Anayasa Değişikliği ve Çevre

AKP’nin on sekiz maddeden oluşan “Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Teklifi” TBMM Genel Kurulu’nda kabul edildi. Anayasa değişikliğinin TBMM’de kabul edilmesiyle birlikte Türkiye’yi referanduma götürecek süreç de başlamış oldu. Siyasal rejimin topyekûn yeniden inşası anlamına gelecek yenilikler, pek çok alanda köklü değişikliklere ve hatta sistemin kilitlenmesine yol açabilecek düzenlemeler içeriyor. Bunların en önemlilerinden ve belki en az tartışmaya açılanlarından biri, şüphesiz çevre meselelerine dair olanlar.

En kritik yenilikler, Bakanlar Kurulu’nun kaldırılarak halk tarafından seçilen cumhurbaşkanının makamının yürütme organı haline gelmesi, bununla da kalmayıp yasamayı kontrol edecek olması olarak gösterilebilir. Yani yeni dönemde Türkiye’de artık Bakanlar Kurulu olmayacak, cumhurbaşkanı “hükümeti” Bakanlar Kurulu’nun yerine geçecek. Yeni sistemde yasama yetkisine açıkça ortak edilen cumhurbaşkanı, yönetmelik ve kararname çıkartabilecek, kanunları veto edebilecek ve hatta dilediği zaman seçimlerin yenilenmesine karar vererek Meclisi tamamen feshedebilecek.

Öte yandan, 15 Temmuz darbe girişimi sonrası uygulanmaya başlayan ve üç kez uzatılan OHAL sürecinde devreye sokulan KHK’ler ile, hukuka aykırı olarak, kanunlar değiştiriliyor. Şimdi değişikliklerle birlikte cumhurbaşkanı OHAL gerekmeksizin normal dönemlerde de buna benzer kararnameler çıkarabilecek, OHAL döneminde hiçbir sınırlama olmadan dilediği konuda kararnameler yayımlayabilecek.

Cumhurbaşkanı dilediği kişileri bakan, cumhurbaşkanı yardımcısı olarak atayabilecek, atadığı kişileri istediği zaman görevden alabilecek, yürütmeye ilişkin kararname ve kanunların uygulanmasına dair yönetmelikler çıkartabilecek. Kaç cumhurbaşkanı yardımcısına, kaç bakana ihtiyaç duyulduğunu tek başına cumhurbaşkanı karar verecek. Bakanlıkların kurulması, kaldırılması, görev ve yetkileri, teşkilatlarının kurulması Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle düzenlenecek. Dolayısıyla, cumhurbaşkanı yardımcılarının ve bakanların atanmasında TBMM’nin herhangi bir rolü olmayacak.

Referandumdan “evet” çıkması halinde Anayasa değişikliği TBMM’den sonra halk tarafından da onaylanmış olacak. Bu gerçekleşirse çevre mevzuatı açısından cumhurbaşkanı hangi yetkilere sahip olacak, hangi kararları tek bir imzayla alabilecek birkaç örnekle sıralayalım:

• Madde 80: OHAL kararnameleri kapsamında Meclis’ten aceleyle geçirilerek yürürlüğe giren kamuoyunda Madde 80 olarak bilinen 6745 Sayılı Kanun, anayasa değişikliğinden sonra doğa ve yaşam alanlarına en büyük tahribatı yaratacak olanı. Bu madde hükümetin stratejik proje bazlı yatırımları hızlandırarak, tabiat varlıkları ve SİT alanlarına yapılacak yatırımları tüm denetim mekanizmalarının dışında tutmayı hedefliyordu. Yine aynı yasayla bu yatırımlara Kurumlar Vergisi ve Gümrük Vergisi muafiyeti ile Gelir Vergisi stopajı teşviki tanınacak. Hazine arazilerinin kırk dokuz yıllığına bedelsiz tahsisi sağlanacak. Söz konusu yatırımlar pek çok dokunulmazlığa ve teşvike sahip olacak. Bu yasaya yönelik en büyük eleştirilerden biri, tek bir Bakanlar Kurulu toplantısı kararıyla nükleer santrallerin, HES’lerin, altyapı yatırımlarının, termik santrallerin, mega projelerin Danıştay’ın defalarca verdiği iptal kararlarına rağmen onaydan geçecek olmasıydı. Bu kanun, Bakanlar Kurulu’na TBMM’den üstün yasama, bakanlıklardan üstün yürütme yetkisi veriyordu. Anayasa değişiklikleriyle birlikte  bu yetkilerin hepsi cumhurbaşkanı tarafından tek başına kullanılacak. Yani Kanal İstanbul, nükleer santral, köprüler, havaalanları, otoyollar gibi çevresel tahribatı çok büyük olan yatırımlar Cumhurbaşkanlığı kararnameleri ile hayata geçirilecek.

