Ataol Behramoğlu ve “Mustafa Suphi Destanı”

ÖZET
20. yüzyıl bitmeden kısa bir süre önce, sömürgecilik sonrası Türkiye edebiyatının paradigmatik ve yenilikçi sunuşlarından biri olarak sürgün edebiyatı ortaya çıktı. Bu, hâlâ gelişmekte olan edebî türün dayanak noktası olmasına rağmen Avrupa’nın emperyal genişleme kazısının yanı sıra, onun dekolonizasyon üzerine çok tartışılan söylemlerden feragat etmesidir. Bu edebiyatın üzerinde durulan nokta vatanın, sürgünlüğün ve kültürel kimliğin yakalanması zor kavramları üzerinedir. Bu faktörler, genellikle kitlesel göç ve küresel kapitalist hitabetin gerçek içeriğinin aktarımını tıkayarak önleyen küreselleşme ve ulusöteciliğin kör eden öznellikleri ile artmaktadır.

Sonuç olarak Ataol Behramoğlu’nun Mustafa Suphi Destanı isimli eseri (1979) ve onun sanatına henüz verilecek kritik önem, bu tür araştırmanın yapı sistemini betimlemeye doymuştur. Yani bu makalenin hipotezi, küreselleşmenin beceriksiz vaatlerinden yayılan ulusöteciliğin baskıları, Türkiye’nin ulusal uyumsuzluğunun kültürel duygu karmaşası ve antinomi ile bağıntıları olduğudur. Her ikisi de Ataol Behramoğlu şiirinde en başlıca kinayelerdir. Sürgün; anlam itibarıyla gerek isteyerek gerekse zorla insanların bir sosyal alandan diğerine yer değiştirmesi, kaçması ya da taşınması demektir. Uluslararasında yükselmiş ara bağlantısallığa cevaben bir sosyal harekettir, ulusöteciliktir; her ikisi de sürgünde kültürel duygu karmaşası ve hoşnutsuzluk doğurduğundan dolayı paradoksaldır.

Anahtar kelimeler: ulusötecilik, sürgün, antinomi, duygu karmaşası, Ataol Behramoğlu, küreselleşme, Türkiye.

GİRİŞ
Çağdaş Türkiye edebiyatının en önemli tematik meşguliyeti sürgün ve ulusöteciliğin ana fikridir. Bu tür bir kinayeye Türkiye edebiyatının yanıtı, bu tür bir durum geçişi sonrası yabancılaştırmanın yanı sıra sürgündekilerin kendi yeni evleri olarak dikkate aldıkları yabancı bir ülkede hayatta kalmanın travmasının göz önünde tutulmasıdır. Sömürge sonrası edebiyatta küreselleşme ve çağdaş küresel siyasetin ardından sürgün ya da ulusöteciliğin meselesi, bir ulusun siyasî süreç, kültür ve yönetim gerçeklerini anlamak için çok merkezdedir. Bu, yaşamanın baskılarının insanları yabancı ülkelerde daha yeşil otlaklar aramaya zorlamış olan Türkiye ile olan durumdur. Kendi doğal sonuçları olarak sürgüne sahip küreselleşmenin gerçekleri, küreselleşme ve ulusöteciliğin çirkin yüzlerini kazıp ortaya çıkaran tepkilerin ve girişimlerin sinerjisine katkıda bulunmanın yanı sıra sürgün sonrası Türkiye edebiyatını zenginleştirmiştir.

Sürgün edebiyatının işaret ettiği gerçeklik ve denksizlik, bir kitapta sürgün ve ulusöteciliğin tuvalleri olan sömürge sonrası Türkiye’nin ve onun refakatçisi keyifsizliğinin, küreselleşmiş kapitalist sisteminin trajedilerinin bir ideo-estetiği Mustafa Suphi Destanı’nın sanatını canlandırdı.

Buna göre planetizasyona ya da başka türlü anıldığı adıyla globalizasyona (küreselleşme) yönelik ateşli yarış, müzakerelerin tüm şeklini oluşturmuştur ve oluşturmaya devam edecektir. Bu müzakereler ve tartışmalar, kurumsal katmanlar karşısında yanıtları ortaya çıkarmak zorundadır.

Ataol Behramoğlu’nun eseri Mustafa Suphi Destanı, bu tür yanıtlardan birisidir. Ulusöteciliğin yörüngesini izleyen sanatsal bir yeniden yapılandırma olarak Mustafa Suphi Destanı’nın sanatının gerekli kaynaklarından biri, sürgün ve ulusöteciliğin fenomenlerinin pek çok gelişmekte olan ülkenin felaketi olan küreselleşmeye hangi şekilde ilişkili olduğudur. O da Ataol Behramoğlu’nun şiirde anlattığı çevresel, sosyal, kültürel ve politik çelişkilerin arkasındadır.
Böylece Mustafa Suphi Destanı’nda Behramoğlu, bizim sürgünün kültürel siyaset ve ulusal kimliğin çetrefilli sorularını kusan, son derece kişisel perde arkasını kavramaya yönelik kolektif sosyal bilincimizi uyandıran oryantalist öfke ile Türkiye’nin sosyo-politik ve kültürel söylemleri üzerine bir tartışmaya davet ediyor.

Buna ek olarak neo-liberal kapitalist küreselleşmenin predasyonlarına toplum temelli direnç içine daha genişletilmiş anlayışlar geliştirmek, küresel aktivistlerin Avrupa merkezci ve otorite yanlısı siyasî teorilerin ötesine taşınmalarına önemli bir fırsat sunmak, anti-otorite yanlısı aktivistler için bir çıkış noktası sağlamanın yanı sıra Mustafa Suphi Destanı, Türkiye üzerinde oluşan estetik bir topluluğun parçasıdır. Bu esasen benim neden ve neyi iddia ettiğimdir.

Şöyle ki ben, sanatçının aktivist rolüne inanıyorum. Eylemin kötü bir durumu düzeltmek için önemi vardır. Pasif ya da apolitik olmak bir şeyleri değiştirmeyecektir. Benim yorumlarımın önceden belirtisi olan eylem eleştirici fikre, küreselleşme ve kimlik politikalarının kötülüklerini aşmanın yaratıcı vizyona sahip olmalıdır. Bu benim, Behramoğlu’nu muhtemelen İkinci Yeni şiiri sonrası kendi jenerasyonunun en iyisi olarak gördüğüm değerlendirmedir.

Behramoğlu’nun anlatımının mahiyeti, Türk deltasının ekolojik ve çevresel tahribatının bulgusu niteliğinde olsa da o aynı zamanda kültürel yeniden olumlama, ulusal kimlik ve çevresel takviye için duyulan ihtiyaçla ilişkili bir ulusun küreselleşmenin entrikasından, beceriksiz yönetim ve ulusöteci baskılarından korunmasının yanı sıra daha geniş Türkiye toplumunun panoptik bir görünümünü sunar. Sosyalist gerçekçilik ötesinde global-lokal endişe ve Türkiye şiiri burada konu ile ilgilidir.

