmışlığın” önemli bir kaynağının Doğu kültüründe veya kültürlerinde bireylerin karar verme yetilerini kendilerinde görmemelerinde görmek mümkün. Tespitim doğruysa, şunu gözden kaçırmamak lazım: Doğuluların bireysel karar verememeleri, Batılıların verdikleri kararların sonuçlarını, gerektiğinde değiştirme ve bundan doğan sonuçları yeniden kendi lehlerine çekmelerine yardımcı oluyor. Ancak bu olguyu Batı hegemonik güçlerine rağmen değiştirmek biz Doğuluların istemi, dolayısıyla da görevidir. Bunun da ilk adımı, bireylerin varlığıdır – doğru olduğundan emin olduğu kararlarını diğer istemlere rağmen vermekte zorluk çekmeyen insan. Böyle bir bireyin oluşumunda eğitim tabii ki hayati bir öneme sahip. Nasıl ki bir insan, toplumun gelenek ve göreneklerini eğitim yoluyla kendisinde toplayarak, onları var olan bilgi ve teknoloji ışığında felsefi olarak kendisine katarak özgürleşiyorsa, aynı şekilde toplumlarda kendi kaderini tayin etme sürecinde var olan değer yargılarını evrensel olma ihtimali olan bir prensiple güncel zorluklar karşısında yeniledikçe ve genelleştirdikçe, karar almada soyut ve mantıken doğru olan prensipleri kullandıkça kendileri olabilirler ve diğer toplumlarla iletişimde kalabilirler. Bu dönüşü olmayan kararı verebilen, kendiyle barışık özgür bir birey veya toplum oluyor. Diğeri ise, kendisince hep mazlum ama objektif olarak kurban kalıyor.

Bu makale Ali Demir’in Demokrasi, Hukuk Devleti ve Sivil Toplum kitap çalışmasından alınmıştır…

ISBN: 978-605-4915-33-0
Yayıncı Sertifika No:  61978
Kalan Basım Yayın Dağıtım (Kalan Yayınları)
Bahçelievler Mh. Yıldırım Sok. Demirdağ Apt. No:19. Batman kalanyayinlari1999@gmail.com


[1] URL: https://avalon.law.yale.edu/20th_century/sykes.asp

[2] Hardt, Michael and Negri, Antonio (2004): Multitude. War and Democracy in the Age of Empire. Ney Work: The Penguin Presss. Türkçesi için bakınız:  https://anarchocopy.org/libre/mhardtahttps://anarcho-copy.org/libre/m-hardt-a-negri-imparatorluk.pdfnegriimparatorluk.pdf

[3] Demir, Ali (2021): Çoğulcu Kamusal Alanda Dini Kimliklerin

Özgürlüğü ve Demokrasi İletişimi. Etkileşim Dergisi, Vol.7, S. 98127. URL: https://dergipark.org.tr/tr/download/articlehttps://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/1608972file/1608972

[4] “Batılılar ve Doğulular” kavramları son derece muğlak olmasına rağmen, söylenmek istenileni en basit şekliyle anlatabilmeleri nedeniyle kullanılmıştır.