• Varlık Fonu: Yine OHAL döneminde “Varlık Fonu Kurulması ile Katma Değer Vergisi Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi”, TBMM’de kabul edilerek yasalaştı. Varlık Fonu adı altında denetimden muaf adeta ikinci bir Hazine oluşturuldu. Ekonomiyi canlandırmak, bu fonla sermaye yaratmak isteyen AKP iktidarı, aynı zamanda beton, asfalt ve kirli enerjilere dayalı ekonominin can damarı konumundaki mega projelere de kaynak aktarmak için yeni bir yöntem yaratmış oldu. Yasa gereği tamamen Bakanlar Kurulu’nun kontrolünde olacağı belirtilen Türkiye Varlık Yönetimi A.Ş. ile Türkiye Varlık Fonu ve buna göre kurulacak şirket ve alt fonlar Gelir ve Kurumlar Vergisi’nden muaf olacak. Bu muafiyet, Türkiye Varlık Fonu ve şirket kazanç ve iratları üzerinden Gelir Vergisi Kanunu ile Kurumlar Vergisi Kanunu uyarınca yapılacak vergi kesintilerini de kapsayacak. Mega projelere kamu kesiminin borcu arttırılmadan sermaye yaratılması, yaratılan kaynağın da Varlık Fonu çatısı altında toplanarak bu mega projelere aktarılması planlanıyor. Çevre ve yaşam alanlarında geri dönülmez tahribatlar yaratan ve bu fonla finanse edilecek mega projelere dair yetkiler değişikliklerle birlikte tamamen cumhurbaşkanına ait olacak. Bu yatırımlar için verilecek acele kamulaştırma kararlarını, cumhurbaşkanı tek başına verecek.

• ÇED Yönetmeliği: OHAL’in ilk günlerinde zaten bir anlamda olağanüstü hal durumunda olan ÇED süreçlerinin hızlandırılmasıyla ilgili açıklamalar yapıldı. OHAL koşulları doğa talanı için fırsata çevrilirken, ÇED raporlarına jet hızında onaylar verilmeye başladı. İlk kez 1993’te yayımlanan ÇED Yönetmeliği, AKP iktidarları döneminde yedi kez ana değişiklik olmak üzere yirmiye yakın değişikliğe uğradı. Delik deşik edilen ÇED Yönetmeliği’ndeki değişikliklerle yeni rant ve talan kapılarını açan çevre felaketleri artarken, işletilmeyen ya da mahkeme kararlarına rağmen eksik/yanlış işletilen ÇED uygulamaları Türkiye’de çevre davalarının ana gündemini oluşturdu. OHAL süreci, zaten uygulama aşamasında ciddi sorunlar yaşanan ÇED’leri tamamen etkisiz ve işlevsiz hale getirilmek için kullanılırken, yeni Anayasa değişikliği olasılığı ciddi bir tehdit haline geldi. Cumhurbaşkanına tanınan kararname çıkarma, kanunların uygulanmasına dair yönetmelik düzenleme yetkisi, çevre koruma mevzuatının dengeleyici ve denetleyici etkisini tamamıyla ortadan kaldıracak. Mevcut durumda hiç olmazsa Çevre ve Şehircilik Bakanlığı uzmanlarının süzgecinden geçen yönetmelik düzenlemeleri, yargı denetimi ve mahkeme kararları, cumhurbaşkanını donatan yeni yetkilerle birlikte tamamen ortadan kalkacak.

Anayasa Hukukçusu Prof. Dr. Levent Köker, Yeni Düzen gazetesinde yayımlanan “Türkiye’de Sistem mi, Rejim mi Değişiyor?” başlıklı makalesinde de bu konuya dikkat çekerek şunları söylüyor:

“Burada teklif, yasalaştığı zaman büyük sorunlara yol açacak bir çelişki taşıyor: Aralarında ‘aile, eğitim, kamulaştırma, özelleştirme, sendika, toplu sözleşme, grev, sağlık, çevre, konut’ gibi konuların yer aldığı ‘sosyal ve ekonomik haklar’, Anayasa’nın 13. maddesine göre ‘ancak kânunla’ düzenlenebilir. Yani teklife göre ‘münhasıran kanunla düzenlenebilecek’ ve dolayısıyla Cumhurbaşkanı kararnamesi ile düzenlenememesi gereken hak kategorileri. Buna karşılık teklif, kendi kendisiyle çelişkiye düşerek, kişi hakları ve ödevleri ile siyasi haklar ve ödevlerin kararnâme ile düzenlenemeyeceğini açıkça belirterek, sosyal ve ekonomik hakların kararnâme ile düzenlenebileceğini ima etmiş oluyor. Acaba hangisi doğru? Saydığım hak kategorilerinin pratikte ne kadar hayatî önem taşıyan haklar olduğunu göz önüne aldığımızda, bunun devletin işleyişini imkânsızlaştıracak veya tam anlamıyla keyfî ve yozlaşmış bir kamu yönetimine yol açacak bir çelişki yaratacağını görmemek imkânsızdır.”

Diğer yandan, cumhurbaşkanı tek başına bu yetkileri kullanırken, onu kim denetleyecek? Değişiklikle birlikte yasama organının yürütme üzerindeki denetim yetkisi olmayacak, sadece bilgi isteyebilecek, TBMM’nin önemli denetleme yolu olan güven oylaması ile hükümetin düşürülmesini sağlayan gensoru artık olmayacak. Cumhurbaşkanı ile birlikte yardımcıları da denetimsiz hale getiriliyor. Cumhurbaşkanı yardımcıları sadece kendilerini atayan cumhurbaşkanına karşı sorumlu oluyor.

Özet olarak, Anayasa değişikliği Türkiye’nin insanları ile birlikte, çiçeğini, böceğini, ormanını, nehirlerini, dağlarını, ovalarını, doğasını, yaşam alanlarını yakından ilgilendiriyor. Yaşamı savunabilmek için şimdi tüm eksiklerine rağmen var olan anayasal güvenceleri savunmak gerekiyor.