Ailedeki Faşist Kim?

Birçok soru soran bu kısa anı-deneme yazısı yukarıdaki soruya bir yanıt arayışı değildir!

faşist/faşizm: Bu kelimeleri, yakıştırmaları, isterseniz sıfatları diyelim, sıklıkla kullanırım ve sonuçları itibarayla hata yapmış olduğumu söyleyemem. “Megalomani” stigmatizasyonunu hak edecek bir başlangıç gibi duruyor ancak işin gerçeği bu! Ne var ki birçok “çevre” bu kelimenin öyle ulu orta sarf edilmesine taraftar değil; örneğin liberal sol’un (her ne demekse “liberal sol”, eski kafalı bir küçük burjuva radikalist olduğum için anlayamamış olmamı bağışlayın) ısrarla üzerinde durduğu konu, tabi bu teorilerinin/yaklaşımlarının çoğu kez olduğu gibi ithal olduğunu belirtmeden geçmeyelim, faşizm kelimesinin sık kullanımının onun galatlaşmasına yol açacağı şeklindedir. Derler ki, eğer her otoriter ya da totaliter rejime faşizm yakıştırması yaparsak onu bir şekilde “soysuzlaştırmış” olup özel ve özgül gerçekliğinden uzaklaştırırız. Buradan yola çıkarak sürdürdükleri indirgemeci yaklaşımla bu kelimenin yalnızca Mussolini İtalyası –faşizmi- ile özdeşleştirilmesi gerektiğini iddia etmektedirler; teorik olarak doğru gibi duruyor! Katılmıyorum. Bu sayfalarda daha önce de belirttiğim gibi “faşizm bireysel bir hissediş halidir” öncelikle. Kuşkusuz sapyiyipsamansıçanakademisyengillerden olmadığım için bu yaklaşımım çoklukla, hatta her zaman küçümsenir, alay konusu bile olabilir. Sıradan bir okur yazar olduğum için haddini bilmem gerektiği dillendirilir. Olsun, sonuç itibarıyla onların acınacak halleri ortada! Diğer taraftan ne kadar övünsem az; yıllar yıllar önce, daha “bunlar” yeni doğmuş iken ülkede “islamcı faşizme” gidişten söz eden nadir kişilerden biri olduğumu rahatlıkla söyleyebilirim; anımsadığım kadarıyla sadece bir anarşist dergi vardı aynı vizyonel yorumu yapabilen. Hasbelkader bu düşüncemi seçkin ve yetkin olduğu iddiasındaki akademisyen hoca ve “arkadaşların” arasında dile getirdiğimde resmen ağır bir saldırıya maruz kaldım. Her ne kadar “liberal sol” olmadıklarını iddia etselerde neredeyse onlarla aynı fikirdeydiler; faşizm öyle kolaylıkla telaffuz edilen bir kelime olmamalıydı. Ancak dile getirdikleri bir ek görüş daha vardı ve kuşkusuz çok daha önemliydi: iktidaradaki parti /süreç Türkiye’nin yarım kalmış burjuva devriminin tamamlayıcısı olacaktı vs. vs. Şimdilerde onların çoğu söz konusu bağlamda faşist/faşizm kelimesini benden çok daha sık kullanır oldular. Akademik körlük dedikleri bu olsa gerek. Acınacak bir durum.

supangle: şeker, süt, nişasta, tereyağ ve kakao ile hazırlanan ve o koyu lezzetin altına saklanıvermiş sürpriz bir kek parçası eşlik eden bu özel tatlıyı ilk kez küçük bir çocukken (çocukken küçüktüm çünkü / İonescu) Zonguldak’tan Rize’ye yaptığımız uzun, çok uzun bir yolculukta mola verdiğimiz deniz kıyısındaki adı yedi sekiz sene sonra soldillere destan olacak şirin bir ilçenin (bütün ilçelerimizin “şirin” olarak anılması da sosyolojinin ve psikolojinin sorunu olsa gerek) mütevazı pastanesinde yemiştim. Anısı uzun süre tazeliğini korudu.

