İnsan yaşarken nasıl ki tek başına yaşamıyorsa severken de öyle. Ölürken de tek başına ölmüyor, sevdiklerini de öldürüyor kendisi ölürken. Hele bir insan zindandaysa, esirse, bir canlıya, sevdiğine dokunmanın dayanılmazlığını iliklerine kadar hisseder. Zindandan sağ salim çıkabilmek ve sevdiklerine bir kez daha dokunabilmek için yaşar. Zindanın kapısında bekleyen sevgiliyle kucaklaşıp öpüşmek babası Almanya’dan gelmiş çocuğun sevincine benzer.
Ah yaşamayanlar nereden bilsin ki bu sevinci?
Sürekli kavganın yaşandığı, sevgisizliğin çığ gibi büyüdüğü ülkemizde aşkla öpüşen insanları görmek birazcık olsun gülümsememize neden oluyor. Birileri de kıyameti koparıyor “Vay nasıl sokakta öpüşürler? Ahlak anlayışımıza ters”
Sevsinler sizin sahte ahlak anlayışınızı.
Alıştık savaşa, sevişmek, öpüşmek neyin nesiyse? Çıkar kavgası, ihanetler, ikiyüzlülük, yaşam biçimi oldu. Öyle oldu ki bunlar yaşamın kurallarıymış gibi sımsıkı yapıştık. Paraya tapınmak ise Tanrıya tapınmaktan beter oldu. İnsan için gerçekten içler acısı. Elbette insanların böyle olmasının nedeni hayatın rekabetçi kanunlarından kaynaklanıyor. Bu kanunlarla başa çıkmak sanıldığı kadar kolay değil. Konumuz biz bunun ne kadar bilincindeyiz ve bu kanunları nasıl lehimize yani insanlığa, insan ilişkilerine dönüştürebiliriz?
Tanık oluyoruz ki bu düzende, kimse kimsenin işine burnunu sokmamalı. Sokarsak vay halimize! Rekabetin, inançların, ideolojilerin ikiye böldüğü yaşamımızda insanı birleştiren tek şey sevgi ve aşktır. Fakat aşk her zaman gönlünce yaşanmıyor çünkü burada da karşımıza töreler, gelenekler, ahlak kuralları çıkıyor. Yani anlayacağınız iki kişilik yaşanan aşk bir türlü yaşanmıyor, herkes burnunu sokuyor. Böyle olunca da sahtekâr bir aşk anlayışıyla karşı karşıya kalıyoruz.
Hedonist zevklerin kurbanıyız!
Çoğumuz eskiden savunduğumuz düşünceleri çöpe atıp dünyaya bir defa geldiğimizi hatırladık. Düzenin bütün pisliklerine karıştık. Yaşayamadığımız ne varsa yaşama telaşındayız. Kirlendik; Duygularımız, düşüncelerimiz öylesine kirlendi ki en çok aşkı kirlettik. O masum duyguya bencilce, çıkarımız varsa yaklaşır olduk. Böyle olunca da aşka olan inancımızı yitirdik. Aşkla öpüşen iki insan gördüğümüzde uzaylı görmüş gibi davranır olduk.
O kadar dar görüşlüyüz ki bir türlü ufkumuzu genişletemiyoruz. Aşk, cinsellik dendiği anda ufkumuz kararıyor. Sokakta el ele, öpüşürken, koklaşırken, ya da bir otobüste omuzlarını birbirine yaslamış sevgilileri gördüğümüzde ayırmak için öksürmeye, hırlamaya, hain bakışlarımızı üzerlerine yöneltmeye başlıyoruz. Daha ileri gidenlerimiz de var. Tekme tokat uyarıyoruz.
“Sizi gidi ahlaksızlar.”
“Eviniz yok mu sizin?
“Burası Türkiye, utanmıyor musunuz?”
Cinsellik, aşk sanki hayatımızın bir parçası değilmiş gibi yasaklıyoruz. Egemen sistem bunu hep yapıyor, her yerde yapıyor. Demokrasinin, aydınlanmanın beşiği ülkelerde de durum farklı değil. Sözgelimi İngiliz burjuvazisi, Fransız burjuvazisinin fazla cinsel içerikli bulduğu kitapları yasakladığını, yazarları zindanlarda çürüttüğünü biliyoruz. Fakat bu sistem istediği zaman cinselliği öne çıkarır, istemediği zaman da yasaklar. Yazarlara, aydınlara ise zindan, sürgün, ölüm düşer.
Türkiye insanının namus, ahlak düşkünlüğü dillere destandır: Bakalım namus, ahlak anlayışımıza.
Suriyeli göçmen kadınlar bulundukları kentlerin erkeklerinin neredeyse ortak malı haline gelmiş. Savaş mağduru kadınları 25tl ye pazarlıyorlar.
Aydın geçinenimiz de köylümüz de çok eşli yaşamaya bayılır.
Ensest ilişkiler yaşanıyor, ama kol kırılır yen içinde kalır deyip geçiyorlar.
Kadın dövmek neredeyse okşamak olarak algılanıyor.
Kadın cinayetlerinin yaşanmadığı günü yaşanmış saymıyoruz.
Irkçılık, ötekileştirme kuşak laneti olarak kimliğimize kazınmış adeta.
Aile içinde şiddet, taciz, tecavüz yaşam biçimi olmuş.
Biz neyin ahlakından söz ediyoruz?
- Yazar Takdir bekler mi? - 14 Ağustos 2024
- Kör İnanç ve Terör - 4 Ekim 2023
- Z Kuşağı ve Deprem! - 9 Şubat 2023