Benim iddia ettiğim gibi Türkiye şiirlerinin son çalışmaları, Batılı olmayan bakış açısının geçerliliğini ve yaşamın anlamını kavramanın yolunu kabul etmek için bize meydan okur.
Bu, Türkiye’nin yerel kimliğini bulanıklaştıran küresel kimlik politikalarının ardından kendi kültürel ruhunu kaybeden Türkiye hakkında Behramoğlu’nun görüşü ile uyum içindedir. Küreselleşme ve kimlik politikalarının tehlikelerini ilgilendiren bu nokta, şairin deneyimlerinin gerçekliğini yansıtır.

Şair; göç, küreselleşme ve yeni Türkiye edebiyatı bağlamında sürgün edebiyatının altında yatan desteğin ortaya çıkmasını sağlar. Göç, küreselleşme ve sürgün, ulusötecilik ve çoklu yerleşikliğin ilgili fenomenlerinin kültürel kimlik, estetik, yurt dışındaki Türklerin edebî üretiminin içerik ve biçimi ile etkileyici ilgileri bulunmaktadır.

Bu bağlantıda benim, yurt dışında yaşayan ve Türkiye ya da Türkiye deneyimi hakkında yazan Türkiyelilere ilişkin yer poligamisinin anlatım biçimine ilişkin söylediklerim asılsız değildir. Türkiye diasporasını ifade eden estetik ile herkesçe duyulmaktadır. Bu, aynı zamanda sürgünün anavatanında gözler önüne serilen ulusal dramanın bir değerlendirmesidir.

Bu doğrultuda Ataol Behramoğlu, eserlerinde kendini ifade ediş tarzını bulmak için sürgün fenomenine, küreselleşme ve çoklu kültürlülüğe izin veren Türkiyeli şair, yazar ve bilim insanlarından biridir. Küreselleşme ve ulusöteciliğin gerçeklerinin ardından ulus-devlet söyleminin sınırlarının ötesinde çağdaş Türkiye deneyiminin temsil edilişinin bu yöntemi, Mustafa Suphi Destanı’nın alamet-i farikasıdır.
Benim dikkat çektiğim işte bu konudadır. Şöyle ki küreselleşmenin kavramları her yerdedir. Ulusöteciliği düşünmek ve ulus-devletin sınırlarının ötesine hareket etmek, sınır topraklar ve diasporalar açısından düşünmek için bu girişimler hakkında gitgide daha fazla okuruz ve duyarız.

Gerçekten de birkaç bilim insanı, Türkiye diaspora çalışmalarının yeniden doğuşuna katkıda bulunmuştur. Bu nedenle Mustafa Suphi Destanı, aslında paradoks ve küresel kapitalizmin doğasında olan hoşnutsuzlukları ilgilendiren Türkiye diasporası deneyiminin kırılması olarak formüle edilen bu tür şiirlerden oluşan bir eserdir.

Dünya ideolojisi, kültür ve siyasal sistemi homojenleştirmenin sonuçları, sürekli az gelişmişlik projesi üzerine ‘diğer’ uluslar, küreselleşmenin ve onun yan sistemleri kavramının ötesindedir. Bu, sürgüne ait ulusöteci deneyime üzüntülü bir şekilde dâhil edilmiştir.
Homojenlik için bu arayış,

Behramoğlu’nun göz önüne aldığı dünya sisteminin evrenselciliğidir. Küresel sistemin evrenselciliği sürgündekilerin anavatanında siyasî istikrarsızlığı kullanmak için Batı tarafından işlenen bir entrikadır: kendi anavatanlarında varoluşun baskılarının hemen ardından alternatif sosyal alan aramak için sürgündekilerin iştahını kabartan sosyal hareketin nedenlerinden biri… Bu konuda genel olarak küreselleşme; ister ulus devletin, toplumların ya da bireylerin olsun, eski kimliklerin görelileşmesini, istikrarsızlaştırmasını, yeni melez varlıkların diasporik topluluklar gibi ulusöteci fenomenlerin yaradılışını kapsar.

Yukarıdaki konjonktür bağlanmamışın, bağlanabilirliğinin ve kaderinin diyalektiği ile yankılanır. Sürgün temsilinin bir diğer kaynağı, sömürge sonrası Türkiye’de yönetimin işleyiş usulü ya da izlenen yöntemidir. Sömürge sonrası Türkiye’ye ilişkin pek çok şey söylenmiş, önerilmiş, yazılmış ve tartışılmıştır. Bu dava konusunun derinlemesine araştırılması girişimleri, bu makalenin özünü engelleyecektir.
Ancak ben, modernite ötesinde devletin ve toplumun sürgün deneyiminin arkasındaki varoluş sebebini çok etkileyici buluyorum. Bana göre bireylerin arzularını şekillendirmek ve onları kolektif siyasî amaçlar içine toplamak, devletin iktidarsızlığı, ulusötecilik ve sürgünün en başlıca kaynağıdır.

Türkiyelilerin kendi anavatanında karşılaştıkları, sürgünü karşı konulamaz hâle getiren zorlu yaşam koşullarından ayrı olarak ulusöteciliğin aciliyeti, coğrafî ve sosyal mekân ahengini bulanıklaştıran,  gelişmiş üretim süreci ve yararları için uluslar ve insanlar arasında ulusal birlikteliği artıran küreselleşme biçimi, bu düşüncenin göz önüne alınışında hayati önem taşımaktadır.

Diasporik kimlik siyaseti ve bu uygulamadan kaynaklanan çifte bilinç kırılmasında Türkiyeli yazarlar, ırk ilişkilerinin konumu, kanonik küresel etnik siyaset içinde yer tabanlı estetik ve modern dünya hakkında algılar ile ilgili zihinlerimizi aydınlatmışlardır. Onlar, yabancı çevrelerde yüzleştikleri ikilem sürgünleri, aynı derecede açık şekilde dile getirmişlerdir.

Türkiye edebiyatında küreselleşmenin hilesinin yanı sıra, sürgünün antinomisinin önceden habercisi olmuştur bu çalışmalar. Sürgündekilerin özlemlerine aykırı olarak yeni bulunmuş ev, ulus öteci dünya, anavatandan yeni çevrelere, bilhassa Batı’ya, toplumsal hareketin ağrılarını hafifletmek ya da imdadına yetişmeyi teklif eder gibi görünmüyor. Bu motif, Mustafa Suphi Destanı’nın sanatını kaplar.

Kitapta parçalara ayrılıp incelenen çevresel ve sosyal dengesizlikten farklı olarak şiirin önemli bir odak noktası da sürgün deneyiminin paradoksudur. Sürgün ve ulusötecilik fenomeni üzerine Mustafa Suphi Destanı’nda Behramoğlu, birinin anavatanını terk etmenin hedeflerinin geride bırakılan bir şeylerin kaybolması ile mahvolmuş bir tarz aracılığıyla akut bir şekilde sürgünle ilgili deneyimin antinomisini özetler.

