31 Mart 2019 yerel seçimleri yakın tarihimize geçecek bir seçim. Sonuçlar çok yeni; hatta henüz resmî bir sonuç bile yok. Büyük laflar etmeden, görünene odaklanmalı.
“Adam Kaybetti”
Sanırım 31 Mart seçimlerini özetleyen cümle buydu. Henüz hiçbir resmî sonucun olmadığı, AKP’nin hiç değilse ekranlara yansıyan seçim sonuçları bazında bir hezimet de “yaşamadığı”nın ayan bayan belli olduğu bu seçimlerde geniş kitleler “adamın kaybettiği”ni nasıl anlamışlardı; hatta Adambile adamın kaybettiğini” nasıl kabullenmişti? Dün ekranlara yansıyan konuşmalarında, Adamın sesine ve gözlerine sinen kaybetme mahzunluğunu siz de farketmişsinizdir.
İyi de kaybedilen ne, kazanılan ne? Muhalefetin coşkusu, kazandığı, kazanmaya hayli yaklaştığı illerden çok fazla;Erdoğan’ın gözlerine sinen hüznü ve siniri de kaybetmediklerinden bir o kadar derin gibi. Rahatlıkla söyleyebiliriz ki muhalefet 31 Mart’ta, 24 Haziran 2018’de kaybettiği özgüveni kazandı. 24 Haziran 2018 Mühürsüz Referandumu Hayır Bloğu’nun, muhalefetin, kendisini kazanmaya en yakın hissettiği oylamaydı. Alanları coşturan, kitleleri peşinden sürükleyen, göz kamaştırıcı mitinglere imza atan Muharrem İnce’nin seçim günü ortadan kayboluşu, sandık başlarında yorgunluktan iflahı kesilmiş yüzbinlerin, İsmail Küçükkaya’ya atılan “Adam kazandı” tweet’i ile birarayagelince kitlelerin en çok da özgüveni yerle bir olmuştu. O gün muhalefetin kaybettiği referandum değil, “özgüven”di 31 Mart’ta da kazandığı yerel seçimler değil “özgüven”
Kırılma
Bir siyasî parti iktidarda değil, muhalefette “örgüt” olur. İktidardayken yanında, yakınında olan yüzbinler gittikten sonra, partinin genel merkez binasını, il, ilçe binalarını açan artık bir avuç insan sahiplenir de o siyasî parti bir örgüt oluverir. Yoksa adım adım kaybolur gider; üç beş araştırmacıdan başka adını bile kimseler hatırlamaz o partinin. Siyasal hayatımız, çoğu zaten bir tabela ve birkaç binadan ibaret siyasî partilerle doludur; kapandıklarını da pek kimse fark etmez. Bazıları ise sadece kazandıkları sürece vardır, kaybetmeye başladıklarında yok olurlar. Bazı siyasî partiler de vardır ki, onlar kazansalarda vardırlar, kaybetseler de; hatta (1980-1992 yılları arasında olduğu gibi) kapatılsalar bile ortadan kaybolmazlar. Tabir-i caizse, kazanmaya da kaybetmeye de şerbetlidirler. Bir siyasîpartiden daha fazlasıdır onlar, birer siyasî marka, birerkimliktirler, birer örgüt .
Bir siyasî parti en zor günleriyle sınanır; bu sınavdan başarılı çıkamayanlar bir süre sonra ölür giderler. Başarılı çıkanlar ise toplumsal dokulara sirayet ederler. Sonuçta yenilenlerin sahiplenmesi ile parti, örgüt olur; toplumun dokusunda yaşamaya başlar. “Kazananların partisi” sadece kazandığında “kapısı çalınan” ANAP ile sağın markası Adalet Partisi arasındaki farktır bu fark; 27 Yılın Tek Partisi CHP’nin 14 Nisan 1950’den sonraki kabuk değiştirişi ve 15 yıl sonra Paşa’nın yerine Karaoğlan’ı ikame etmeye başlayışındaki özgüvendir bu fark; 1920’de kurulan ve ilk defa 2002’de bir genel seçime girebilen Türkiye Komünist Partisi’nin bir yüzyıl boyu yaşadıklarıdır. Toplumsal dokulara sinen örgütler kaybettiklerinde toparlanırlar, kaybetseler de var olduklarının bilinciyle hareket ederler. Örgüt olamayanlar ise yenildiklerinde kırılmaya, parçalanmaya, dağılmayabaşlarlar.
