Emekli korgeneral İsmail Hakkı Pekin’i herhâlde hemen hemen herkes tanır. Bu kişinin son resmi görevi,Ağustos 2007’de atandığı Genelkurmay İstihbarat Dairesi Başkanlığı idi. Pekin, Eylül 2011-Ağustos 2013 yılları arasında Ergenekon davasından ötürü cezaevinde kalmış, bu arada 2012’de emekliye sevk edilmişti. Bu bay 2015’de, o zaman adı İşçi Partisi olan şimdiki Vatan Partisi’ne katılmış ve başında Doğu Perinçek’in olduğu partide Başkan Yardımcılığı yapmış ve 2017’de bu partiden ayrılmıştı.
Pekin bundan bir süre önce, yani 10 Aralık 2018’de bir TV kanalında yaptığı açıklamada Fethullah Gülen’in ve Mehmet Şevket Eygi’nin 1959 yılında Özel Harp Dairesi içinde görev aldıklarını söylemişti. Onun sözleri aynen şöyleydi:
“Fetullah Gülen, Mehmet Şevket Eygi gibi isimler 1959’da Özel Harp Dairesi içinde görevlendirildi. Görevleri, Yeşil Kuşak projesi çerçevesinde komünizmle mücadele faaliyetleriydi. 12 Eylül’den sonra yakalanan Fetullah Gülen’in serbest bırakılması için Genelkurmay Başkanı aradı ve serbest bırakıldı.” Milliyet gazetesinin köşe yazarlarından Tunca Bengin’in telefonla aradığı Pekin bu konuda şu ek bilgiyi aktarmıştı:
“Bu adamlar kanaat önderleri olduğu için ister istemez böyle bir teşkilât gözardı edemez bunları. Mutlaka içine alması lazım. Önemli olan teşkilâtlanan bu kişilerin kontrolü. Yani devletin bunları kontrol etmesi gerekiyor. Çünkü bu güçlendikten sonra yavaş yavaş ABD’nin kontrolüne geçmiş bir adam. Tabiî ABD istihbaratı da böylesine önemli bir örgütü bırakmak istemez.” (1)
Devletin içinde gelmiş olduğu mevkiler ve Doğu Perinçek’in Vatan Partisi’nin başkan yardımcılığı, emekli korgeneralimizin verdiği ve vereceği bilgilere büyük bir kuşku ve ihtiyatla bakmayı zorunlu kılar. Daha doğrusu kılmalı. Kılmalı diyorum; çünkü Pekin’in 10 Aralık tarihli açıklaması sadece havuz medyasında yer almakla kalmadı. Bu açıklama az çok tarafsız ya da solda sayılan görsel ve yazılı basında da yer aldı. Şimdi, bu haber/ açıklamanın neresinde okurun “aptal yerine konduğuna” bakalım.
Sözü edilen tarihte, yani 1959’da Mehmet Şevket Eygi 26 ve Fethullah Gülen 18 yaşındaydı. 1959 yılındaki toplumsal ve siyasal konumları itibariyle bu iki kişiye, özellikle o zaman hayli genç olan Gülen’e “Yeşil Kuşak projesi çerçevesinde komünizmle mücadele faaliyetler”inde önemli bir görev verilmesi ya da verilebilmesi hiç de olanaklı ve inandırıcı değil. Pekin’in bu konuda Tunca Bengin’e telefonda söylediği şu sözler de bu kanımı pekiştiriyor:
“Bu adamlar kanaat önderleri olduğu için ister istemez böyle bir teşkilat gözardı edemez bunları. Mutlaka içine alması lazım.” Yineleyeyim: 1959’da, o zaman 18 yaşında olan Gülen’in, hattâ 26 yaşında olan Eygi’nin bir kanaat önderi olduğu söylenemez. Bu iki kişinin gerici ve anti-komünist oldukları ve özellikle daha sonraki yıllarda ve onyıllarda bu niteliklerinin daha da pekiştiği doğrudur. Ne var ki Mehmet Şevket Eygi, ancak 1960’ların ikinci yarısında nisbeten çok okunan ve söyledikleri dikkate alınan bir kişi hâline gelecekti. Fethullah Gülen’in “yıldızının parlaması” ise daha da geç tarihlere rastlayacaktı. (2)