Bertolt Brecht’in şiirlerinden biri olan “Sürgün Üzerine”, şairin ikilemi ve sürgünün antinomisi hakkında aynı noktaya değinir:

“Ne işe yarar çivi çakmak duvara/ As gitsin iskemleye elbiseni/ Nasıl olsa döneceksin/ Bir hafta için değer mi?/ Sulamasan da olur o fidanı/ Ağaç dikmesen de olur/ Boyu dizini bulmadan daha/ Dönecek değil misin sevinç içinde?/ Hiçbir işe yaramaz o yabancı dilden kitap/ Kimliğini açığa vurmaktan gayrı./ Seni çağıran mektup/ Ana dilinde yazılmış olmayacak mı?/ Kireçleri dökülür gibi bir eski yapının/ (Ko dökülsün engel olma!)/ Yıkılır gider adalet karşısında bir gün/ Şu sınırda gördüğün/ Zulüm duvarı da./ Elinle çaktığın şu çiviye bak/ Söyle ne zaman döneceksin uzak yurduna?/ Neler sezdiğini bilmek istemez misin?../ Emek verdin durmadan/ Kurtuluş için/ Odana kapanmış aralıksız yazarsın/ Nedir ürünü emeğinin bilmek istemez misin?/ Kestane ağacına bak avluda boy atan/ Elinle suladığın kestane ağacına” (Çev: Attila Tokatlı).

Sürgünlüğe, ulusöteci harekete, yanı sıra yukarıdaki şiirde betimlendiği gibi türde bir eylemin antinomisine bağıntılı çelişkiler, aşağıda uzun uzadıya aktarılacak olan Mustafa Suphi Destanı’ndan dizelerle devam bulmaktadır:

“Karadeniz/ ıssız, karanlık/ bir denizdir,/ tasalı/ kırgın./ ve bir göl gibi/ sıkışıp kaldığı/ karaların/ kıskacında/ bunalmış gibidir./ mustafa suphi/ ve arkadaşları/ on beş/ kavga ve bilinç yoldaşı/ bu denizde öldürüldü/ ve bu dalgalara/ gömüldü cesetleri…/ mustafa kemal şöyle demişti: / “biz/ bizi mahvetmek isteyen/ emperyalizme/ ve bizi yutmak isteyen/ kapitalizme karşı/ heyeti/ milliyece mücahedeyi/ caiz gören bir mesleği/ takip eden kimseleriz…”/ ekleyecekti:/ “milyonerler/ hatta milyarderler/ yetiştireceğiz…”/ on beşler/ bizi mahvetmek isteyen emperyalizme/ ve bizi yutmak isteyen/ kapitalizme karşı/ dövüşü/ temelden/ örgütlemeye gelmişlerdi/ ama cellatlar/ çıktı karşılarına…/ çünkü doğum/ başlamıştı bile / ölümü taşımaya/ bağrında…/ şair bir an/ durdurdu kalemini/ uğuldayan başını/ çevirdi geçmişe/ ve geleceğe…/ halk/ çok acılar çekti/ ve/ çekmede…/ fakat ölüm/ hayatı yıldıramaz…/ “hiçbir şey/ ne kan/ ne zindan/ ne ateş/ halkın bağımsızlık/ ve demokrasi mücadelesini durduramaz…”.

Yukarıdaki ayrıntılı satırlarda ifade edilmiş olan antinomi, bir başka şiirde karşılık bulur.

Behramoğlu’nun bu noktaya acıyla dokunduğu “Leningrad 1988”:
“Avrupa Oteli” yakınlarında/ Delikanlı bir Puşkin/ Bakışları bulutlanmamış daha/ Alnında gölgesi yok kederin/ Beyaz yaşmaklı bir kocakarı/ Oturmuş üstünde bir bankın/ Yarım metrelik topuklar üstünde/ Geçiyor iri kalçalı bir kadın/ Aleksandr Sergeyeviç Puşkin/ Bizim Orhan Veli’yi anımsatıyor/ İkisi de genç, dokunaklı/ Ve yaraları hâlâ kanıyor/ Adı Puşkin Parkı mı bu parkın/ İşte sabah güvercinleri/ Sırtımda bir tiril gömlek/ İlk gençliğimdeki gibi/ Yoksul giyimli bir küçük kız/ Fotoğraf çektirdi anıtın önünde/ Rusya içlerinden belli ki/ Ve koşup gitti annesine/ Kovboy şapkalı bir turist/ Yetmiş yaşlarında filan/ Puşkin’i görüntüledi/ Çiklet çiğniyordu bir yandan/ Puşkin, elini uzatamadı/ Okşayamadı küçük kızı/ Israrla baktığım yüzünde/ Tek çizgi kıpırdamadı/ Küçük kız büyür bir gün/ Ve okur Yevgeni Onegin’i/ Ama ne Rumeli/ Hisarı’nı/ Duyacak, ne Orhan Veli’yi/ Geçiyor bir kedi sürünerek/ Anıtın önündeki çiçeklere/ Hoşça kal Puşkin, kardeşim/ Götürürüm selamını Orhan Veli’ye”
Kitlesel göçteki paradoks, iç güdümlü ifade, bir diğer şiir “Sofya’da Devrim Müzesini Gezerken”de ayrıca verilmiştir:
“Sofya’da devrim müzesini gezerken/ Arınmak gereksinimindeydim/ Koptum sokağın kargaşasından/ O serin yapıya girdim/ Bizim için savaşanların/ Ve ölenlerin fotoğrafları vardı/ Sanki yüzlerce yıllık uzak bir/ Geçmişten bakıyorlardı/ Hazin ve sıcak bir gülümseyiş/ Dudaklarında bir genç kızın/ Kurbanı olmuş/ Faşist kurşunlarının/ İşte boyunlarına kadar/ Toprağa gömülü partizanlar/ Geride, kurşuna dizilmeyi/ Bekleyen genç insanlar/ İşte Milev’in cam gözü/ Sonsuzca bakmaya yazgılı/ Bakıyor ölümsüzlüğe/ Eylül’ün ozanı/ İşte asılan yurtseverler/ Sisli, karanlık bir sabah/ Yanda birkaç üniformalı/ Birkaç alçak/ İşte Leipzig’de Dimitrov/ Aydınlık bakışlı gözleriyle/ Suçluyor savcıyı/ Göring küçülmüş küçüldükçe/ Ve Vaptzarov’un yiğit alnı/ Ve el yazısı takvim yaprağında/ Yürüyor sonsuzluğa/ Bu destansı kavgada/ İşte kurtuluş günü/ Sofya’da halk ordusu/ Zafer çığlık çığlığa/ Kaplamış ufku/ Dimitrov, kızı ve karısıyla/ Gülümsüyor barış günlerinde/ Silinip gitmiş/ Yurdu kaplayan gece/ Bir arada bütün bu fotoğraflar/ Bir başka dünyada gibiler/ Belki de gizli gizli/ Aralarında söyleşirler/ 1925’in şehitleri/ 30’ların, 40’ların/ Genç yaşta toprağa düşenler/ Büyük davası yolunda halkın/ Size borçluyuz ne varsa/ Adına mutluluk dediğimiz/ Eğiliyorum önünüzde/ Derin bir duyguyla, sessiz/ Öpüyorum birer birer/ Gözlerinizden,/ ellerinizden/ Çok şey var öğreneceğimiz/ Sizin özverinizden/ Sofya’da devrim müzesinde/ Bıraktım kalbimi ayrılırken/ Girdiğimden daha çok insandım/ O serin yapıdan çıkarken”.