Aynı ilçe ile ilgili bir diğer anı ise çok daha yakın bir zamana ait. Yolculuk yine Rize’ye doğru. Eskilerden kalan tadı damaklarıma düşürüveren anının etkisiyle artık şirinliği kalmamış bu ilçede bir pastane arayışına koyulduk. Kıyıda asfalt ormanı, yol boyu sıra sıra betonlar residans adı verilen… Arabamızı bir kafenin önüne park edip supangle hayali ile molamızı verdik. Çayımızı yudumlayıp gazetemizi okurken tatlımızı bekler olduk. Bekler olduk!  Gazetemiz, 12 Eylül sonrası Türkiye Solu’na tek katkısı U.U. (bir bilmece?) olan bir siyasi partinin –yapının!- hizipler arası uzlaşmayı sağladıktan sonra çıkardığı gazete; konumuzla doğrudan ilintili, tatlının bir türlü gelmeyişi ile de. Çay da yanlışlıkla gelmiş olmalı üstelik. Ardından nasıl oldu anlamadık; birden tepemizde tarkan kırması, it bakışlı bir güruh beliriverdi. Etrafımızda, etraflarında biriken onca şakşakçı kalabalığın destekleyen heyecanlı bakışları altında “bu ilçeye komünist giremez, defolun –tabii defolun demediler- gidin dayak yemeden” lafları, ufak tefek itiş kakışlar, çevredeki antikomünist ilçe halkının coşkulu destek alkışları arasında topuklamamız. Siyasi kimliğimizi eleveren gazeteyi ise o can pazarında masanın üstünde unutmuştuk. 

nostalji: Çocukluğumun o ilk supanglesinin tadını unutmak zorunda olduğumun farkındayım; aslında bildiğim bir şeydi, ısrarla tutunmaya çalıştığımız.

Nostalji; 12 Eylül ve peşi sıra gelen cins cins faşizmlerin sillesini yemiş bir topluluk için ruh durumuna bir halel getirmeden sığınılabilinecek iyi bir liman olarak sunuldu. Sözlük anlamları pekiştirici: “geçmişte kalan güzelliklere özlem”, “geçmişseverlik” ya da “değişime karşı duyulan korku nedeniyle geçmişe sığınma”.

Linçten kurtulmanın hazzı ile yeniden yola koyulduğumuzda (bu hazzın nedeni salgılanan endorfinlerdir), siyasi kimliğimizi açık eden bir şeyde yok artık yanımızda özetle güvendeyiz, “lan ne oldu, neden oldu” (nostalji radyosunda Kramp’ın “lan ne oldu” adlı parçası çalmakta) deyip durumu sorgulamak üzere internete başvurup ilçe halkının siyasi yaklaşımını görmek üzere seçim sonuçlarına bakma kararı aldık. Başlıca siyasi katılım şekli seçim ve linç olan bir halkın tercihlerini görmenin yoluydu seçim sonuçlarını irdelemek. %80’i dinci ve ırkçı faşistlere oy vermiş bir kasabaya yolumuz düşmüştü. Eskide olanın tadı çoktan unutulmuş olmalıydı. Az önce unuttuğumuz gazetenin bu ilçe özelinde çokça haber ve röportaj yaptığından söz ettik sonra. Kırk yıl öncesini ısrarla anımsatmaya çalışıyorlardı.

Ne olmuştu da bu kasaba bu hale düşmüştü; yoksa o “şanlı geçmiş” devasa bir yanılsama mıydı?

Tartışmamız yol boyu serilmiş fındık sergileri arasında devam etti. Her sene fındık fiyatlarından yakınan, açız diye haykıran, ağaçlarını söküp atan yöre halkının ısrarla kendilerini bu duruma düşüren her cins ve boydan faşistlere oyunu vermesi nasıl bir şeydi?