Eğer Pekin’in amacı Türk istihbarat örgütünün/ örgütlerinin 1950’li yıllardaki çalışmalarına ya da Türk burjuva devletinin ABD gibi emperyalist devletler karşısındaki konumuna eleştirel bir bakış getirmek ise onun baltayı taşa vurduğunu söyleyebiliriz. Kontrgerilla, Özel Harp Dairesi, Seferberlik Tetkik Kurulu gibi farklı adlar taşıyan örgüt ya da örgütler, ABD ile doğrudan ilişki ve uyum hâlinde bulunan Türk Genelkurmayı tarafından yönetiliyordu. Kamuoyunda adı ilk kez 12 Mart 1971 askerî darbesi döneminde duyulan bu örgütün üyelerinin asker olduğu, yapılan işkenceli sorgulamalar sırasında birbirlerine askerî rütbeleriyle hitap etmelerinden de anlaşılıyordu. Zaten 1950’li yıllarda, özellikle Türkiye’nin 1952’de NATO üyeliğine kabulünü izleyen yıllarda Türk devleti ve onun istihbarat örgütleri ABD ve onun istihbarat örgütleri ile etle tırnak gibiydi. (3)
1950-60 döneminin Başbakanı Adnan Menderes’in müsteşarı Ahmet Salih Korur, 1956’da Menderes’e -MİT’nın önceli olan- MAH ya da Millî Emniyet’in durumu ve özellikle CIA ile ilişkileri konusunda şunları söylüyordu:
“ ‘Amerikalılar Millî Emniyet’e hâkimdi’. Para veriyor, örgüte ‘nüfuz’ ediyorlardı. Millî Emniyet’in bütün dosyaları CIA’nın kontrolündeydi…
“ ‘İstanbul’da Millî Emniyet’e ait bir okul, servisin İstanbul örgütü ve Yeşilköy’deki ‘soruşturma teşkilâtı’ tümüyle Amerikalıların emrinde. Okullara, soruşturma teşkilâtına Amerikalılar ‘doğrudan’ para veriyorlar. İstanbul örgüt başkanlığına ‘doğrudan’ para ödüyorlar. Karşılığında ‘iş’ istiyorlar.’ ” (4) Bir başka kaynakta ise bu konuda şöyle deniyordu:
“1956’da yapılan bu soruşturma sırasında ortaya çıkar ki, MAH’a, Amerikalılar -belirlenebildiği kadarıyla- ayda 100,000, İngiliz gizli servisi 30,000, Fransızlar 7-8 bin, İtalyanlar da 4 bin lira vermektedirler.” (5)
Türkiye’nin o tarihte Millî Emniyet ya da Millî Amele Hizmet (= MAH) adını taşıyan, 1965’te MİT (= Millîİstihbarat Teşkilâtı) adını alan ve esas itibariyle askerlerden oluşan bu başat istihbarat örgütünün şefleri de 1980’lerin sonlarına kadar hep asker olacaktı.
Dolayısıyla Eygi ile Gülen’in, 1959 gibi görece erken bir tarihte MİT ya da Özel Harp Dairesi gibi örgütlerde görevlendirildiği yolundaki uçuk savı kabul etsek bile bu iki kişinin, başında ABD ile bağlantılı Türk generallerinin bulunduğu koskoca bir mekanizmanın küçük birer dişlisi olmanın ötesinde bir işlevleri olduğunu, olabileceğini söylemek olanaksızdır. Eygi ile Gülen’in bu örgüte katıldıktan “sonra yavaş yavaş ABD’nin kontrolüne geçmiş” olduklarını ileri süren Pekin, özellikle Türkiye’nin NATO adlı saldırgan paktın bir üyesi hâline gelmesinden sonra Türk istihbaratının tepesinin ve kendisinin “ABD’nin kontrolüne geçmiş” olduğunu unutuyor.