Yukarıda kabataslak açıklanan bu durum, ne özcülüğe bir panzehirdir ne de verilmiş varlığın gereksiz itirazını tanımlayan değişmez ve sabit özelliklere inanç için bir çözüm olan sürgün paradoksunun tehlikelerindendir. Ancak kültürel melezlik sınırları içinde yer aldığını söylemeden geçemeyeceğim.

Bundan başka bu antinominin sorunsallığı, onun sosyal alanını değiştirmek için bu tarz bir sürgünün zihinsel tespiti olup onun dehşetini ve krizini yükselten yorgun mevcudiyetin ağırlığını azaltmayacağı anlamında, üçüncü alan söylemimi perişan eder.
Böylece kültürel sabitlik ya da monolitik kökenin heveslerine kötülüğü teşvik etmeyen bir yer olmasına rağmen ne biri ne diğeri ama bunun dışında başka bir şey olan üçüncü alan, tanımladığım gibi hâlâ sürgüne bir tamamlama sunmayıp tersine Türkiye’de sürgün şiirinin şiirselliğine gömülü antinomiyi dikkate alır.

Bu şiirlerde konfor aramak ve yüreğine su serpmek için ya da hayatı için güvenlik arayışı için birinin sürgüne gidişi gibi görüntüler paradoksal söylem yaratır ama buna sahip olmamak paradoksal olarak sona erer. Bunun yerine kendi anavatanından kaçmasına sebep olan şeylerden daha kötü olabilecek şeylerle karşılaşır. Böylece sürgünün kinayesi küreselleşme ve ulusal zorbalığın ikiz kötülüklerinin akıbetini takiben kaybettiğimiz iyiye sebebiyet verir ve boşuna oluşun anlık hatırlatıcı ipuçları ve mülteci çağı, yerinden edilmiş yurtsuz kişi, kitlesel göçünde anavatandan kaçışın sancıları, üçüncü dünyanın tutarsızlık söyleminden kaçmak için şairin çılgınca teklifi olarak hizmet eder.

GÖÇMEN SESİ: ANTİNOMİ VE KÜLTÜR ŞOKUNUN ŞİİRSELLİĞİ
Mustafa Suphi Destanı’nın evrenini kuşatan ses, onun yeni çevresiyle sürgün kişinin hayal kırıklığını ölçen bir işlem olan kültür şoku ile yankılanır. Yaradılışın dikkate alınışı ve kültür şoku kavramının gelişimi, bu çalışmayı ilgilendirdiğinden ve önemli bir yönünü oluşturduğundan dolayı hayati önem taşımaktadır. Kültür şoku terimi, kültür şokunu tanımlamada kullanılan temel faktörleri tanımlayan, antropolojik çalışmalarda sistematik olarak uygulanmadan önce, 1951’de ilk olarak Bertolt Brecht tarafından kullanılmıştır. Kültür şokunun aşamaları ya da süreçleri çakışmaktan ziyade ayrık değildir. Bu çalışmada, burada teknik olarak uygulanan vurgu kültür şokunun ilk üç basamağındadır.

Böylece Brecht’in görüşüne göre kültür şoku, “tüm tanıdığımız işaretleri ve sosyal ilişki sembollerini kaybetmemizden kaynaklanan kaygı tarafından alelacele meydana gelmiştir”. Esas olarak kültür şoku, tanıdık bir kültürden ya da çevreden nispeten yabancı olan bir diğerine taşınmanın darbesini gerektirir; bu tamamen farklı kültürlerin ya da sosyal alanların karşısında yeni hareketin sonucu olan şoktur. Brecht’in paradigması içinde, kültür şokunun üç aşaması vardır. Bunlar; “Balayı” aşaması (başlangıç basamağı), “Müzakere” aşaması (ikinci basamak) ve “Ayarlama” aşamasıdır (üçüncü basamak). Brecht’in sıralamasında ıslaklığı döndürerek kuvvetlice sıkan antinomi, mekânsal zorunlu göçü takiben gerçekleri görmeyi sağlamanın doğal sonucudur: mutluluktan pişmanlığa bir geçiş. Behramoğlu tarafından deneyimlenen kültür şoku burada etkileyici bir şekilde tahmin edilmiştir:
“Berlin’de, Doğum Yıldönümünde Nâzım’ın”:
“Berlin’de/ Yetmiş beşinci doğum yıldönümünde / Bir bayrak gibi yükselttik Nâzım’ı…/ Altında/ Dünyanın bütün namuslu/ insanlarının/ Omuz omuza toplandığı/ Dile geldi halkımızın/ Binlerce yıllık korosu/ Acılı, öfkeli/ Umutlu, yiğit/ Ve sımsıcak/ Sesini yükseltirken/ Ruhi Su…/ Berlin’deki omuzdaşlar/ Türkülerle ve/ Kardeşçe dayanışmanın/ Coşkusuyla donattılar bizi… Onur ve sevinç duyduk/ Dinlerken/ Batı Berlin Türk İşçi Korosu’ndan/ Evrensel boyutlara ulaşan türkülerimizi…/ Cana yakın, bilge/ Dost güzelliğini toprağımızın/ İlettiler yığınlara/ Sesleriyle ve tavırlarıyla/ Sümeyra, Semra…/ Ağrıyan yüreği/ Ve sonsuz acılarına rağmen/ Yılmayan umudu/ Ve inancıyla/ Ve elle tutulur/ İnsan sıcaklığıyla/ Yaşatırken Nâzım’ı/ Sahnede Genco;/ Yüreğimizde bir kez daha/ Biledik sevgiyi/ Umudu, hıncı…/ Karıştı Nâzım’ın türkülerine/ Brecht’in/ Aklından ve/ yüreğinden fışkıran türküler/ Sesiyle değil sadece/ Gözleriyle de/ Söylerken İlse Scheer…/ Halklar adına/ Yargılayan ve hesap soran/ Müthiş bir yargıç gibiydi/ Maria Faranturi…/ Ezilenlere/ Kanat germiş/ Bir ana tanrıça gibi ya da…/ Bitmez tükenmez sesi/ Ve öpülesi/ Sol yumruğuyla…/ Anladık ki bir kez daha/ Bizim gücümüz/ Bu koskocaman dünyada/ Yalnız olmamaklığımızdır…/ Anladık ki bir kez daha/ Hiçbir engel tanımayacaktır/ Zafere giden yolda/ Birliğimizden doğan kuvvet…/ Yaşasın dünya halklarının devrimci dayanışması…/ Hoch die internationalen solidaritaet…”.
Yukarıda alıntılanan biçimsel saadet, sürgün kişinin kapalı olmayan, böylelikle onun gerçek durumunu açığa çıkartan ruhsal durumu tarafından içsel monologu ya da bilinç akışını yankılar.
Yukarıdaki durumda sürgün-kişi, iyimserlik ve moral bozukluğu arasında bocalayan ruhsal durumunu klinik olarak göstermek için karma dil, yani iki dilin karışımıyla oluşan melez dil olarak daha yaygın kullanılır ve standart Türkçenin bir karışımını kullanır: neşeden acıya bir hareket. Şair, en iyi ulusöteci hareketin sembollerinden biri olan Almanya’nın ne olduğunu ve umduğu şeyi sunmadığını fark ettiğinde şok olmuştur. Bilâkis Almanya, bir fotoğraf hilesi ya da düpedüz bir yanılsamadır.