Milliyetçilik sadomazoşist bir ilişkinin niteleyeni, belirleyici ideolojisi miydi yoksa?

milliyetçilik: Ne demişti Samuel Johnson “milliyetçilik” için?

afyon: Süregiden bir afyonlanma hali. Yüzyıllardan bu yana. Kısa süreli bir keyif ilişkisi değil onunla kurulan; yüzlerce yıllık. Öyle ki artık bu bağımlılık bir tür, oldukça özel bir tür toplumsal psikotik halin oluşmasına neden olmuş; aşılması tedavisi kolay ve hatta mümkün görünmeyen. Kalıcı gibi!

12 Eylül’ün american boys faşistleri tarafından ısmarlanan “anayasa” adı verilen şeyin “onaylanması için” yapılan referandumda Türkiye’de oy kullanma hakkına sahip olanların %92’sinin “evet” oyu verdiğini anımsayalım. Daha sonra kimi sol ve demokrat çevreler “halkın korkudan böyle oy kullandığını” söyleyerek halk adına özür dileme yoluna gittiler. Özür kabahatten büyük! Korktuklarını hiç zannetmiyorum, gönüllerinden geçen buydu…

Ya da “kültürel genetik kodları mı” böyle yapılması gerektiğini içsel ya da bilinç/bilgi dışı olarak  dayatıyordu onlara?

Faşizmi güle oynaya kabul eden bir halktan, kitleden, toplum olamamış olamayacak niteliksizir nicelik halinden söz ediyoruz. 80’li yıllarda ortalama aile nüfusunun 6 kişiden oluştuğunu ve bunun da üçünün oy kullanma hakkına sahip olduğunu düşündüğümüzde hesaplamamız zor olacak; Şöyle yapalım aile üyeleri ile birlikte, yakın akrabaları işin içine katarsak oy kullanma lütfu bahşedilmiş aile büyüklerinden her on kişiden en az dokuzunun 12 Eylül faşizminin işkencelerini, kıyımlarını, o günlerde katmerlenen sömürüyü, açlık ve sefaleti umursamadan “onların” metnine güle oynaya evet dediğini, faşizme evet dediğini söylememek için hiçbir sosyolojik ve psikolojik gerekçeye sahip değiliz. Unutmayalım ailemiz ve tandıklarımız arasındaki her on kişiden en az dokuzu faşizme oy vermiş (bu eğer bir yakınlık değilse çok daha tehlikeli bir aptallıktan başka bir şey değildir) kişiden oluşmaktadır. Aralarında bolca muhbir de olabilir. 1980 nüfus sayımına göre ülkenin nüfusunun 45 milyon olduğu düşünüldüğünde –tutuklu, hükümlü, gözaltı ve işkencede olanların oy hakkı bulunmuyordu!- ve tam sayısı bilinmemekle birlikte 600-750 bin kişinin gözaltına alındığının, işkence gördüğünün dillendirildiği anımsanırsa, herkesin demek içimden geliyor ama haksızlık etmemek için kendimi tutuyorum, çoğumuzun ailesinde bolca faşist olduğu gerçeği ile yüzleşmemiz gerekiyor.

Ailemdeki faşist kim?

Bir radikalist olarak önerim herkesin ailesinde en az üç dört olmak üzere faşist kişi/kimlik –kripto faşist- olabileceği gerçeği ile yüzleşmesinin sol’a musallat olan halkseverlik hastalığı ile baş etmekte kolaylaştırıcı olacağıdır. Ben bu hastalığı, philos (=sevmek) anlamından köken alarak halkofili olarak adlandırıyorum. Ne var ki hastalıklı bir sevgi bu, sonuna dek hastalıklı ve tek taraflı. Halkımızın solu sevmediği gerçeği ile yüzleşmek –tıpkı işçi sınıfının devrim denen şeyle hiçbir ilgisi olmadığı gerçeği gibi- bu bir avuçluk, yalnızlık ve hatta kimsesizlik halinden yeni, yepyeni bir mücadele yönteminin oluşturulması için başlangıç oluşturabilir. Aslında yeni değil eskilerde yazılıp çizilmiş bolca ve gerçekçi öneri var! 