İsmail Hakkı Pekin geçtiğimiz günlerde bir başka uçuk sav ileri sürdü. Bu sava göre Gülen hareketinin Türkiye’de toprağa gömülü milyarlarca dolar parası varmış ve değişik yerlerde gömülü olan bu paralar uzaydan gözüküyormuş. Emekli korgeneral, Beyaz TV’de yayımlanan 7. Gün programında, Gülen hareketine ait olduğu ileri sürülen bu gizli servetinden söz ederken şunları söylemişti:
“Bu paraların bir kısmını yurtdışına kaçırdılar. Bir hafta önce bana gelen istihbarat bilgisi ise; FETÖ’nün Türkiye’de hâlâ parasının olduğu, hattâ bu paraların bir kısmının gömülü olduğu şeklinde… Burası Kocaeli’de bir yer. Hattâ arazi devlete ait. Orada bir faaliyet yok. Uzaydan da fotoğrafları çekilmiş; toprak altında bunlar farklı renklerde gözüküyor. Bana söyledikleri 2 milyar dolar tutarında bir rakam, belki daha fazla da olabilir. Başka yerlerde de gömülü paraları olduğu şeklinde bilgiler var.” (6)
Bu, birincisinden daha da uçuk ve akla ziyan sav, insanın aklına birden fazla soru getiriyor. Bunları şöyle sıralayabilirim:
1) Günümüz teknolojisi, toprağın altına gömülü kağıt paraları uzaydan -ve herhâlde uydulardan- çekilen fotoğraflarla görüntüleme kapasitesine sahip mi? Benim bildiğim kadarıyla bu, en azından bugün olanaklı değil.
2) Eğer bu büyük miktarda paranın yeri uzaydan yapılan çekimlerle görülebiliyorsa ve devlet de bu bilgiye sahipse yetkililer neden bu paraları oldukları yerden çıkarmıyorlar? Doğru olması hâlinde, Erdoğan kliğinin eline Gülen hareketini mahkûm etmek için yeni bir silâh vereceğine göre olması gereken yetkililerin bu paraları TV kameralarının eşliğinde bulundukları yerlerden çıkartması değil mi?
3) Tabiî bu iki soruya bir üçüncüsü de eklenebilir. Acaba böylesine geniş olanakları ve ilişkileri olan FETÖ dedikleri Gülen hareketi bu paraları başka saklayacak yer bulamadı ya da yurtdışına kaçıramadı mı? Yoksa bu paraların Gülen’e ait olduğunu söyleyen Pekin onların asıl sahibinin Tayyip Erdoğan olduğunu mu ima ediyor?
Eski Genelkurmay İstihbarat Dairesi eski başkanının bu açıklamayı hangi amaçla yaptığını net olarak bilmiyoruz. Bu evrede ancak, Anglosaksonların deyişiyle bir guesstimate, yani mantıklı/ akıllı tahmin yapabiliriz. Dikkat edilirse Pekin her iki konuda da öncelikle Gülen hareketini hedef almış gözüküyor. Gerek hayli yıpranmış olan Erdoğan kliği ve gerekse onunla isteksiz ve yarı-gönüllü bir bağlaşma içinde gözüken askerî klik (ya da isterseniz Ergenekon), son yıllarda Türkiye’de meydana gelen istisnasız bütün kötülüklerin altında Fethullah Gülen’in ve Gülen hareketinin bulunduğu masalını sürekli olarak anlatıp duruyorlar. (7) Oysa bu masalı anlatanlar, devletin onyıllardır süregelen göz yumması, hattâ teşvik ve çok yanlı desteği olmaksızın sıradan bir vaizin kurduğu bir örgütün nasıl bu denli güçlenebildiğini, devlet aygıtının neredeyse bütün kurumları içinde nasıl bu denli yaygın bir örgütlenme yapabildiğini, hemen hemen hepsi yüksek eğitim görmüş yüzlerce ya da binlerce generali, üst düzey bürokratı, iş adamını vb. nasıl kendisine bağlayabildiğini mantıklı bir biçimde açıklayabilmekten acizdirler.
