Uzunca bir zamandır gördüğüm o ki “sosyalistlerin” klasik olarak tanımladıkları kitapların yeniden okunması gereksinimi “onlar” adına hasıl olmuştur. “Onlar” diyerek kast ettiğim ortodoks sosyalistlerdir; en azından. (Sosyalist olmamakla birlikte –bir küçük burjuva radikalist olarak- zaman zaman bu metinlerin aslına döndüğüm zamanlarda güncele ait yeni yorumlara ulaştığımı söylememi bir megalomani ya da kibir olarak görmeyin.)
Bu salt bir “yeniden okuma” olmamalıdır üstelik; şartlar “farklı” okumayı da zorunlu kılıyor; kitaplar devrimci ağabeylerinin ya da tarikatlaşmış örgüt/parti liderlerinin önerdiklerinden ya da dayattıklarından farklı bir şekilde yeniden okunmalı. Tekrarlıyorum; bir başlangıç tanımlamak istiyorlarsa eğer bu “yeniden okumalar” yola çıkış koşullarından biri olmalı. Kendileri bilir, bir küçük burjuva olarak naçizane önerim bu.
Bize yıllarca “Alman İdeolojisi” diye okuttukları hızlı piyasaya sürüm özet el kitabı biçiminde “birkaç sayfalık şeyin” ne olduğunu ya da ne olmadığını gördükten sonra benim diyeceğim bu. Bu bağlamda “asıl sorunu” tanımlamakta uyarı mahiyetinde bir önem taşıyor. O büyük devrimci ağabeyleriniz, ablalarınız, şeyhleriniz, peygamberleriniz, sosyalist devrimci liderlerin adlarını, adlarının önünde telaffuz edilmesinden –etmekten- utanmayan liderlerinizin her nedense bu durumun farkına bir türlü varamamış olmaları. Nedenini sorgulamak çok önemli.
Diğer taraftan burada tanımlamaya çalıştığım sorunun daha az üstünde durulan bir yanını da dile getirmek gerekiyor; sosyalistlerin “diğer” kitabı okuma konusundaki isteksizlikleri. Alman İdeolojisini özetinin özetinden okuyup anlamaya çalışanların Feuerbach’a ait bir okuma yapmalarını beklemek duruma karşı bir haksızlık olur! (Okunması gerekiyor mu; bu ayrı bir tartışma konusu. Ancak en azından varlığından haberinin olunması gerekiyor, en azından bu “haberdar olma durumunun” engellenmemesi, sansürlenmemesi gerekiyor.)
Yıllar yıllar önce, henüz kendimi hala sosyalist olarak tanımladığım ya da öyle sandığım “çağlarda” derin ideolojik bilgisiyle ünlenmiş ve aynı derinlikte felsefi bakışlara sahip olduğuna müritlerini inandırmış bir devrimci sosyalist abimize “Ludwig Feuerbach, Hıristiyanlığın Özü’nde epistemolojik bir bakışla etik konusunda oldukça pragmatik bir yaklaşım sergilemiyor mu” diye sorduğumu anımsıyorum, naçizane küçük burjuva eklektik ideolojik kurgumla! Aldığım yanıt son derece öğretici olduğu için mutlaka paylaşmak zorundayım: “Ludwig Feuerbach mı, o kim?”
Burada tekrar ediyorum, mutlaka “onlarında” –Anti’lerin- okunması gerektiğini iddia etmiyorum; zaten gördüklerimden, yaşadıklarımdan bilmelerinin dahi imkânsız olduğunu düşünüyorum. Yalnız bu türden okuma zafiyetlerinin yol açtığı durumların nedenini sorgularken dile getirilmeleri gerekli. İşte bu nedenledir ki “din halkın afyonudur” aforizmasının da alabildiğine eksik yorumlandığını düşünüyorum. Yanlış yorumla eksik yorum arasında, söz konusu olan “ideoloji” ise yanlış yorum lehine de bir fark olduğunu ara not olarak belirtmek zorunlu.
