Çukurova’da Yılan Kale diye bir kale var, Misis’le Adana arasında bir yerde tüm ovayı görür. Yakınlarında da Kokar diye bir yer vardır, Kokar denilen yer, gerçekten kokan bir yer, kükürt kokar, çürük yumurta kokusunda bir yer. Ta uzaktan kokusu insanın burnunun direğini kırmaya yeter. Çocukken mahallede bisikleti olan tüm çocuklar oraya giderdik. Ben hiç sevmezdim kokusunu. Zaten yumurtayı da sevmem, ne kadar tavuk beslesem de, civciv alıp büyütsem de hayatımda yumurta yediğimi anımsamam. Ben küçükken, sanırım bir yaşlarında, annem ha bire yiyeyim diye ağzıma dürtmüş ben de tiksinmişim. Kendimi bildim bileli yumurta yemedim. Ama kümesten, tavuğun altından, özellikle kendi beslediğim tavuğun altından yeni, sıcacık yumurta alıp eve getirmeye bayılırdım. Dövüş horozlarını da çok severdim ama dövüşmelerine katlanamazdım. En iyi cinsten dövüş horozlarım oldu, en iyi cins deyince; annesi, babası ve dedesi yani tüm geçmişi bilinen horoz anlaşılır. Horozların dövüştürüldüğü kahvehaneler vardı, giderdim ama içim kan ağlayarak izlerdim dövüşlerini, zaten gitmeyi pek de sevmezdim. Dövüş horozları çok asil olur, ben de asil horozların yumurtalarından bulup kuluçkaya koyardım ve civcivken büyütürdüm. Onların öyle bir ötüşü vardır ki insanın içini içinden koparıp alırlar. İnsandan kaçmazlar. Kuru üzümle beslerdim onları. En son lise üçüncü sınıftaydım iki tane büyütmüştüm, canavar gibi olmuşlardı. Ellerimle besledim onları. Bacaklarında birer mahmuzları var dı ki… onlar daha güçlensin, tüyleri parlasın diye limon sürerdim ellerimle, severdim başlarını. Sabaha doğru öttüklerinde tüm mahalle tok sesleriyle inlerdi. O sıralarda bir de kekliğim vardı.
Kafeste beslemezdim onu, evin içinde dolanmaya alışmıştı, kaçıp gitmezdi. Sabahları öyle bir öterdi ki sormayın gitsin. İşte; evin içinde keklik, dışarıda koskocaman bir kümes, iki tane dövüş horozum, bileklerimde yerlere vurulmaktan kırılmış bir saatin izleri…
Üniversite sınavına girdim, neyse kazandım, Ankara’ya geldim; yıl 1983. Annem horozlarıma, tavuklarıma, kekliğime bakamamış. Keklik ne oldu hatırlamıyorum, tavukları da, ama horozlarımı birbirleriyle kavga etmesinler diye ayrı yerlerde tutuyordum, bakamamışlar. Bir gün bunlar birbirlerine girmiş, tabii evdekilerin haberi yok, dövüşe dövüşe biri öbürünü öldürmüş. Telefonda öğrendim, kahroldum. Keşke hiçbir yere gitmeyip orada kalsaydım. Benim yüzümden horozlarım birbirlerini öldürmüşlerdi.
Bir daha geri gelmedi geçen günler. Söylenceye göre yılanların şahının yaşadığı, Çukurova’yı boydan boya görüp selam eden, bisikletlerle son sürat aşağıya indiğimiz Yılan Kale orada duruyor. Horozlarım öldü, kekliğim kayıp, tavukların akıbetinden haber yok.
Kirada oturuyorduk. İki katlı evin giriş katındaydık, arkadaki bahçeyi telle ikiye bölmüştüm. Ev sahibi hem kiracılardan usandığından, hem de daha çok para kazanmak amacıyla, sonunda evi müteahhite vermiş. Bizimkileri çıkardılar. Bizim evin bahçe duvarıyla dedemlerin bahçe duvarı ortaktı, evlerimiz yan yanaydı. Onu da almışlar. Dedemlerin evi tek katlı müstakildi. Dedem her türlü çiçeği yetiştirir, evin önünden geçenler hayranlıkla bakardı. Bizim evi ve dedemlerin evini yıktılar. Adam sahtekâr çıktı. Evlerimizin yerinde halen sadece bir temel duruyor. Geçen gittiğimde dedemlerin evinin bahçesinin sadece giriş kapısını yıkmamışlardı, onu görünce ben yıkıldım. Oysa dedem ne de severdi çiçekleri. Dedemi özledim.
Olmasa bile ruhum, sevinçten gizlice bayram yaptı…
güneş
şımarık bir kedi gibi evlerin saçaklarında erimeye yüz tutmuş kar tanelerine gülümsedi
dışardan bakıyordum
kendimi belli etmeden
oysa beni görsün istiyordum
görünmeden beni görsün
geldi şaşkın bakışlarla bir martı kondu evin saçaklarına
gözlerine bile bakamadan
bağırmaya başladı
ne martıyı kovalayabildim
ne güneşe kollarımı açabildim
öylece kalakaldım
sevinçten sevgimi paylaşamadım…
geçmek bilmedi zamandan çalmayı düşlediğimiz anlar
yaşam bizim için koskocaman yarattı kahramanlar
dizinde uyuyamadan geçti kırlangıçlar
sensiz esen rüzgâr hep güzel bir sonbahar
işte diyecektim zamanı geldi
gelmelerin mevsiminde doğdu sevinçli güvercinler
gözlerinde bakakaldım geçmişe
yeşil bir ovada ruhum teslim olmadan önce
pırıl pırıl açan nar çiçeklerine inat
tomurcuklarını açtı yaseminler nergisler
teker teker öptüm kokularından
sığamadım geleceğe
dallarım budaklandı genişledim kök saldım yeşil ovaya
ova beni doğurmasın diye yalvardım güneşe
kimse doğurmasın beni
Levent Özbek
- O güvercinin zindanı ve çatıdan kaçış hikayesi - 22 Nisan 2021
- Bir Dişe Aşık Olmak / Fibonacci Dizisi – Altın Oran - 9 Mart 2021
- “Ne çok alçaktan uç, ne çok yüksekten!”, Daedalus* - 1 Mart 2021