Bir diğer şiir olan “Unuttum, Nasıldı Annemin Yüzü” nün yanı sıra “Berlin’de, Doğum Yıldönümünde Nâzım’ın” da fark edilen balayı aşaması, insanlığın pozitif değerlerinin küresel kapitalizmin olumsuzluğunun ardından, sürgünlerin kültürel kimliğine beceriksiz girişim ve alaycı umursamazlık vasıtasıyla şairin hoşnutsuzluğuna ve hayal kırıklığına dönüşür.

Ayrıca bir başka şiir olan “Bir Ülke Nedir”de, şairin anavatanında siyasî sınıfın sefaleti ve pisboğaz iştahlar, yeni bulunan dünyada onun deneyimi tarafından oldukça şiddetlenmiştir:

“Bir ülke nedir diye sordum/ Düş kuranın birine/ Ülke düşlerdir dedi/ Gerisinden bana ne/ Bir ülke nedir diye sordum/ Kırda açan çiçeğe/ Ülke kokumdur dedi/ Gerisinden bana ne/ Bir ülke nedir diye sordum/ Gökte uçan şahine/ Ülke avımdır dedi/ Gerisinden bana ne/ Bir ülke nedir diye sordum/ Yerde sürünen yılana/ Ülke yuvamdır dedi/ Gerisinden bana ne/ Bir ülke nedir diye sordum/ Cebi dolu birine/ Ülke paramdır dedi/ Gerisinden bana ne/ Bir ülke nedir diye sordum/ Cebi delik birine/ Şöyle bir süzdü beni/ Dedi ki git işine”.

Yukarıdaki dizeler, sürgünlerin anavatanı için nostaljik bir duygu tavsiye etmektedir. Sürgünlerin küreselleşmeyi paradoksal olarak kabulü, büyük ölçüde dünyanın dört bir yanında ikincil yaşam durumunun evrensel betimlemesinin görev alanı içindedir. Böylece sürgün, kendi anavatanında acı içinde kıvranmadan kaçmış olmasına rağmen kendi yeni sosyal alanında, ‘yeni dünya’da kişisel tatmin eksikliğinin yanı sıra zihinsel ve sosyal atrofiden geçmektedir. Uykusuzluk hastalarının rüyalarının oksimoronu, sürgünün kırık düşleri ile yankılanan bir retorik cihazdır.
Yukarıda betimlenen nostaljinin duyusu, bir başka ülkede mümkün olan daha yeşil otlaklar için kendi anavatanını terk etme üzerine sürgünün hayal kırıklığını güçlendirir. Bu durum, sürgündekinin yeni ortamındaki herkes tarafından paylaşılan kültürel parayı oluşturan sembollerin yeni dizisi ve normlarına uyum sağlama ile ilişkili zorluk ve risklerin kavramları tarafından bildirilen antinominin bir duyusunu cesur bir rölyef içinde yakalar. Kültür şokunun son bölümü sürgündekinin yeni ortamının iklime alıştırılmasıyla ilgili olan ayarlama aşamasıdır. “Türkiye, Üzgün Yurdum, Güzel Yurdum” şiirinde Behramoğlu’nun ozanlık duyusu, şölen için masaya oturmak, onun yeni sosyal ortamına alışmak için kendi yeteneğini dramatize eder gibi ve bunu bu şekilde yaparak onun cömertliğinden zevk almaya başlar:

“Türkiye, üzgün yurdum, güzel yurdum/ Boynu bükük ay çiçeği/ Şiirin ve aşkın geleceği./ Türkiye, üzgün yurdum, güzel yurdum/ Dağ rüzgârı, portakal balı/ Alçakgönüllü, hünerli, sevdalı./ Türkiye, üzgün yurdum, güzel yurdum/ Yazgısı kara yazılmış gelin/ Kurumuş sütü memelerinin./ Türkiye, üzgün yurdum, güzel yurdum/ Harlı bir ateş gibi derinde yanan/ Haramilerin elinde bunalan./ Türkiye, üzgün yurdum, güzel yurdum/ Güngörmüş, bilge toprağım/ Yunus, Pir Sultan ve Nâzım./ Türkiye, üzgün yurdum, güzel yurdum/ Bozlak, ağıt, halay ve zeybek/ Dumanı üstünde ekmek./ Türkiye, üzgün yurdum, güzel yurdum/ Yüzü kırış kırış anam/ Ağlayan narım, gülen ayvam./ Türkiye, üzgün yurdum, güzel yurdum/ Asmaların üstünde gün ışığı / En güzel geleceğin yakışığı./ Türkiye, üzgün yurdum, güzel yurdum/ Zinciri altında kımıldayan/ Bitecek sanıldığı yerde başlayan”.

Yukarıdaki şiirde şair, kendi yeni ortamının güzelliklerinden oldukça keyif alıyor. Sürgünün yeni evine memnuniyeti ve uyum duygusu, kendi anavatanını küçümseme ve hoşnutsuzlukla hatırladığı bir başka şiirde,

“Bebeklerin Ulusu Yok” kıyaslanan bir örnek bulur: “İlk kez yurdumdan uzakta yaşadım bu duyguyu/ Bebeklerin ulusu yok/ Başlarını tutuşları aynı/ Bakarken gözlerinde aynı merak/ Ağlarken aynı seslerinin tonu/ Bebekler çiçeği insanlığımızın/ Güllerin en hası, en goncası/ Sarışın bir ışık parçası kimi/ Kimi kapkara üzüm tanesi/ Babalar çıkarmayın onları akıldan/ Analar koruyun bebeklerinizi/ Susturun susturun söyletmeyin/ Savaştan yıkımdan söz ederse biri/ Bırakalım sevdayla büyüsünler/ Serpilip gelişsinler fidan gibi/ Senin benim hiç kimsenin değil/ Bütün bir yeryüzünündür onlar/ Bütün insanlığın gözbebeği/ İlk kez yurdumdan uzakta yaşadım bu duyguyu/ Bebeklerin ulusu yok/ Bebekler, çiçeği insanlığımızın/ Ve geleceğimizin biricik umudu…”.

Yukarıdaki satırlarda yakalanan atmosfer, anavatan hakkında can sıkkınlığı ve hoşnutsuzluktur. Bu da sürgündekinin eve para göndermek için çalıştığı yeni mekânına keskin bir tezat oluşturmaktadır. Bu, kaçınılmaz olarak sürgündekinin yeni sosyal mekânında rahat vermeyen travmayı hesaba katmayanki durumudur.

