Artık bu uluslararası sözleşmelerin, atılan imzaların, verilen sözlerin kıymeti yok. Yine de anımsatmakta yarar var diye düşünüyorum. 1948 yılında Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin ilk maddesi; “Bütün insanlar hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahibidirler ve birbirlerine karşı kardeşlik zihniyeti ile hareket etmelidirler.” Der. Biz hayata geçiriyor muyuz? Elbette Hayır. Birbirimizi boğazlıyoruz resmen. Bir kaşık suda boğmaya çalışıyoruz bizim gibi düşünmeyeni.
Oysa ne kıymetli, insanı nasıl onurlandıran bir madde değil mi? Modern devlet tasarımının dayandığı ve toplum sözleşmesinin de felsefi temellerini oluşturan bu madde insanın onurunun, değerinin korunması taraf devletlerce güvence altına alınıyor. Bu gün halen bir arada yaşıyorsak, birbirimizin ezgilerini dinliyor, yemeklerini yiyor, ekmeğini paylaşıyorsak ötekileştirmenin ve yok saymanın sigortası olan bu sözleşmeler yüzündendir. Böylece taraf devletlerinin onayladığı ve kendi anayasalarına uyumlu hala getirdiği bu madde ile temel yaşam hakkının korunması, insanın, insanın kurdu olmasının engellenmesi de sağlanmıştır.
Biz halen neden bunları tartışıyoruz ya da bize tartıştırıyorlar anlamıyorum. Devlet ve din arasındaki ilişkiye buradan baktığımızda devletin dini var mı? Ya da olmalı mı? Tartışması pre-modern bir tartışmadır. Şöyle ki eğer devlet kurumlarının bir araya gelmesi ile oluşan bir yönetim biçimi olarak düşünürsek ve yurttaşları da bu sözleşmenin tarafı olarak görürsek o zaman devletin dini olmaz sonucuna varırız. Çünkü tüzel olan yapıların dinsel inancı olmaz. Sadece gerçek kişilerin inancı olabilir ya da olmayabilir.
Bunun böyle olmasının altında yatan sebep ise kuramlara yönetici olarak seçilenlerin liyakat esasına göre seçilme ilkesidir. Onun için de kurum yöneticisinin ve çalışanının inancının olup olmaması liyakat esasına göre belirlenir. Bu laiklik ilkesinin toplum sözleşmesinin temel taşı olmasının da esasını oluşturur.
Elbette bu tür bir devlet tasarımının içinde doğmuşsanız yani bu sözleşmeyi kabul etmişseniz başka seçeneğiniz yoktur. Onun için laiklik ilkesi yurttaşlar arasındaki inanç ve ideolojik değer yargılarının kurumların dışında tutulmasının temelini oluşturur.
Laiklik ilkesi devletin örgütlenmesi ve işleyişinin belli bir dinin ya da anlayışın normları tarafından belirlenmemesini şart koşar.
Daha açık bir ifade ile yurttaşlar ve kurumlar arasındaki ilişkiler düzenlenirken bu düzenlemede herhangi bir dinin ya da inancın ilkeleri esas alınmamalıdır. Hepimizin bildiği gibi Türkiye Cumhuriyeti Devleti bunun bedelini 15 Temmuz darbesi ile çok ağır ödedi. Bunun temel sebebi de devlet ile yurttaşlar arasındaki ilişkilerde laiklik ilkesinin yok sayılması, bu ilişkiler alanının cemaatlere terk edilmesi ve Cumhuriyetin değerlerinin yok sayılmasıydı. Ama maalesef geçmişten çok ders çıkaran bir toplum değiliz.
Seçim sürecindeki söylemler geçmişe yönelik hafızamızın ne kadar zayıf olduğunu gösterdi. Özellikle yurttaşların üzerinde iktidar cephesinin uyguladığı psikolojik baskı ve algı yönetimi işin şirazesini kaçırdı. Kullandıkları dilin küstah, lümpen, ben bilirim ve ötekileştirici olması hepimizi yaraladı. Yine yerel seçimlerin iktidar tarafından referanduma dönüştürülmesi de ayrı bir problemdi. Ama vatandaşlar bu aşağılayıcı ve lümpen söyleme gereken cevabı verdi; daha çok barış, daha çok sevgi, daha çok empati diline oy verdi.
Bu süreçte hilafet heveslileri de boş durmadı. Mesela 3 Mart 2019 tarihinde A. Dilipak Akit TV’de katıldığı bir programda, “Bugünkü hükümet sistemi, başkanlık sisteminde kime ait? Cumhurbaşkanına. Şu anda bu yasaya göre, yasal, kanuni halife yetkisi mana ve mefhum olarak Tayyip Erdoğan’ın şahsında mündemiçtir.” Dedi. Elbette A. Dilipak düşüncesini ifade etmiştir. Ama bunun pratikte bir karşılığı olursa bu şu anlama gelecektir Cumhuriyetimiz 1928 öncesine dönecek ve 10 Nisan 1928 Anayasanın 2. Maddesinde yapılan değişiklik yok sayılacaktır. Hepimizin bildiği gibi bu değişiklikle devletin dininin İslâm olduğu hakkındaki hüküm kaldırılmış ve bunun yerine lâiklik ilkesi benimsenmiştir. Ve ne yazık ki “600 yıllık İmparatorluğun 90 yıllık reklam arası sona erdi.” Söylemini daha çok duyacağız.
Sonuç olarak asıl problem devletin dini olmalı mı olmamalı mı sorusudur? Bu tartışma premodern kültürün bir tartışma argümanı olmasına rağmen ısıtılıp ısıtılıp önümüze konulması da cumhuriyet ile bir hesaplaşmanın sonucudur, bu çok tehlikelidir.
Başta da dedim; 15 Temmuz gibi bir hadise dururken ve sandık sonuçlarından cumhuriyetin değerlerine yeniden sahip çıkılırken devletin dini olmalı mı olmamalı mı tartışması hükmünü yitirmiştir.
Ayrıca zirve yapan kutuplaştırma tek adam eliyle yapılıyorsa bu gerçekten çok trajik sonuçlara neden olabilir. Seçimler bir yenme- yenilme olayı değildir. Sanki çocukken hiç saklambaç oynamamışlar, hiç içi geçmiş lastik toplarıyla maç yapmamışlar, satranç oynamamışlar, okulda hiç kırık not almamışlar gibi davranıyorlar. Kazanma ve kaybetme hayata dairdir hırsını halen yenememiş, kaybetmeyi tolere edememiş olanlara duyurulur. Seçimler halkın tercihinin göstergesidir. Abiler sanki hiç çocuk olmamış gibi mızıkçılık yapıyorlar.
- Yazar Takdir bekler mi? - 14 Ağustos 2024
- Kör İnanç ve Terör - 4 Ekim 2023
- Z Kuşağı ve Deprem! - 9 Şubat 2023