Türkiye’nin içinde debelenmekte olduğu çok yanlı kriz bir yandan ülkeyi büyük altüst oluşların haberini verirken, bir yandan da Erdoğan kliğinin konumunu zayıflatmakta ve onun kitle desteğini daraltmaktadır. Neredeyse tüm yetkileri kendi elinde toplamış olan Erdoğan’ın iç ve dış politikalarının iflas etmekte olması onu daha da saldırganlaştırmaktadır. Etkileri yeni yeni hissedilmeye başlanan ekonomik krizin ve kapıya dayanmış olan Suriye yenilgisinin İslâmî-faşist rejimin konumunu daha da zorlaştıracağı ortadadır. Devrimci bir alternatifin olmadığı ya da oluşmadığı bugünkü koşullarda da, kitlelerin kendiliğinden gelme tepkilerinin daha üst bir düzeye tırmanması Türkiye’yi, yönetenlerin yönetemediği bir durumla yüz yüze getirebilir. Bu koşullar, Erdoğan kliğiyle isteksiz ve yarı-gönüllü bir bağlaşma içinde bulunan askerî kliğin bir darbe girişimine davetiye çıkarabilir. (8) Askerî kliğin bir elemanı sayabileceğimiz ve Tayyip Erdoğan’la “aynı gemiye binen” Perinçek’le yollarını ayırmış olduğunu sandığım Pekin’in, Gülen ve Gülen hareketi üzerinden yaptığı psikolojik savaş manevralarının asıl hedefinin Erdoğan olduğunu söyleyebiliriz. (9) Erdoğan karşıtı bir devlet-içi müdahalenin mimarlarının AKP gericiliğinin geçmişte uzun süre Gülencilerle içli dışlı olmuş olmasını ve toplumda oluşturulmuş olan Gülen karşıtı duygu ve öfke selini kendi yararına kullanmaya girişmesi şaşırtıcı olmayacaktır.
NOTLAR
(1) “Fetullah Özel Harp Dairesi elemanıydı”, Milliyet, 10 Aralık 2018.
(2) 1960’ların sonlarında Mehmet Şevket Eygi, Endonezya ordusunun; gerici İslâmcı gruplarla birlikte ve ABD’nin desteğiyle gerçekleştirdiği “komünist jenosidi”nin Türkiye’de de yapılması için çağrı yapmasıyla tanınıyor. Anımsanacağı gibi 1965-66 yıllarında Endonezya Komünist Partisi’ne ve onun kitle örgütlerine karşı gerçekleştirilen kanlı kıyımda 1 milyon kadar devrimci, işçi, köylü ve aydın öldürülmüştü. Eygi, 16 Şubat’ta İstanbul’da gericilerin ve polisin, devrimci ve anti-emperyalist gençlerin yaptığı kitlesel yürüyüşe saldırmaları sonucu 2 kişinin öldüğü ve 200’den fazla kişinin de yaralandığı Türkiye’nin Kanlı Pazarından bir gün önceBugün gazetesinde yayımlanan “Cihada hazır olunuz” başlıklı köşe yazısında şöyle diyordu:
“Büyük fırtına patlamak üzeredir, Müslümanlar ile kızıl kâfirler arasında topyekûn savaş kaçınılmaz hale gelmiştir… Müslüman kardeşim, sen bu savaşta bitaraf kalamazsın. Ben namazımı kılar, tesbiğimi çekerim… Etliye, sütlüye karışmam deyip de kendine zulüm edenlerden olma, gözünü aç, bak!.. Onlarda taş, sopa, demir, molotof kokteyli mi var? Biz de aynı silâhları kullanmaktan aciz değiliz… Cihat eden zelil olmaz. Sağ kalırsa gazi olur, canını verirse şehitlik şerefini kazanır.” (“40 yıl önce ‘Kanlı Pazar’da ne oldu?”, Nokta, 16 Şubat 2009)