Gelinen nokta itibariyle –sosyalist ağabeylerinizin, ablalarınızın, amcalarınızın, teyzelerinizin geldiği noktadan bahsediyorum- din, en azından ülkemiz pratiğinde halkın olduğu kadar sosyalistlerin de afyonu olmuş durumda. Aforizmaya bir yanlış okuma notu da ben düşmek ve bir hipotezle bu yanlışımı taçlandırmak istiyorum “Din sosyalist aydınların da afyonudur.”
Yine yanlış bir soruyla devam edilebilir; hala “demokrasi” tanımı üzerinden siyaset yapanların ve “reel politik” olarak da tanımlayarak bu aşağılık ve geri duruşlarına meşruiyet kazandırmaya çalışanların olduğu; hala “kültür” üzerinden yalnızca siyaset/politika değil ideolojide kurgulamaya çalışarak sosyalistlikte pabucu kimseye kaptırmayanların olduğu bir çağda Felsefenin Sefaleti’nden önce Sefaletin Felsefesi’nin farkına varılması gerekmiyor mu sizce? Ve fazlaca iyimser bir soru daha: Farklı başlangıçlarla bu “ideolojik” ve ahlaki çürümenin önü alınabilir mi. Ben bu bağlamda toptan bir reddedişten çok toptan bir yok edişin çok daha faydalı sonuçlar doğuracağını düşünüyorum.
din sosyalist aydınımızın afyonudur
On yıllardan bu yana kendisini “sosyalist aydın” olarak tanımlayan ya da çevrede bu şekilde tanımlanıyor olmaya itirazı olmayanların büyük bir çoğunluğunun “demokrasi” ve “gerçekçi politika” –siyaseten doğruculuk!- argümanlarının arkasına saklanarak sergiledikleri duruş ya da duruşsuzluk hali ve “gidişat” denen şey dikkate alındığında düşük ve düşkün bir görüntünün sergilendiğini düşünüyorum. “Sosyalist aydın” denen güruhun temel ideolojisinin sosyalizm değil pragmatizm olduğunu cesaretle dile getirip yüzleşelim bu gerçekle. Hatta “pragmatizm” tanımının da –ve jargonumuzda yer alan hiçbir hakaretin- durumu aslında açıklamaya yetmediğini söyleyip sergilenen tablo için yeni bir izm arayışına girişelim!
Olmamışlık-olamamışlık söz konusu. Bir düşüklük ve bir düşkünlük söz konusu. Arınalım, arınmalısınız. Bu gerçekle yüzleşelim; yüzleşerek arınalım. Bu zorunluluğu cesaretle üstlenelim. Bu cesaret gösterilirse gerisi kuşkusuz daha kolay gelecektir, bundan emin olalım.
Hiç kuşkusuz bu mücadelede karşımıza “sosyalizmin her türden ideolojik silahı” –buna denetimlerine aldıkları engin bilgileri de diyebiliriz!- ile çıkacaklardır. İşte yılmamamızı sağlayan da bu olmalı aslında. Strateji, taktik ve siyaset; bu …istlerin zavallıca dillerine doladıkları kelimeler. Onları fetişe etmekten yüceltmekten ve tüm bir yaşamım boyunca sonuçları itibariyle düşündüğümde hep tiksindiğim kelimeyle “saygı duymaktan” vaz geçelim. Onların tamı tamına, her halleriyle bu dünyanın / piyasanın insanları olduğunu görelim. Bu dünya ile distopyamız arasında bir tercih yapalım; tercihim ikinciden yana. Yola çıkışa gelince, emin olun en kolay başlangıç, öncelikle onların reddedilmeleriyle –ve hatta yok sayılmalarıyla- başlıyor.
