Umut ne zaman doğacak?

Bir mucize bekleniyor; açlık grevindekiler giderek ölüme biraz daha yaklaşırken, toplumsal bir tepkinin ansızın patlayacağı umut ediliyor. Ya da şöyle bir şey düşünülüyor: Kamuoyunun harekete geçmesi ve içindeki öfkeyi sokağa boşaltması… Ya da başka türlü bir şey…

Oysa mucize gecikiyor; geciktikçe de başlangıçtaki destekleyici söylemler, dikkatlerini başka yönlere kaydırıyor. Şu görülüyor: Destekleyici söylemleri sürdürenler, bu söylemlere karşı çıkanlardan kopmayı tercih ediyor.

Destekleyici söylemleri sürdürenler, kendi gerekçelerini siyasi, ideolojik, felsefi metinlere dayandırmaya ve bu metinlerden hareketle aynı söylemleri yeniden üretme yoluna gidiyor. Bu söylemlere karşı çıkanlar ise sonu ölüme varabilecek o eylem karşısında, her ne yoldan olursa olsun yalnızca eylemcilerin ölümden kurtarılmalarını savunuyor.

Fakat bu kopma, başka durumlara da yol açıyor: Destekleyici eylemleri sürdürenler, eylemcilerin ölümünü istemeyenleri “pasiflik” ile suçluyor, onların kamuoyu oluşmasına ve olası bir toplumsal tepkiye engel olduklarını vurguluyor. Hatta bu “pasifler”, iktidarın dümen suyuna girmekle itham ediliyor.

Mucize geciktikçe gecikiyor

Ne var ki bu arada mucize geciktikçe gecikiyor, iki taraf arasındaki gerilim arttıkça artıyor, eylemciler de her geçen an ölüme biraz daha yaklaşıyor.

Şu da görülüyor: Toplumsal bir patlamayı bekleyenlerin bir bölümü, bir açıdan ölümü de düşündüklerinde, sert destekleyici söylemleri terk ediyorlar ve beklemeyi seçiyorlar. Belki de artık bu konuyla hiç ilgilenmek istemiyorlar. Hem bir kamuoyu yaratmak niyeti hem de ölümü istememek, kendilerini çelişkili söylemlere yuvarlayabilir çünkü… Pek çoğu bu çelişkili görüntüyü üstlenmekten korkuyor, böylece sahneden uzaklaşıyor.

Destekleyici söylemler kendi sertliğini koruyor ve diğer yandaki “pasifler”, ölüm karşısında geri adım atıyor. Oysa bunlar ilk anda yan yana duran, daha önceki olaylarda aşağı yukarı aynı davranışları sergileyen, benzer beklentiler içinde bulunan, en azından duygudaş olan bir kitleydi. Şimdi öyle değil, biri diğerini siyasi sahnenin dışına sürüklüyor işte…

‘Muhalif’ taraf son derece dağınık

Açlık grevleri bize anlatıyor ki Türkiye’deki siyasi ayrışma, algılanabilir bir durumun da ötesine geçiyor. İlk bakışta “evet” ve “hayır” karşıtlığında saptanan bu ayrım, “muhalif” tarafın da son derece dağınık olduğuna işaret ediyor. Belli klişe siyasi söylemler içinde kalmayıp yeni endişeler öne sürenler, yani bu açlık grevlerinden üzüntü duyanlar kolaylıkla dışlanabiliyor ve gözden çıkartılabiliyor.  Destekleyici tarafın bu refleksi, iktidarın yaklaşım biçiminden farklı bir şey ortaya koymuyor.

Nedense Türkiye’deki “evet” ve “hayır” arasındaki kutuplaşma, her zaman radikal bir ayrım olarak sunuluyordu. Halbuki biliniyordu ki bu iki taraf çok da radikal seçimlerle bu kararları almamışlardı. Kürt sorunu, göçmen sorunu, dış siyaset sorunları gibi kırılma anlarında, “evet” ya da “hayır” diyenler arasında hızlı bir değişim oluyor, siyasi nüanslar bu iki kutbun karışmasına ve safların yeniden, ama başka gerekçelerle yeniden belirmesine neden oluyordu.

Gezi Direnişi’ nostaljisi

Aynı şeyler “Gezi Direnişi”nde de yaşanmıştı. Bugün o direniş, ülkedeki en önemli toplumsal çıkışlardan biri olarak kabul ediliyor ve pek çok kişi hâlâ “o günlerin” nostaljisiyle yaşıyor. O nostaljide, yine kamuoyunun ansızın duyarlılık kazanarak bir tepki vermesi var, bu unutulamıyor.

Fakat orada unutulan şey, direnişin ilk haftadan sonra karakterini yitirmeye başlamasıydı. Bugünkü görüntüde olduğu üzere, “muhalifler” orada da bölünmüşler ve eylemi tek başlarına denetleme mücadelesine girmişlerdi; bu da örneğin, ulusalcıların ilerleyişi karşısında Kürt siyasilerin eyleme kuşkuyla bakmasına, “Anti-kapitalist Müslümanlar” ile yan yana duran grupların eleştirilmesine yol açmıştı.

Tüm bunlar, her defasında beklenen mucizenin dağılıp gitmesi ve eylemlerin normalleşmesi demek oluyordu. Oysa çok daha çarpıcı bir sonuç daha ortaya çıkıyordu: İktidarın deneyim kazanmasına… Söz konusu deneyimden çıkartılan “kıssadan hisse”, her bir eylemin “muhalifler” arasında bir ayrım yaratmasıydı. İktidar bunu çok iyi öğrenmişti.

Kurban siyaseti

İktidar, bu olayda durup bekliyor. Yaptığı şey, “muhalif” grubun kendi içindeki bölünmesini seyretmek… Açık ki bu ülkenin kaderi bu; bununla ilgili sayısız örnek, yakın tarihin mutlak gerçeği halinde önümüze seriliyor.

Ve biz, açlık grevleri sürerken bir kamuoyu tepkisinin “bu kez” doğacağını, yani bu topraklardan bir mucizenin “bu kez” fışkıracağını umut ediyoruz. “Bu kez” belki olacak. Olabilir elbette… Ya da şöyle söylemeli: “Bu kez” belki olacak, belki de olmayacak; bu belli değil. Oysa belli olan, kuşkusuz olan, mutlak olan başka bir şey var: Umudu beklerken, açlık grevlerindekiler ölecek. Pekiyi, umudu yeni kurbanlar mı sürdürecek? Bundan sonra da böyle mi olacak?

Hayır! Umut, “kurban siyaseti”ne son vermekle doğacak.