(3) Bu asla, genellikle Kemalist yazarların ima ettiği gibi Türkiye’de 1950 öncesinde istihbarat örgütlerinin ve derin devlet yapılarının olmadığı anlamına gelmiyor. Daha öncesini bir yana bıraksak bile 1911’de kurulan Teşkilât-ı Mahsusa ve onu izleyen bir dizi örgütün (Karakol, Mim Mim Grubu, MAH) varlığını anımsadığımızda Türkiye’de böyle bir gelenek olduğunu anlarız. Ancak, kendisi de 12 Mart döneminde ağır işkencelere tâbi tutulan ve Kontrgerilla vb. konularında değerli araştırmalara imza atmış bulunan emekli yarbay Talat Turhan gibi yazarlar bu ikincileri yurtsever ve milliyetçi örgütler olarak görmektedirler. Onların bakış açısı, ister Türkiye’de olsun isterse başka yerlerde, Kontrgerilla türü örgütlerin ortaya çıkmasını sadece, dünyada ABD emperyalizminin hegemonyasının kurulması ve NATO adlı saldırgan askerî paktın oluşumuyla açıklama eğilimindedirler. Oysa, özellikle burjuva-demokratik rejimlerle yönetilen ülkelerde “olağan koşullarda”kendilerini kamufle etmeye özen gösteren böylesi örgütler aşağı yukarı bütün burjuva devletlerinde bulunmaktadır. Dolayısıyla yarın öbür gün ABD emperyalizminin çökmesi ya da NATO paktının dağılması otomatik olarak böylesi derin devlet aygıtlarının da çökmesi ya da dağılmasına yol açmayacaktır.
(4) Aktaran Cüneyt Arcayürek, Darbeler ve Gizli Servisler, s. 43.
(5) Tuncay Özkan, MİT’in Gizli Tarihi, s. 200.
(6) “FETÖ’nün toprağa gömülü milyarları var”, Akşam, 23 Aralık 2018.
(7) Kendisini solda tanımlayan pek çok yazar da, bu masalı yaymaya hizmet ediyor ve bu anti-komünist ve gerici örgütün varsayılan güç ve nüfuzu hakkında bundan farklı bir şey söylemiyorlar. Bu yanılsamanın en önemli olumsuz sonuçlarından biri de dikkatlerin olması gereken yere, yani başında Erdoğan’ın bulunduğu İslâmî-faşist diktatörlüğe ve kabaca 2010’a kadar Türkiye’deki esas egemen güç olan askerî kliğe yöneltilmesini önlemesi ya da en
azından güçleştirmesi olmuştur ve olmaktadır.
(8) Erdoğan’a bağlı olan polis ve savcıların aylardır ardı arkası kesilmeyen operasyonlarla hemen hemen her hafta yüzlerce “FETÖ’cü subayı” tutuklamakta olması, kendisine bağlı büyük bir polis kuvvetine sahip olmasının yanısıra ordunun da üst kademelerini teslim almış olan Erdoğan devletinin Osmanlı Ocakları, Halk Özel Harekât vb. adları altında yeni silâhlı birimler örgütlemekte olması ve “sokak korkusu”nu gizleyemez hale gelmesi vb. bu korkunun hiç de yersiz olmadığını gösteriyor olmalı.
(9) Doğu Perinçek geçenlerde şöyle demişti:
“Türkiye’nin Fırat’ın doğusuna girme kararı ve ABD’nin Suriye’den çekilmesi, gemi tartışmasına da son noktayı koymuştur. Evet, Vatan Partisi, Tayyip Erdoğan ve her partiden bütün vatanseverler aynı gemideler. ABD projelerinde samimiyetle veya samimiyetsiz olarak görev üstlenenler ise, işte ABD gemisindeler. Şimdi gemileri batıyor.
“Bu tartışma, vatana bağlılık ile Tayyip Erdoğan düşmanlığına bağlılık arasındaki tartışmaydı. Tarihî önemdeydi ve hâlâ tarihî önemdedir.” (“Yalvaranlar, kaygılananlar, şaşıranlar, telaşa düşenler, kıvrananlar, çaresizler”,Aydınlık, 22 Aralık 2018)
- 1 Mayıs 1977 Tartışması: Aydınlıkçılık, Liberalizm ve Devrim - 3 Mayıs 2020
- Bolton Giderken… - 16 Eylül 2019
- Quo Vadis AKP Türkiyesi? - 27 Ağustos 2019