AKP’nin bu tasniflerden hangisine girdiğini söylemek zor. Parti, 7 Haziran 2015’te çok büyük bir fırsatı tepti. O gün %40, 87 ile seçimi “kaybeden” AKP, iktidarda kalmak için 1 Kasım’da seçimleri yenilemeye kalkmasa, muhalefete geçmeye cesaret edebilseydi, bugün çok farklı bir AKP görüyor olabilirdik. Tıpkı Genel Başkanı Cumhurbaşkanlığına seçildikten sonra, evrak üzerinde değil gerçek anlamda genel başkanını değiştirebilseydi, bugün yine çok farklı bir AKP görebileceğimiz gibi. Tıpkı dünkü yerel seçimlerde tek başınave sadece Erdoğan değil de büyükşehir adayları, il, ilçe belediye başkanı adayları, belediye meclis üyeleri ve muhtar adayları yarışsaydı farklı bir AKP görülebileceğimiz gibi
Artık AKP’nin bir iktidar partisinden bir siyasî örgüte, markaya dönüşmesi imkânsız değilse de çok ama zor. Bizzat Erdoğan tıkadı bu yolu; partiyi iktidarda kalmaya mahkûm ederek, kendi genel başkanlığına mahkûm ederek, partinin sinir uçlarını imha ederek yaptı bunu. Türk Usulü Başkanlık sistemi adı altında yürütülen tartışmanın aslında bir Genel Başkanlık sorunu olduğuna, parlamenter sistem ile başkanlık sistemi arasındaki bir tartışma ile uzaktan yakından bir alakası olmadığına ilişkin çok kez yazdığımı, birçok araştırmacının da bu yönde makaleler yazdıklarını hatırlıyorum. O zaman kimsenin bu ayrıntılarla uğraşası yoktu: “AKP gümbür gümbür kazanıyor, atı alan Üsküdar’ı geçiyordu”
AKP’nin eklemlerindeki kireçlenme 2015 Haziran seçimlerinde değil 1 Kasım seçimlerinde tescillendi, Başkanlık sistemi ile Genel Başkanlığın Cumhurbaşkanlığı’na geçmesi ile parti tekerlekli sandalyeye oturdu. 31 Mart’ta ise artık AKP’yi konuşmamaya başladık. Seçim sürecinde de parti ya da adaylar yoktu. Seçimlere Erdoğan girdi, kazanırsa, Özhaseki ya da Yıldırım değil Erdoğan kazanacaktı, kaybettiğinde de parti değil Adam kaybetti; AKP için kırılma noktası bu andır.
“1 Nisan Şakası”
Seçimler 31 Mart’ta yapılınca sonuç ne olursa olsun böyle bir ima mutlaka yapılacaktı; seçimler ile ilgili sonuçların alınmaya başladığı anlardan itibaren bu minvalde başlıklar okumaya, duymaya başladık zaten: “Seçmenin 1 Nisan Şakası”
Seçimlerin en gereksiz figürleri “uzman” “yorumcu”ların en sevdiği “geyik”lerin başında, seçmen adını verdikleri müphem “özne”nin iradesini okumaya çalışmak geliyor. Bu zevat/zerzavat açtıkları seçim falından seçmenin hangi partiye ne mesaj verdiğini okumakta mahirdirler. Ancak kusura bakmayın, böyle bir mesaj yok! Olamaz da!
“Seçmen” adlı irade sahibi bir öznenin, ne yaptığı bir şakavardır ne de verdiği bir mesaj. Partilere, sadece uzman amca ve teyzelerin okuyabildikleri mesajlar yollayan seçmen algısı saçma sapandır! “yalan”dır! “uydurma”dır! Bir manipülasyondur, buram buram “popülizm” kokar!
Yok, popülizm bile demeyelim! Seçimlerden çıkarttırılmak istenilen sonuçlar, önce uzman/yorumcular tarafından bizzat seçmenin verdiği mesajlar haline getirilir. Sonra bizzat onları izleyen seçmenlerin, kendilerinin verdiğine inandırıldıkları mesajlara bizzat inanmaları sağlanmaya çalışılır.
Seçmenin mesajı diye sunulanlar, yorumcunun kendi zırvalıklarını, analizlerini “onun”, “ona ait” yorumlar, değerlendirmeler, analizler olmaktan çıkararak kutsal “seçmen”e –sizlere- havale etmek, bu değerlendirmeleri tartışmasız doğrular gibi sunabilmek (öyle ya, seçimler yoluyla verilen bu mesaj! mübarek “seçmen”in tartışılmaz iradesidir, “millî irade”dir ne de olsa) için uydurduğu bir zırvalıktır!
31 Mart’taki seçim sonuçlarından da seçmenin ne AKP’ye verdiği ekonomi mesajları, ne de HDP’ye verdiği beka mesajları çıkartın. Ekrandaki rakamlara bakıp da seçmen niyeti/mesajı okumak seçim analizleri yapmakla, boş kahve fincanındaki şekillerden hareketle “üç vakte kadar karşınıza çıkacak orta boylu, kumral” damat/gelin adayı beklemek aynı şeydir: Hoştur, lâkin boştur!
Keyifli Haftalar, Umudu Kesmeyin Yurdunuzdan