Türkiye’nin son birkaç yıldır eşzamanlı yaşadığı siyasi ve iktisadi kriz, bugünlerde siyasi iktidarın uyguladığı ihracat odaklı büyüme ve faiz kararlarına bağlı olarak döviz kurundaki ani yükselişlerle birlikte gündelik yaşamı felç edecek bir noktaya varmıştır. Zamlar, hayat pahalılığının artışı ve alım gücünün düşüşüyle birlikte işçileri ve işsizleri, tüm alt ve bağımlı sınıfları etkileyen kriz, sermaye kesimi içerisinde de eleştiri konusu olmaya başlamıştır ve kronikleşme işaretleri vermektedir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “ekonomik kurtuluş savaşı” olarak lanse ettiği, anaakım liberal iktisatçıların “kötü ekonomi politikaları” veya “ekonomiyi yöntememe”ye bağladığı krizin temelindeki yapıtaşlar ise yeterince sorgulanmamaktadır.
İktisadi, siyasi ve ideolojik krizler kapitalizme içkin olgulardır. Hegemonya projesinin iflas edişi, parlamenter sistemin krize hızlı yanıt veremeyişi ve kimi durumlarda daha derinleşmesine yol açması, işçi sınıfı içerisindeki tepkinin artması ve düzenin öngörmediği biçimde örgütlenmesi, egemen sınıfların kendi arasındaki rekabetin optimum dengede tutulamaması ve katastrofik bir çözülüşe doğru gitmesi, burjuva sınıflar arasındaki liderlik bunalımının yoğunlaşması, vb. çok sayıda kriz öğesi kimi zaman tek tek, kimi zaman eşzamanlı bir şekilde kapitalist sistemi felç eder. Ne var ki, farklı dönemlerde farklı şekillerde belirginleşen krizlerin yarattığı toplumsal çöküşler aynı zamanda gerek birikim modelinin değişmesi gerekse siyasal sistemin dönüşümü açısından birer eşik görevini üstlenebilir. İkilik şeklinde sıkça dile getirilen “demokratikleşme” ve “otoriterleşme” formlarını somutlayan ve küresel ölçekte devlet biçimlerinin akıbetini belirleyecek yine bu eşiklerdir.
Yaşadığımız krizi sadece döviz kuruyla veya liyakatsiz yöneticilerin kötü yönetimiyle düşünmek, krizi kompakt bir şekilde son bir yıllık döneme sıkıştırmak kadük bir okuma olacaktır. Bugün insanların yokluktan yoksulluktan intihar etmesine neden olan, gençlerin geleceğe dair umutlarını söndüren, düzenli geliri olmayanlar ve işsizler için hayatı cehenneme çeviren kriz, kapitalizmin yapısal krizinin (crises of capitalism) bir uzantısı olduğu kadar, kapitalizm içerisindeki bir veya birden çok kriz (crises in capitalism) silsilesinin ağır sonucudur. Saydığım nedenlerle krizi tek bir faktöre indirgemek sağlıklı bir değerlendirmeye imkan vermeyecektir. Bu yazıda iki temel başlık üzerinden kriz kronolojisini kapitalist devlet ölçeğinde incelemeye çalışacağım. Birincisi, devlet içerisinde rekabet halinde olan birikim stratejilerinin çekişmesiyle şekillenen devlet projesinin güncel durumu. İkincisi, devlet ve büyük sermaye arasındaki ilişkinin aldığı gerilimin kesiti (AKP-TÜSİAD zıtlaşması).
I.