halkın istediği:  Her yıl 1 Ekim’de yaşlılar günü kutlanır; yaşlıların saygıyı hak ettiği ya da yaşlılığın bir erdem olduğu sanılarak. Dünü, bugünü ve yarını yaratanların o söz konusu yaşlılar olduğunun unutulması buhalin sürdürülebilmesinin olmazsa olmazlarındandır.

Bugünün yaşlılar değil midir Kenan Evren faşizmine evet diyen? Bugünün yaşlıları değil midir ülkedeki her kötülüğün altında imzası olan “baba” lakaplı Demirel’in otuz sene peşinden giden? Sonraları demokrasi havarisi ilan edilen bu şahsın örnek olsun, Çorum’da kıyım ve katliam sürereken etkisinin çok çabuk geçtiğini yaşayarak gördüğüm Fatsa deneyimini kast ederek “Siz Çorum’u bırakın Fatsa’ya bakın”diyerek halkın gerçek korkusunu işaret ettiğini anımsayalım. Yaşlılar unutur! Halkımız da patolojik düzeyde unutkandır; bu toplumsal demans durumu bir olgudur!

Faşizmden aldığı güçle her türden arsızlığı, hırsızlığı, görgüsüzlüğü ve sömürüyü meşrulaştıran Özal’ın %50 oy aldığını anımsayalım. Seçime katılan diğer iki faşist partiyi geride bırakarak… Din ve milliyetçilik kuşkusuz sömürünün acı reçetesinin içilebilmesi için çok güçlü tadlandırıcılardı. Geriye kala kala milletin dağ taş adını yazdığı –müthiş bir yanılsama ile en azından sosyaldemokrat zannettiği, zafiyetini meziyet diye pazarlayan aslında faşizmin klasik/akademik tanımına –Mussolini türü!- birebir uyan  faşist Ecevit kalıyordu. Yazık!

Tekrarla, yegane siyasi katılımı seçim ve linç olan, sol düşmanlığını ortak payda yapmış bir halkı sevmeye devam eden sola yazık.

Yarının yaşlıları, halk, bugünün sorumluluğunu nasıl alacak sanıyorsunuz. Ülkede maaşla geçinenlerin (memurlar, asgari ücretliler, emekliler, işçiler ve diğer…)  %88’inin ayda 4000 TL ile “resmi açlık sınırının” altında yaşadığı –her zaman her türden gericiliğin kalesi olmuş köylülerin hak edilmiş durumları daha vahim!- bir ülkede iktidarın süregiden %50 oy desteğinin açıklaması nedir?

Muhalefetmiş gibi yapanlarında neredeyse aynı ideolojik bileşenlerden olması nasıl açıklanabilir?

Yoksulluk sınırının 10.000 TL olduğu açıklanırken kendisine devrimci yakıştırması yapan açık sarı bir sendika başkanının asgari ücretin 5000 TL olmasını istemesi nasıl açıklanacaktır?

Bu satırları yazarken TV live yayında, bir muhalifmiş lideri çarşı pazar dolaşıyor, sorarsanız “halkın nabzını tutuyor, dertlerini dinliyor”. Ancak görünen o ki “onların/halkın/halkının” ne açlık, ne de sömürü, yoksulluk, yoksunluk, yaklaşan kara kış vs dertleri yok; snake in their ass hallerini umursamaksızsın parti liderinden “HDP ile ortaklık yapmamasını”, “komünistleri memleketin başına bela etmemesini” istiyorlar. Dinleyenin kendine hayrı yok, kaldı ki böyle “yanlış” bir yola sapsın! 

fenotip: Sömürülmeyi ve açlığı kanıksamış, bu durumunu yeryüzünde ya da insanlık tarihinde eşi benzeri görülmeyen bir uysallıkla kader deyip kabullenmiş, bir sürü olarak görülmeyi doğallaştırmış adına halk denen bir kitle var karşımızda. Üstelik bu kadar da değil.