Şimdilerde yeni maskelerini takarak ortalıklarda “gereğinden fazla” görünmeye başladılar; aslında az biraz onur duygusuna sahip olsalar en azından kendilerini sosyalistlikten ve aydın olmaktan emekliye ayırmaları, köşelerine çekilip –inziva- kaybolmaları gerekirdi. (Cesaretsizliklerin değil doymak bilmez ego açlıklarından ötürü “münzevi” olamazlar. Oysa olanakları da var; ütopik sosyalistlerden devşirdikleri, sözde kooperatif anlayışla inşa ettikleri ve Daça belledikleri, anlatırken pek küçümser görünmekle birlikte bugünün TL’si ile milyonlarca değer biçilebilen Akdeniz-Ege kıyılarındaki yazlıkları / mülkleri onlara münzevi olma şansını veriyor oysa!)
Yapmadılar.
Örnek mi; dinci faşizme yukarıda söz ettiğim ve etmediğim argümanlara sığınarak her türden doğrudan ve dolaylı desteği verenler, örneğin; yetmez ama evetçiler, hocaefendiciler… Evet ne yazık ki hala –yeniden- “sosyalist piyasada” saygı görüp değer buluyorlar. Yazık. Ve ne yazık ki kendilerini coşkuyla alkışlayanlarda kendilerini sosyalist sanıyorlar. (Tabii sadece “onlar” değil. Önemli bir kısmı da tarihe belge bırakmaktan korktukları için desteklerini sözel olarak onların ya da sosyalistlerin konferanslarında panellerinde sundular.)
Ben, sol’un nefretle dışadığı ötekilerden biri olarak kendi kendime verdiğim konferanslarda daha öncede dile getirdiğimi anımsıyorum, ilk söz edişimden, onlarca yıl öncesinden: “İslami faşizm” tanımını… Her dile getirişimde çevremde var olan “büyük düşünür ve siyaset adamlarının” buna şiddetle karşı çıktıklarını da anımsıyorum. Kabul edersiniz ki bu karşı çıkış yalnızca kendine konferans verme hacminde olan benim gibi birisinin baş edemeyeceği ideolojik argümanlarla destekleniyor, savım yerden yere vuruluyordu. Neredeyse! Bu sav o gün olduğu gibi bugünde tartışılabilir, ne diyebilirim ki. Benim sorunum, sorun dışarıdan aymazlık gibi görünen çeşit çeşit pragmatizmin bir kez daha örneklenmesi üzerine.
Ama ısrarla tekrarlamaktan ve savunmaktan geri durmayacağım bir mevzuu da var; o da Türkiye –ve belki de dünya- solunun “din” ile olan mesafesini tanımlayamamış ve din ile olan “ilişkisini” bu dünya ya ait “halk”, “demokrasi” gibi kavramların arkasına sığınarak ya da orada mevzilenerek kesememiş (belki de kesmemiş=pragmatizm) olduğu gerçeğidir. İşte tamı tamına onun içindir ki “bu sol” bu haliyle bırakıldığı yerde otlar haldedir. Bu durumu realize eden meşrulaştıran yüzlerce, binlerce derin kitap, derin analiz bulabilirsiniz. Ancak bu türden bir meşruiyet durumunun “piyasa” ile örtüştüğünü de kabul etmeniz gerekir.
Tezimizi safça tekrarlayarak devam edelim; din sosyalist aydınlarımızın afyonudur, çünkü onlar Sefaletin Felsefesinden bihaber Felsefenin Sefaletini ezber etmekle yükümlü kılınmışlardır.
Keşke bu kadar kolay olsa; bu kadar net görülebilse. Tedavisi kolay olurdu. Ancak sorun çok daha basit ve onun içinden çıkılamazlığı bu basitliğinden kaynaklanıyor. O halde kendim ile kısmen çelişkiye düşmek pahasına da olsa konferansıma devam edeyim.