Son yirmi yıllık döneme mercek tutulduğunda popüler bir halde dolaşımda olan siyasi analizlerin merkezinde AKP ve Erdoğan’ın yer alması şaşırtıcı değildir. Bir şahsiyetin ve bir siyasi partinin 2001 krizinden başlayarak önce iktidara aday daha sonra iktidarın sahibi olması bu durumda etkilidir. Erdoğan’ın devlet iktidarı içerisinde biriktirdiği siyasi ve ekonomik güç, klieantalist ilişkileri yönetme özelliği, başkanlık sistemiyle birlikte zirveye ulaşmıştır. Bu da ister istemez, rasyonel ya da irrasyonel görünen tüm karar alma süreçlerinin “şahsım”a bağlı olduğu düşüncesini kuvvetlendirmekte, Weberci karizmatik otorite biçimini referans alan analizleri de yaygınlaştırmaktadır.
Kişi ile parti arasındaki dengenin kişiden yana bozulduğu başkanlık sistemi, siyasetin hem mekansal anlamda hem de temsil anlamında kaymasına yol açarak; meclis yerine saray, kabine yerine başkan odaklı bir siyasi mimariyi inşa etmiştir. Liberal eleştirmenlerin bu mimariye bakarak yeni anayasa tartışmalarından başkanlık sistemine değin her şeyi -devletin eylem ve işlemleri dahil- Erdoğan’ın keyfi tutumuyla açıklamasının temelinde bu siyasi mimari bulunmaktadır. Devlet başkanı olarak siyasi nüfuzu arttıkça devletin tüm kurumlarıyla özdeşleştiği kabul edilmektedir. Muhafazakar yorumcular ise bu özdeşleşmeyi devlet kurumları (bürokratik düzlem) ile sınırlandırmayarak toplumu dahil etmekte, Erdoğan’ı bir tür yeni toplum sözleşmesine mühür basan siyasi iradenin baş temsilcisi olarak görmektedir.
Eleştiri veya destek içeren liberal-hümanist perspektiflerin sorunu kapitalist devletin temelini oluşturan üretim ve toplumsal artığa el koyma tarzının ontolojik ve yapısal niteliklerini yok sayarak “tek adam” olarak söz edilen kişilik kültüne hapsetmeleridir. Erdoğan’ın siyasi gücüne maddi çıkar ilişkilerinden değil, ilahi bir kaynaktan geliyormuşçasına mutlaklık atfeden görüşler krizi sistem yerine kişilerle özdeşleştirmektedir.
Burjuva parlamenter ve başkanlık sistemlerinde temsil ilişkisi unutulduğunda bu tip çarpık özdeşliklerin kalıcılaşması kaçınılmazlaşmaktadır. Siyasi partiler ve siyasi figürler, gerek ulusal gerekse uluslararası düzeyde belirli eğilimlerin, akımların, trendlerin, hareketlerin, daha genel anlamda ideolojik izdüşümleridir. Dünyada aşırı sağın güçlenmesine paralel farklı coğrafyalarda benzer niteliklere sahip liderlerin ve partilerin yükselmesi/iktidara gelmesi bu duruma güncel bir örnektir. Her figür nevi şahsına münhasır vasıflar taşısa bile belirli bir temsil ilişkisinin somutlaşması olarak siyasette yerini alır.
Erdoğan’ı içerisinde doğduğu ve daha sonra eklemlendiği ekonomik ilişkilerden otonomlaştırarak bir tür modern prens, yeni sultan, vb. gibi gören yorumlar kapitalist devlet aygıtını küçümsemekte, daha da önemlisi temsil ettiği siyasi ve iktisadi sınıfsal pozisyonu silikleştirmektedir. Bonapartist analizde olduğu gibi hakim sermaye sınıflarından bağımsızlaştırarak özerk bir güç gibi gören analizler de devlet iktidarı ve devlet aygıtı arasındaki ayrımı yok sayarak, liberal-hümanist yorumun mutlaklaştırıcı yanılgısını paylaşmaktadır. Erdoğan ve AKP, bir devlet projesinin güncel ve krizdeki temsilidir.