Şair, “Paristi” şiirinde göçebe kimlikleri ve vatandaşlık performansı olarak çoğu zaman yaşam baskılarından kaynaklanan göçün etkili bir portresini sunmaktadır:

“Paristi, geceydi, gençtim/ Koyu, simsiyah akıyordu Seine/ Sarhoştum, ıslaktım, esriktim/ Aşktan, şiirden, kederden/ Paristi, binbir surat Paris/ Bir zaman benim de sevgilim olan/ Kanatır gibi bir akşamüstü/ Öpünce eylül dudaklarımdan/ Paristi, hüzünlerden hüzün beğen/ Orada ölmek istiyordum/ Yazılmamış şiirlerimi/ Ardım sıra sürüklüyordum/ Paristi, aşkımın Paris’i/ Her gülüş, her söz bir sır küpüydü/ Tepeden tırnağa bir kalptim sanki/ Özleyişlerle örtülü/ Paristi, hangi zamanın Paris’i/ Uçup giden yaşamla uçarak/ Anıya dönüştü her şey birden/ Ağıta dönüştü aşk/ Paristi, gecenin, hüznün Paris’i/ Yağmurun ve gençliğin/ Teşekkürler, esirgediğin/ Ve sunduğun her şey için”.

Göç, 20. yüzyılın ikinci yarısında bir yaşam biçimi hâline gelmiştir. Kırsaldan kente ya da milletler arasında insanların geniş ölçekli olarak yerinden edilişi, çağdaş kimlikleri kemikleşmiş ulusal kimlikler ile körüklerken keyfî sınırların istikrarsızlığını yükseltmiştir.

Ataol Behramoğlu, çok kültürlülükten göçmenlik şokuna göçmenliğin küresel aciliyetine ilişkin olarak aynı anlayışı savunmaktadır. Aslında göçmenlik, uluslararası bir meseledir. Dünya nüfusunun %3’ü, şu anda kendi doğmuş olduklarından farklı ülkelerde yaşamaktadırlar. Şairin düşüncesinde bu süreç, farklı kalıplarda meydana gelmektedir. İster zorla isterse gönüllü göç olsun, toplumsal hareketin bu doğasının dip akıntısını ortadan kaldırmakla desteklenmektedir.
Türkiye’nin küçük evreni ve insanı hak ettikleri yerden mahrum bırakmak için bir metafor. Ulusöteciliğin ideallerinin lehinde işlenen konuya bakmaksızın, her hâlükarda bunun doğasında ciddî çelişkiler olduğu kayda değer bir husustur.

Antinominin bu türü, uzak bir ülkede gerçekleştirilen bir türün çözülemeyen çelişkisi tartışmaya açık bir şekilde göçmenlik şokudur. Şair, “Helsinki’ye Bir Şiir” şiirinde fazlasıyla kendi hâline gelen paradoks ve sosyal paryanın önlenemeyen algısını grafiksel olarak yakalar:

“Ve birden çarptım sonbahara/ Issız bir parkında Helsinki’nin/ Yıldızlar dökülmüştü parka/ Eğilip dokunmak istedim Gece derin ve maviydi/ Fin körfezinin üzerinde/ Işıklar içinde bir gemi/ Duruyordu iskelede/ Yürüdüm uzun uzun/ Türkçe şarkılar söyleyerek/ İçimde ince bir hüzün/ Kendi kendime yeterek/ Bir sabah Ateneum Müzesi’ndeki/ Resimlere baktım sevgiyle/ Bir gece bir tutam tütün sundum/ Finlandiyalı bir işçiye/ Kuzeydeki ormanları görmedim/ Kayak yapmadım dağlarında/ Sanmam ki kısmet olsun da/ Göllerinde yüzebileyim/ Ama sevdim Fin dilini/ Mertçe, dostça çınıltılı/ Bir dost mektubu okur gibi/ Okudum ozanlarını/ Yağmurlu bir sabah ayrıldım/ Bu kardeş kuzey kentinden/ Onda benden ne kalır bilmem/ Bende bir şeyler kalacak Helsinki’den”.
Şair, yukarıdaki şiirde sosyal dışlanmanın etkilerinin yerini almanın yanı sıra, sürgünün paradoksunun hatlarını betimlemiştir. “Yürüdüm uzun uzun/ Türkçe şarkılar söyleyerek” ve “Yağmurlu bir sabah ayrıldım/ Bu kardeş kuzey kentinden” gibi betimlemeler, sürgün antinomisinin habercisine delalet etmektedir. Onlar, aynı zamanda gerçeklikleri şair üzerinde “ince bir hüzün” açan anavatanı terk etmenin ironisini örneklemektedirler.
Ayrıca şair, sanatsal hamlesini insanlığı batağa saplayan günün çekici, güncel konularına yönelik bağlantılayan realist, siyasî bir yazardır. Eğer şairin sanatının estetik ve filozofik imanında herhangi kalıcı mesaj varsa bu zamanın ruhunu sorgulamak için onun sanatını kullanma yeteneğidir.

Buna göre şairin sanatının şevki, yukarıdaki satırlarda demirlenmiştir. Eğer onun çalışmalarının çoğunda kalıcı ve birleştirici bir tema varsa bu, onun sosyal adalete saplantılı bağlılığı ile birleştirilmiş tek amacı olan nefretidir. Türkiye’de çevresel trajedileri tasvir etmede şaire gelince onun sürgün deneyiminin önemli bir kaynağı, Mustafa Suphi Destanı, küreselleşmenin entrikası ile onun kafasını meşgul eden sürgündekilerin acı-tatlı deneyimi az sonra ele alınacak olan duygu karmaşasını oluşturmaktadır. Bu büyük ölçüde Mustafa Suphi Destanı’nın dayanak noktasının bir parçasıdır. “Ağıta dönüştü aşk” ifadesi, küresel kapitalist baskıyı aydınlatır. Bu, küresel kimlik siyaseti için bir tür kinayedir.

MUSTAFA SUPHİ DESTANI:
KÜLTÜREL DUYGU KARMAŞASININ BİR SİLUETİ
“Mustafa Suphi Destanı” şiiri, Mustafa Suphi Destanı’nın başlık şiiridir. Şiir, yapıtın başlıca önemli alt metni olan duygu karmaşası kavramının doğasında var olmaktadır. Kültürel duygu karmaşasının kinayesi, bu şiirde zengin bir şekilde somutlaştırılmıştır. Aynı zamanda Türkiyeli sürgün edebiyatının metindeşliğini dramatize etmektedir. Tutarlı, tanımlanabilir edebî kinayenin yeniden yazılışını vurgulayan metindeşlik kavramı, geniş ölçüde tasvir edilmiştir. Bu, aynı zamanda şairin yapıtının kültürel duygu karmaşası hakkında üstü kapalı imalarda bulunduğu aynı noktayı destekler. Bu niteleme, Türk Edebiyatına ilişkin mecaz kullanma ile ilgili revizyonu ifade eder. Bu aynı zamanda Türkiyeli sürgün edebiyatının yaptığı kadarıyla onların sürgün deneyiminin yanı sıra Türklerin kültürel zorunlu göç ritmini ölçer. Bu belirli bir kinayenin, iki ya da daha fazla metin arasında farklılıklarla tekrarlandığı tarzdır.