Sosyalistlerimizin din kurumu ve din siyaseti ile olan ilişkisini, onların “dinci kurumlarla / çıkarlarla” olan ilişkisini salt pragmatik bir ilişkiye indirgemek, sorunun çözüm yollarının ulaşılabilirliliğini görünür kılar. Ancak sorunun çözümünün bu kadar kolay olmayacağını görmek, nedenini anlayamadığımız için bu bağlamda dışa vuramadığımız karamsarlığımızın derinleşmesine neden olur.
Kanımca asıl sorun sosyalistlerin ateist olmamaları ya da olamamalarıdır. Ve hatta önemli bir kısmının deist olmayı bırakın “inançlı” olduğunu dahi görmüyor muyuz? Bu durum temel bir genetik kodlanmışlık meselesi olarak karşımızda durmakta, ne var ki ısrarlı ve dikkatli bir şekilde görmezden gelinmekte, konuşulmamakta, konuşulamamaktadır. Gizli inanmışlıklarını sürdüren dinli sosyalistlerin dinle olan ilişkilerini kendilerince sağlıklı bir şekilde sürdürmelerini sağlayan unsurlardan birisi de neden bu olmasın. Sosyalist yazında dinle olan ilişkinin ya da dinsel ideoloji eleştirilerin çoklukla siyasi kurgu üzerinden sürdürülmesinin bir nedeni de bu olamaz mı? Diye düşünüyorum! Sosyalistler için bu bağlamda başlangıcı, ateizmle ya da dinle yapacakları bireysel yüzleşme, bireysel hesaplaşma oluşturacaktır. Hiç kuşkunuz olmasın ki bir küçük burjuva bu türden hesaplaşma ve yüzleşmeyi kendi sınıfının kolaycılığı açısından sınıf olmadığını iddia eden bir sınıf olarak sosyalistlerden daha kolay bir biçimde yapar ve yapmıştır. Çünkü “mülksüzün” cesareti buna muktedirdir.
Bu da “sosyalistlerin” daha çok alacağı yol olduğu anlamına da gelir. Bu diğer taraftan bir devrimin devrim olabilmesi için gerekli olan eşiklerden birisini de betimler. Ve olmuş ve olacak “devrimlerin” olmuş ve olası başarısızlıklarının da nedenlerinden birisidir.
Dinli sosyalistler tümüyle bireysel ve bir o kadar da duygusal bu mesele ile olan ilişkilerini aldatmacalarla maskelemeye çalışır. Onun bu takiyesi aslında bir ibadet şeklinden başka bir şey değildir. Sosyalistlerin, o bir türlü ateist olamayan –bana kalırsa olma olasılığı da olmayan- sosyalistlerin, bu “eski”/ancient güruhun durumla ilgili tüm söylemlerini biçimlendirirken sarıldıkları tüm argümanların prekapitalist çağlardan miras alınması rastlantı olamaz. “Halkın kültürel değerlerine saygı”, “insan hakları” “temel ibadet hakkı”… elimden ve dilimden “hadi oradan” demekten başka bir şey gelmiyor.
Sosyalistlerimizin özellikle din meselesi mevzu olduğunda diğer meselelerle kıyaslanmayacak ölçüde bir akıl tutulması yaşamalarının, kekemeleşmelerinin, vesairelerinin nedenlerini sorguluyorum kendimce…
Sosyalistlerin reddetme retoriğinin sadece ideoloji ve sistemle (kapitalizm) bir arada kurgulanması ve sınıflı ve çok katmanlı bir toplumda, onu tümden red edecek argümanlara ve tabii ki cesarete sahip olamamak, bu türden içselleşmiş, içselleştirilmiş ve hatta zor unsurunun en bireysel kıyıcılığında sahiplenilmiş aşağılık bir yoksunluk durumu ile karşı karşıya olduğumuzu açık sözlülükle ifade etmek gerekiyor. Çünkü bu yoğun yoksunluk durumunun insanı götüreceği tek yer tanrısının yanıdır.