Devlet, sürekli oluşum halinde olan, çatışmalı, melez bir yapıdır ve formel eşbiçimliliğin sağlanabildiği durumlarda bile kurumsal bütünlüğü haiz bir içsel somut birliğe sahip değildir. Jessop’ın Devlet kitabında belirttiği üzere farklı sınıf fraksiyonlarının ve bunların siyasi temsilcilerinin birden çok çıkarı ve talebi bulunmakta, kimi zaman söz konusu sınıfların projeleri arasında rekabet yaşanmaktadır. Bu doğrultuda, aslında her sınıfın özgül bir ‘devlet projesi’ olduğu, hakim olan projenin baskın hale geldiği ve devlet iktidarı aracılığıyla somutluk kazandığı söylenebilir. Devlet projeleri, toplumsal güçlerle ittifak yapan aydınlar aracılığıyla oluşturulabilir, devlet aygıtları içerisinde detaylandırılabilir, başka bir projeden kopyalanabilir. Sürekli ve dayanıklı projeler ise anayasal anlaşma veya kurumsal uzlaşmaya gömülü olanlardır. Devlet projesi kavramı, temsilden ziyade özgün bir yönetimsel rasyonaliteye işaret eden, devletin farklı alanlardaki ve farklı ölçeklerdeki çeşitli eylemlerini tek bir vektörel doğrultuda birleştirmeye çalışan bir tür siyaset etme mahareti [statecraft] ile ilişkilidir.
Erdoğan ve AKP, iktidarda bulundukları sürede ideolojik ve siyasi açıdan karakteristik farklılıkları bulunan kişi ve kurumlarla işbirliği yaparak ve onların sözcülüğünü üstlenerek, gerekli gördüğünde bazılarını tasfiye ederek devlet projesini güncelleyerek yoluna devam etmektedir. Dün inşaat odaklı büyümenin, bugünse ihracat odaklı büyümenin sözcüsü olarak bu duruma itiraz eden kurumlarla ve kişilerle rekabete girmekten çekinmemesi bu durumun somut göstergeleri arasındadır. Bu tip işlevleri keyfi tutumlarından, sevdiklerinden, içinde bulundukları duygu durumlarından kaynaklı üstlenmemektedirler. Poulantzas’ın Lenin’den hareketle altını çizdiği devlet iktidarı ve devlet aygıtı arasındaki ayrımı hatırlamak gerekmektedir: Devlet iktidarı, iktidarı elinde tutan toplumsal sınıf ya da sınıf fraksiyonunu temsil eder; devlet aygıtı ise devletin teknik-ekonomik, dar anlamda politik, ideolojik işlevleriyle ilgilidir. Bu ayrım bağlamında devlet iktidarı olarak siyasi güç ve nüfuzu sağlayan iktisadi ilişkiyi korumak için sermaye fraksiyonları arasında dönemsel olarak stratejik açıdan seçici davranılmaktadır.
“Orada gördüklerinden sonra halen yüksek faizle ekonomiyi soğutma, halen kura takılıp kalarak ülkemizi hedeflerinden uzaklaştırma iddiasının arkasında duranlar çıkarsa artık onlara da diyecek bir sözümüz yok. Bizim tek derdimiz var; ihracat, ihracat, ihracat ve bunu başaracağız.”
Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan, 03.12.2021
İktidar açısından inşaattan ihracata doğru kopuş değil, nesnel zorunluluklar çerçevesinde kayış yaşanmaktadır. Bundaki etkili faktörlerden birisi inşaat sektörünün yapısal olarak sınırlarına dayanmasıdır. Türkiye İnşaat Malzemesi Sanayicileri Derneği’nin Kasım ayı sektör raporuna göre inşaat sektörü ile ekonominin genelinde yaşanan büyüme arasındaki pozitif ilişki bir süredir bozulmuş olup ekonomideki büyümeye karşı inşaat sektöründe küçülme yaşanmıştı. 2020 yılının genelinde de aynı negatif ayrışma sürmüştü. 2021 yılının ilk iki çeyrek döneminde inşaat sektöründe de büyüme olmasına karşın ayrışma devam etmiştir. Üçüncü çeyrekte ise ekonomi hızlı büyümesine davam ederken, inşaat sektörü yeniden yüzde 6,7 küçülmüştür. 2021 yılının üçüncü çeyreğinde inşaat harcamaları cari fiyatlarla geçen yılın aynı çeyreğine göre yüzde 31,4 artmış ve 237,5 milyar TL olarak gerçekleşmiştir.