Türkiyeli sürgünlerin karşılaştığı çelişki, gerçeğin tiksintisi ile yankılanır. Bu, benzer tarihsel gerçekliğe sahip diğer insanların yanı sıra, onların Suriyeli emsalleriyle aynıdır. Çift bilinçlilik, Türk edebiyatının kabul edilmiş bir özelliği olduğundan Türkiyeli sürgün edebiyatı ve kültürel duygu karmaşası, bir türün antinomisi ile doludur. Bu duygu karmaşası, aklın eş zamanlı olarak onun yabancı çevreden uzaklaştırıldığı birinde kalmasını henüz sağlayan yabancı topraklarda bir çabayı kucaklayan gerginlik durumu olarak görülmesidir. Hatta birinin anavatanı için acının rubriği ve devam eden özlemi altında, şiirde sürgün kişide görülen kimlik için asimilasyonun reddi ve boyun eğmeyen mücadelenin bir belirtisi bulunmaktadır. Ulusötesi harekette bu betimleme, her hâlükârda ulusötecilik ve küreselleşmenin sürgünsel, sosyal/kültürel ilişkilerini ters çevirir. Bu argüman benim, “sürgün mecburen kimliğin yeniden tanımlanmasına öncülük eden bir adaptasyon süreci, bazı kültürel ayarlamaları beraberinde getirir” iddiamı da birbirine geçirir.
Ataol Behramoğlu’nun belirsizlik, duygu karmaşası ve küreselleşen mekânsal yer değiştirmeyi çevreleyen manihaizm sorusuna tepkisi, Mustafa Suphi Destanı’nda kâfi miktarda ifade bulur.

Şair, bu durumu “Cellat” şiirinde de aşağıdaki gibi ima eder:

“Cellat uyandı yatağında bir gece/ “Tanrım” dedi “Bu ne zor bilmece:/ Öldükçe çoğalıyor adamlar/ Ben tükenmekteyim öldürdükçe…”

Yukarıdaki nazım sanatı, ironik düşünce kalıbı, dehşet ve sevinç atmosferi tarafından yerleştirilmiş, dokunulabilir görüntüler aracılığıyla patlatılan ciddî duygu karmaşası ile noktalarla işaretlenmiş, şairin sürgün meselesine ve ulusöteciliğin baskılarına yanıtını altına yazmak için ayrıntılı olarak alıntılanmıştır. Evini terk eden sürgün tarafından acıdan sevince olan bu hastalıklı kararsızlık, yukarıdaki şiirin kalbindedir.

Bir diğer şiir olan “Pablo Neruda”da şair, kitlesel göç, sürgünü çevreleyen sürgün deneyimi ve kimlik probleminin dikkat çekiciliğini ön plana çıkarmaktadır. Burada şairi ele alalım:

“Şiirin ve hayatın ustası/ Paris’teki Şilili’den/ Bir gölün mücevher varlığını/ Anlatmaya kadar./ Ruhu taşralı olarak kalmıştır/ Dünyanın taşralısı./ Ey denizler!/ Acımızı Ertelemeye/ Beyaz yaşmaklı/ Bir kadının/ Bakracından/ Sunduğu;/ Çenemizden/ Sızarak/ Göğsümüze/ Bizi ferahlatan/ Su/ Yeter/ Ve Yannis Ritsos’un şiirleri…/ Yunanistan’dan/ Söz ettiği şiirler…/ Pablo Neruda…/ Koca Güney Amerikalı…/ Kaba kunduralarla/ Dolaşmış dünyayı…/ Şekspir’i ezbere bilir/ Ve daha nicelerini…/ Kanaryalar uçar/ Aklından…/ Cinsi deniz taşlarının/ Acıların/ Ezberindedir…/ İşte Nâzım Hikmet’ten/ Söz etmenin sırası…/ Hakkı hayatın/ Santim santim/ Yaşanarak verilir…/ Pablo Neruda…/ Yirmisinde/ Yazdığın aşk şiirlerini/ Uzakta yurdumdan/ Beni ordan oraya/ Savuran trenlerde okudum./ –Tünel/ –En kederlisini/ Dizelerin/ Yazabilirim bu gece…/ Sevgiler/ Geçiyor…/ Hâlâ sen/ Şiirin ve hayatın acemisi…/ Ey bir kalbin/ Yarattığı/ Yeni ve alışılmadık bir şey…/ Ey acemiliğin/ Utangaç ve gitgide/ Kararlı omuz vuruşlarıyla/ Bir yer açması kendine…”

Yukarıdaki satırlar, duygu karmaşası içinde ağ gibi sarılmıştır. Şiirin başlığı da oldukça karmaşıktır, şairin gurur ve ön yargısının bir melanjıdır. Burada şair yol ayrımlarındadır: onun yeni bulunmuş evi, ondan şüphe duymaktadır ve sevdiği ülke anavatanı tarafından onun üzerine yıkılan acı vardır. Bu, sürgündekinin her çiçeği kontrol altına alan anavatanını terk ettiği için mutlu olduğu şeklinde derlenebilir ama diğer taraftan entegrasyon ve yabancı ülkede tanınma eksikliğinden kaynaklanan öfke, onu sosyal parya yapmasının yanı sıra bir tür kimlik krizine sokar.
Sürgün ve ulusöteciliğin söylevine karmaşık bir emek, şairin kültürel zorunlu göçün dokunaklılıkla acılarını ve travmasını gösterdiği bir diğer şiir olan “Onun Türküsünü, Guevara’nın”da ifade edilir:

“Dağların ve nehirlerin/ Türküsünü söylemek istiyorum/ Büyük gökyüzünün ve kırların./ Mavi bir çiçeğin türküsünü söylemek istiyorum/ Umudun ve sevdanın./ Kahraman bir yüreğin türküsünü söylemek istiyorum/ Aslan türküsünü Guevara’nın./ Odalar ve sofalar kuşatmış beni/ Sandalyeler masalar tabaklar/ Gökyüzü kuşatmış beni içim daralıyor/ Gelenekler korkular kuşkular/ Kuşatmış beni/ Rotatifler silahlar yasalar/ Ah akşam oluyor/ Sevgilim, aşkım benim/ İniyor dağlara/ Örtüsü gecenin/ Bir çocuk durmadan/ Büyük nehirleri özlüyor/ Kaybolmuş sevinçleri özlüyor/ Bu yürek durmadan/ Geçiyor dağlardan/ Gölgesi çetelerin/ Körlerin ve yetimlerin/ Türküsünü söylemek istiyorum/ Yavrusu ölmüş ananın/ Hastaların türküsünü söylemek istiyorum,/ Hapiste yalnız bir adamın./ Sevgili bir yüreğin türküsünü söylemek istiyorum/ Kardeşimin, Guevara’nın/ Ah, nasıl da acı/ Böyle susup durmak/ Kötüler cellatlar elinde/ Bunalırken güzelim halk/ Fabrikalar yanlış çalışırken/ Yanlış ekilirken toprak/ Ayak, olmuşken baş/ Baş, olmuşken ayak/ Kavganın ve hürriyetin/ Türküsünü söylemek istiyorum/ Gür bir akışla akacak kanın/ Eşitliğin türküsünü söylemek istiyorum/ Halklar adına yükselen sancağın./ Sadeliğin, inceliğin, onurun/ Türküsünü söylemek istiyorum/ Onun türküsünü, Guevara’nın”.