Bu, diğer taraftan bir zekâ yitiminin, akıl boşlanmasının da göstergesidir. Birçok soruya en kolay yanıtı “tanrısı” verir çünkü. Hesaplaşmaz, yüzleşmez, yanıt aramaz; “lan ben nasıl komünistim” diye kendine sormaz. Belki de doğrudan bir mülkiyet kurgusu olan pragmatik ilişki kurmasındaki temel iteleyici unsurda bu hesaplaşmama durumudur.
Bu biraz iyimser bir yaklaşım oldu, karamsar yaklaşımıma geri dönelim; bu bağlamda günümüz toplumun en muhafazakâr guruplarından birisini de “eski sosyalistler” oluşturuyor demek hakkına sahip olduğumu düşünüyorum, naçizane bir biçimde. Çünkü onlar “tanrı yoktur” diyemedikleri için ve bunda ötesinde -derininde- iyiden iyiye inandıkları için az önce söz ettiğimiz türden (dine saygı, insana saygı, kültüre saygı vs.) argümanların üretilmesinde değişen zamana karşın değişmez bir çaba ve sürdürülebilirlilik durumu gösteriyorlar.
Aykırı bir soru ile bölümü atlayalım: “sakın ola nihilizme olan bu düşmanlıklarının temelinde tanrı severlik yatıyor olmasın?”
islami faşizm
Yukarıda ve daha önce de söz ettiğim gibi, 1980 tarihi ile başlatılabileceği artık bugün iyice netleşmiş “yeni cumhuriyet” çağında “İslamcı faşizm” terimini/deyimini kullanmıştım; bir hissediş durumu olsa gerek! Yaklaşım üyesi bulunduğum sözdeentelektüel ortamda pek küçümsenmiş, alaycı eleştiri konusu olmuştu. Ve anılan süreç itibariyle bu tanımın ilk kez “anarşist” bir dergide haklı olarak dile getirildiğini not etmek gerekiyor. Kuşkusuz gelecek kurgusunu yapmaktan aciz saplantılı gelenekçi bir sol için üzücü ancak benim için oldukça sevindirici bir durum olduğunu da söyleyeyim.
Yıllar önce yitirdiğim yaşlı bir dostumun başucu kitabı vardı, sanırım adı “Nazi İmparatorluğunun Yükselişi”ydi. Neredeyse yirmi yıl kitap koltuğunun kenarındaki sehpanın üzerinde durdu. Pek sık olmayan ziyaretlerimde günün anlamına göre ya da olup bitenlere göre bir bölüm okur, ülke ile benzerliği tartışmaya açardı. Süreç gerek bireysel gerekse toplumsal bir paralellikte ilerliyordu. Peki, solu “hak”, “özgürlük” “yetmez ama” vs. retorikleri arkasında saklanarak işlevsizliğe ve doğal olarak teslimiyete iten neydi?
Tekrar: “sosyalist aydınlar” 30 yıla yakın bir süredir liberalizme ve onun açtığı kapıdan (kapı=pragmatizm) faşizme savrulmuşlardır. Her ciddi sorun sürekli bir savruluşu da beraberinde getirmiş bu hainler yaptıklarının meşruluğunu demagojik argümanlarla maskeleyip yeni ve çağcıl bir sol tanımı imiş gibi sunmaya çalışmışlardır. Dağılma, çürüme, bozulma toparlanamaz bir haldedir; bu kanserleşmenin yalnızca hedef organların değil neredeyse tüm bir organizmanın top yekûn imhasından başka tedavisi yok gibi gözükmektedir. İşte umudumuz bu distopyadadır. Yok oluşa ait bir distopya! Çünkü en azından ben/biz sağlıklı olduğumu/zu iddia edeceğim bir durumdayım. Evet, herkes bütün bir sosyalist dünya beni küçük burjuvalıkla suçlayabilir ama kimse bana ne hain, ne dönek ya da “liberal” vesaire, “özgürlükçü” vesaire diyemez.