Buna karşılık, tedarik zincirlerinde salgının yol açtığı bozulmanın da etkisiyle ihracatta bir sıçrama yaşanmıştır. Dünya Ticaret Örgütü tarafından yayınlanan Dünya Ticaret İstatistikleri 2021 sonuçlarına göre salgın, dünyanın en büyük hazır giyim ihracatçısı ülkeleri sıralamasını değiştirdi. Vietnam Bangladeş’i geçerek 2. sıraya yükselirken, Türkiye 17,5 milyar dolar ihracatla Hindistan’ı yerinden ederek dünyanın en büyük 4. hazır giyim ihracatçısı konumuna yükseldi. 2020 yılında 169.6 milyar dolar olan ihracat rakamı, 2021 yılında 215 milyar doları geçti. Döviz kuru krizi karşısında açıklanan, bir dizi finansal tedbir içeren TL teşvik paketinde ihracatla ilgili özel düzenleme yer aldı. Döviz kurundaki dalgalanma sebebiyle fiyat vermekte zorlanan ihracatçı şirketlere doğrudan Merkez Bankası aracılığıyla ileri vadeli kur rakamı verileceği, bu işlem sonunda ortaya çıkabilecek kur farkının ise TL olarak şirketlere ödeneceği Erdoğan tarafından duyuruldu.
Devlet iktidarının nesnel çıkarları uyarınca belirli sınıf fraksiyonlarını desteklemesi ve talep edilen ekonomik modeli teşvik etmesi, kapitalist devletin varoluşsal yapısı gereğidir: Kapitalist devlet, farklı sınıflar arasında olduğu kadar, aynı sınıflar arasındaki mücadele tarafından karakter kazanır. Farklı sınıflara karşı üretim araçlarını ve bunların özel mülkiyet haklarını korurken, birden çok egemen sınıf fraksiyonunun bulunduğu koşulda fraksiyonlar arası optimum dengeyi sağlamak, rekabeti düzenlemek, sermayenin genel ve tikel çıkarlarını korumak, bunları yaparken kimilerini seçip kimilerini tasfiye etmek gibi işlevleri yerine getirir. 2008 krizinde ABD’de Lehman Brothers’ı, 2001 krizinde Türkiye’de Demirbank’ı gözden çıkaran politikalar özü itibariyle stratejik seçicilik yoluyla sistem dışına itme tezahürleridir.
II.
TÜSİAD’ın eski başkanı Erol Bilecik’in doların çift haneleri görmediği dönemde “Sanayi 4.0 olmazsa dolar 4.0 olur” çıkışı, yüksek büyüme rakamlarına karışılık yüksek cari açık ve enflasyon nedeniyle yapılan patinaja dikkat çekmek içindi. İktidar ve TÜSİAD arasındaki (grev yasakları, ücretlerin genel seviyesi, sendikasızlaştırma, vd) çıkar ortaklığı asgari kapitalist nitelikler bakımından devam etmesine karşılık, siyasi düzlemde 2010 yılından bu yana yaşanan bir gerilim olduğu bilinmektedir. 2010 yılındaki Anayasa Referandumu sürecinde farklı toplumsal sınıfların desteğini alan, liberal ve sol-liberal entelijansiyayı eklemleyen AKP, bu dönemde herkesten irade beyanı istemişti:
“’Bakın burada da tavrınızı ortaya koyun, hayırsa ‘hayır’ deyin, evetse ‘evet’ deyin. Çünkü bitaraf olan bertaraf olur’. TÜSİAD hemen açıklama yapmış. ‘Bizden kimse irade beyanı isteyemez’ demiş. Peki 2000-2001’deki irade beyanını nasıl yaptın? Bu ülkeyi biz sermayenin hegemonyasına terk etmeyeceğiz. Bunu bir defa açıkça ortaya koymak gerekiyor. Yani geçmişte siz iktidarlarla böyle köşeye sıkıştırıp kedi köpekle oynar gibi oynayabilirdiniz. Ama bu iktidarla oynayamazsınız.”