Sadece din değil. Bu durumunun sürdürülebilirliliğini sağlamak üzere yegane kimliği milliyetçilik olmuş ve bu bağnazlığının silahşorlüğünde farkında olmadan alabildiğine faşistleşmiş bir kitle.

Soru şudur; -sormadan soruyu maniple edelim- açlıkla girdiği her sınavı başarıyla verip öte dünyada refaha ermeyi düşleyenlerin demokrasi gibi bir sorunu olabilir mi? Ya da bu dünyası için asgaride dahi olsa demokrasi gibi bir beklentisi var mı? Umurunda mı?

Yukarıda hassas bir tanımla yazımı provake etmeye çalışmıştım. Ucu sonuna kadar ırkçılığa açık ve emperyalist saldırganlığı meşrulaştıran bir yaklaşımı tanımlar aslında “kültürel genetik kodlanma” söylemi. Emperyalizmin düşünce kuruluşlarında, psikiyatri laboratuvarlarında çalışan “bilim insanları” tarafından üretilmiştir. Bir halkı mahkûm edip emperyalizmin politikalarını meşrulaştırmanın sofistike bir aracıdır bu söylem. Sırpları, Filistinlileri top yekûn mahkûm etmenin adı olmuştur bu teori: örneğin “Filistinliler doğuştan teröristtir” anlamına gelen şeyler söylenebilmiştir.

Referandum oylamasının %92’lik sonucundan söz ederken bu kavramı gündeme getirmiştim; gecikmiş/tekrar bir soru şöyle kurgulanabilir: bir halk faşist olabilir mi? Unutmayalım ki istisnalar kaideyi doğrulamak için vardır.

Acımasızlığın zerafetine sığınıp tehlikeli sularda yüzmekten vaz geçelim ırkçılık yapmayalım en azından. Yeni bir kavram arayışına girişelim; örneğin “fenotip” sorularımızın bir kısmının yanıtı olabilir mi? Yoksa bırakın sorularımın yanıtsız kalmasını soru sorulmasını dahi engelleyen çok daha tehlikeli bir alanın kapılarını mı açıyor fenotip?

bir kitap : İspanyol yazar, sol eğilimli olduğunu belirtmek gerekiyor, İspanya İç Savaşında falanjistlerin safında savaşırken ölen ve ailesinde bir efsane haline gelen annesinin amcasının kısa yaşamını irdeler “Karanlıkların Hükümdarı” adlı kitabında. Adı anılmadığı sürece yok sayılan,  aile için bir sır gibi saklanan, “anımsandığında” ise bir efsane muamelesi gören Manuel Mena’nın  çok yönlü karanlık öyküsüdür bu. Hiçbir empati duygusuna yer açmadan mesafeli bir üslup tutturur yazar. Okuyucu da yargılayamayacaktır Manuel Mena’yı; neden falanjisttir, nasıl katılmıştır savaşa, kaç kişi öldürmüş, nasıl ölmüştür? Onu falanjistlerin safına iten unsurlar nelerdir, davasının haklılığına olan inancı nasıl oluşmuştur? Hangi koşullar bireysel yolumuzu belirler, hangi kararlar?  Bütün sorular bu uzun öykü-denemenin içinde sıkça sorulmakla birlikte çoğu yanıtsız kalmaktadır. Yazarın bilinçli bir tercihidir bu yanıtsızlık hali; diğer eserlerinde de karşımıza çıktığı gibi. Bir öneri…

Tolga ERSOY
Latest posts by Tolga ERSOY (see all)