İslamcı faşizm bağlamında “sol’un” aymazlıkla körlük arasındaki yalpalamasının nedenini açıklamanın öyle uzun uzun derin –ve anlaşılmaz- ve sorunun özüne değinmekten ustaca kaçınan analizlere gereksinim olmadığını düşünüyorum. Aksine her şey evet ama her şey son derece anlaşılabilir bir “gelişme” göstermiştir. Sorun soldan çok kuşkusuz solcularla ilgilidir, ancak sol ile de hepten ilgisiz değildir.
Neo-liberal çağda genel bir retorik, “orta sınıfın güçlenmesinin kapitalizmin kurgusu içinde mümkün olabildiği kadarıyla eşitliğin gerçekleşebilmesinin yegâne koşulu olduğu” idi. Güçlü orta sınıfın aynı zamanda demokrasi ve özgürlükler içinde başlıca koşul olduğu propagandası aktif bir şekilde yapılıyordu. Bu propaganda o kadar etkiliydi ki, az ve çok ve azçok gelişmiş ülkelerin az gelişmiş kimi solcularını bile “liberal saplantılar” adına peşinden sürükledi. Bu savrulma öyle bir noktaya geldi ki bunu yeni sol teorilerinin nirengi noktası yapmaya bile arsızca başladılar. Bu durumun oluşmasında en büyük destek ise paradoksal olarak geleneksel sol teorilerin faşizm analizlerinden alınıyor olmasıydı.
Bir küçük burjuva olarak yaşadıklarımdan öğrendiğim üzere dile getireceğim sav şudur: evet sanılanın aksine faşizm orta sınıfa oynar, diğer taraftan küçük burjuva ise tümüyle belirsiz doğası itibariyle tüm otoriter kurguların faşizmin ve onun versiyonunun –bence sanılanın sıklıkla anlatılanın-yazılıp çizilenin aksine- özünde başlıca düşmandır. Ve sosyalistlerin o şanlı işçi sınıfının ise dünya tarihi boyunca hiç ama hiçbir şekilde faşizmle herhangi bir “sorunu” olmamıştır. Her türden faşizmi özünde bir savaş hali olarak kabul etsek bile bu savaşta işçilerin bir sınıf olarak taraf olmak gibi bir sorunsalı yoktur, olmamıştır ve güne dönersek olmayacağı görülmüştür. Çünkü faşizm yalnızca sermaye mülkiyetine değil topyekûn mülkiyete sırtını dayayan bir kurgu olarak kendini biçimlendirmektedir. Bu konjonktürseldir. İslamcı faşizm çağdaş örnekleriyle sol teorisyenlere bunu göstermiş ancak onlar da görmemekte dirayetli davranmaya alabildiğine özen göstermişlerdir.
Dine sırtını dayayan faşizmler kitle ajitasyonu konusunda “sürünün” genel psikotik ve akılsız halini çok iyi kullandığı ve bu süreçte kimi solun da kültüralist ve hümanist yaklaşımların esaretinde konjonktüre yedeklendiği görülmektedir. Başlangıçta değindiğim din ideolojisi ile gerek bireysel gerekse topyekûn hesaplaşmadan özenle kaçınılması bunun nedenidir.
Tekrarlarsak sosyalistler, komünistler önce ateist olma zorundadırlar. Sorun, din üzerinden kitle/halk/sürü yalakalığı yapmaları kadar bu türden bir olmamışlıklarıdır da.