Yukarıda boyanmış görüntü, kendisiyle savaşan ırkın içkültürel krizinin bir görüntüsüdür. Burada göçmenlerin torunlarının çocukları, yeni gelmiş göçmenleri kökleri olmayan insanlar olarak görür.

Bu durum, şairin karşılaştığı sosyal dışlanmanın üzücü gerçekliklerini yeniden doğurur. Hatta o, kendi yeni sosyal alanındaki kendi renginden, kendi diyarından ve kendi kökeninden olan insanlar tarafından bile kabul edilmemiştir.

Böylece anavatanını terk etmek için zihnin huzuru, kendi düşüncesinin kendisine dayanışma ve sıcak bir kucaklama sunduğu insanların kötü muamelelerinden kaynaklanan zihinsel, sosyal ve psikolojik işkence tarafından budanmıştır.

Bu duygu karmaşasının açık bir durumudur: neşeden üzüntüye taşınan bir durum. Bu oksimoron içeren senaryoya, bunun ötesinde “Silah Fabrikasında Çalışıyordu” şiirinden bu satırlarda yankı verilmiştir:

“Silah fabrikasında çalışıyordu/ Bunaltan sorularla yüreğinde/ Terleyerek uyanıyordu/ Boğuntu içinde/ Kanlı çocuk yüzleri/ Geçiyordu düşlerinden/ Cesetler geçiyordu/ Bombalanmış kentlerden/ Bir an geldi bakamaz oldu/ Eşe, dosta, arkadaşlara/ Kaçtı kalabalıklardan/ Sığındı ıssızlıklara/ Yazdı içinden geldiğince/ Zihnini kemiren düşünceleri/ Ve bir gün iş saatinde/ Çıkardı koynundan bildiriyi/ Bir çılgının sesiyle/ Okudu haykırarak:/ “Arkadaş, yaptığın/ Korkunç işi bırak/ Çocuklar öldürülüyor/ Ürettiğimiz silahlarla/ Bir son vermeliyiz/ Bu canavarlığa”/ Fabrikada iş/ Durdu bir an/ Sirenler çaldı/ Sesi duyulmaz oldu uğultudan/ “Yaratan, üreten insanlarız biz/ Bir çıkarımız yok savaşmaktan/ Vazgeçelim elbirliğiyle/ Silah yapmaktan…”/ Sürükleyip götürdüler/ Bir daha haber çıkmadı ondan…/ Kimi “kaçık” dedi ona…/ Kimi “ kahraman…”

Sürgündekinin ulusöteciliğin mümkün görünmeyen vaatlerinin hemen ardından kendi anavatanından taşınma aracılığıyla bunu söndürebileceğini düşündüğü, dolayısıyla onun ulusöteci hareketinin nihai gerekçesi olan bu görünen barışın ortasındaki gök gürültüsü çatışmaları, popüler terminolojiyi kullanmak için ev yangınları, Türkiye ile sorun için bir mecazdır.

“Okyanusla İlk Karşılaşma”da Ataol Behramoğlu, duygu karmaşası sorununa, şairin daha iyi bir hayat için kaçış yolu olabileceğini düşündüğü göçün sonucu olarak deneyimlediği nostalji ve ceza duyusu ile odaklanmaktadır. Böylece sessizliğin kamçılanmasının yanı sıra kamçılanma anıları, her iki karmaşa şartları, ona kendi köklerini ilgilendiren ev özlemi duyusunu getirir. Bu da onun kendi bozguna uğramış dileklerinin, hayaletlerinin içine koşmayı hatırlamasına izin vermeyen anavatanı için duyduğu açlığı akla getirerek duyduğu ciddî özlemi önemle vurgular. Diğer taraftan sürgündekinin kamçılanma anıları, sessizlik ve yalnızlığın onun ruhuna işlemiş olduğu cezayı baltalayamaz.

Aynı zamanda sürgündekinin göç için neden olan bir amblem olan güneş, çiçek yüzü, cezalandırıcı anımsamalar tarafından karalanmaktadır. Şair, bu durumda kendi anavatanının müziği için duygu karmaşası, travma ve açlığın tüyler ürpertici dünyasında kilitlenmiştir. Şairin bir diğer şiiri olan “Strati Korakas’a Mektup”da, bir kayıp olarak gördüğü onun darbesinden önce Türkiye’nin altın çağı için bir mecazdır.
O, yabancı bir ülkede ulusöteci mecburiyetin uyanışında daha iyi fırsatlar için kendi anavatanını terk ettiğinden, sürgünün düşünce kalıplarını şekillendiren bir arada var olan muhalif tutumlar, Mustafa Suphi Destanı yapıtında duygu karmaşası duyusunun bir başka belirtisini teşkil eder.SONUÇ
Bu makalenin özünü yeniden hazırlamak için ulusötecilik, göç, sürgün ve ilişkili fenomenlerin, Ataol Behramoğlu’nun küresel kapitalist retorik tarafından bilgilendirilen, küresel kaynakların karşılıklı paylaşımının meşruluğunu sorgulayan Mustafa Suphi Destanı çalışmasının ideo-estetik, biçim ve içeriğiyle doğrusal ilişkisi olduğu tartışılmıştır.

Bu makalenin ana odaklarından birisi de sürgün deneyiminin temel olarak küreselleşmenin çirkin yüzlerinden biri olan ulusöteciliğin paradoksunun bir işlevi oluşudur. Böylece küresel kapitalist sistemin vaatlerinin hemen ardından kitlesel göç, duygu karmaşası ve antinomi doludur. Dolayısıyla sürgündekiler, yeni ortamlarında dışlanmanın ve kimlik krizinin siyaseti içinde kilitlenmiştir.

Bu nedenle Suriyeli bir mültecinin kaderi, coğrafî alana bakılmaksızın aynıdır.

Burada iddia ettiği üzere şairin yapıtındaki ana endişesi, küreselleşme ve yardımcı uygulamaların gösterişinin ötesinde sürgündekilerin karşılaştığı, hayatlarını daha iyi yapmak için sürgüne gitmiş olanların ulusal siyasetin gerçeklerini izleyerek (daha da önemlisi küresel kapitalizmin aciliyetini belirleyen) üçüncü dünyadan karmaşık meseleleri anlatmak istemesidir.


OKUMA NOTU:  Behramoğlu, Ataol., (1979)., “Mustafa Suphi Destanı”., Sanat Emeği Y., İstanbul.

Koray FEYİZ