Bir küçük burjuva olarak net bir şekilde gördüğüm/tanımladığım bir sorun daha var, sıkça dile getirdiğim gibi; “birlik söylemi”. Miting alanlarında – insan zincirlerinde el ele tutuşma soytarılığından başka bir şey olamayacak birlik söylemi toplumun geleneksel kurgusunun yeniden inşa edilmesinden başka bir işlevi yoktur. Oysa bu kurgu faşizmin yaşamın bütün unsurlarına dek yerleşmesinin biricik aracından başka bir şey değildir. O halde kahrolsun birlik denmediği sürece oyun, kapitalizmin ve onun faşizmlerinin sahasında oynanmaya mahkûm olmuş demektir.
Ve savaş; doğası gereği bir iç savaşı tanımlayan faşizmin savaş çığırtkanlığı konusunda tarih öğretici. Gerekirse sermaye adına savaşa girmekten çekinmez. O hep örnek seçilen (!) Nazi Almanyası savaşa girerken –ve sonrasında da- işçi sınıfının onları tümüyle desteklediğini unutmayalım. Kuşkusuz sosyalist siyasetin bir utancı. Ancak faşizmin yerel versiyonlarının bu bağlamda elinin çok daha kuvvetli olduğunu söyleyebiliriz. Sol jargonun kültüralizm, hak, etnisizm vs. söylemleri bu bağlamda dinci faşizmim “şehitlik” söylemini de kuvvetlendiriyor.
Sol gericileştikçe –ben bu gericileşme durumunun onun bireyi reddetmesiyle birebir ilişkili olduğunu düşünüyorum; bir tekrar- faşizm güçleniyor. Faşizmin bu kadar net bir “şey” iken bunca sofistike bir hal almasında sol sorumluluk/sorumsuzluk başlıca bir sorun olarak ortaya çıkıyor.
Solcular “halkın” özünde ve derinliklerinde aslında faşist olduğu gerçeğiyle yüzleşmesi ve siyasi programını bu gerçeğe göre biçimlendirmesi gerekiyor. Bu bağlamda “başkaldıranın” halk değil toplum olduğunun bilincine/farkına varılması gerekiyor. Özünde faşist olan halkın ondan hiçbir şey beklemeksizin yönetilmesinin ve güdülenmesinin kolaylığının siyasi programlarda bir avantaja dönüştürülesi gerekiyor. Oysa tarih boyunca solun halk tapınısını temel alıp bireye –küçük burjuvaya- saldırıyı temel siyaset ve yönetim biçimi yaptığı sürece faşizmin ekmeğine yağ sürdüğünü görüyoruz. Bir şeyin aslı varken niye taklit propagandaya kansın şu halk; o kadar da aptal değiller, yani o kadar değiller! Hele ki din unsuru işin hemen yanı başında duruyorsa.
Şimdi oldukça tartışmalı bir iddiada bulunacağım; yaptığım tekrarların özeti: “mülkiyetsizlik mülkiyeti” ve bu durumun yarattığı tedirginlik nedeniyle hiçbir sınıf –buna sosyal grup, katman vs. de ekleyebilirsiniz- mülksüz küçük burjuva kadar gelecek öngörüsü açısından hassas değildir. Ve bu nedenle küçük burjuva tarihinin hiçbir döneminde işçi sınıfı kadar mülkiyet edilgen ve bu nedenle de hantal olmamıştır. Bu nedenle faşizmin farkına “herkesten” önce mülksüz küçük burjuva varır, onun gelişini ilk hisseden hep küçük burjuva olmuştur. “Kimilerinin” kaypaklık olarak tanımladığı bu tedirginlik durumunun yarattığı haklı öngörüler, distopik geleceğe duyulan güçlü inanç ve belki de özlem, mülksüz küçük burjuvayı “mülkiyetsizliğin mülkiyeti” üzerinden olası devrimlerin baş aktörü yapacaktır. İddiam budur. Kim bilir?
- Dpnotlar (2) – Tolga Ersoy - 3 Mart 2025
- Dipnotlar – Tolga Ersoy - 1 Ocak 2025
- Sağlıkta Çöküşün Öteki Öyküleri (5) - 21 Ekim 2024