Başbakan R.T. Erdoğan, 18.08.2010
“Bu ülkeyi sermayenin hegemonyasına terk etmeyeceğiz” cümlesi dönemin şiarlarından birisi olarak kalmamış, Türkiye’nin en büyük sermaye örgütü ile AKP iktidarı arasındaki çıkar birlikteliğinin temellerinin atıldığı ultimatom olmuştur. TÜSİAD’ın 1980’li yıllardan itibaren Görüş Dergisinde dile getirdiği başkanlık sistemi arzusu AKP döneminde nihayete ermiş, 16 Nisan Referandumu akşamında kesin sonuçlar açıklanmadan TÜSİAD (ve MÜSİAD, TOBB, TİM, İSO, İTO, TÜGİK, YASED gibi organik sermaye örgütleri) yapısal reformların yürürlüğe koyulmasını, istikrar ve güvenin sağlanmasını, sermayenin işlemlerinde bürokratik prosedürlerin azaltılmasını talep etmiştir.
TÜSİAD ve AKP arasında son günlerde cereyan eden gerilimin nedenleri arasında döviz kuru ve makro ekonomik göstergelerinden bozulmasından fazlası bulunmaktadır. 12 Eylül Darbesinde orduya teşekkür mektubu yazan TÜSİAD’ın genetik sınıfsal mirasını göz önüne aldığımızda, benimsedikleri programların 20 yıllık süre zarfında uygulanmaması ve iktidarın stratejik seçicilik yelpazesinde sadece onların yer almaması önemli etkenlerdir. Büyük ölçekli altyapı, inşaat ve savunma ihalelerinin iktidarın güdümündeki sermayedarlara verilmesi bunlara örnek gösterilebilir. Bugün iktidar ve egemen sermaye fraksiyonu arasındaki gerilimin kaynağında devlet projesi (birikim stratejisi) krizi vardır. Üretim yapısının daha fazla katma değer yaratan, teknoloji yoğun sektörlere doğru ve serbest piyasa değerlerini koruyan rekabetçi yönde değişmesini isteyen TÜSİAD, ihracata odaklı büyümenin dinamosu sayılabilecek emek yoğun üretim ve bunun ekonomik sonuçlarından rahatsızlığını daha yüksek sesle dile getirmektedir:
“Kaldı ki üretim yapısının cari fazla hedefi doğrultusunda dönüşmesini, tek başına rekabetçi kur politikası sağlayamaz. Uluslararası piyasalarda rekabet edebilecek katma değeri yüksek ürünler üretebilmek için teknoloji ve nitelikli işgücü gerekir. Bunu sağlamanın yolu, eğitim alt yapısından ve teknoloji-inovasyon ekosistemine uzanan çok geniş bir alanda kapsamlı reformların kararlılıkla uygulanmasından geçer. Böyle politikaların başarılı olduğu ülke örneklerinden biliyoruz ki, sonuç ancak uzun yıllardan sonra alınabilir. Bu süre içinde bir yandan da rekabetçi kurun ülkeyi düşük ücret cennetine çevirmesine engel olmak ve yeterli istihdamı sağlamak gerekir. Bu ise, istikrarlı bir makroekonomik ekonomik ortam olmadan mümkün değildir”
TÜSİAD Yüksek İstişare Kurulu Başkanı Tuncay Özilhan
Türkiye’de tekelci burjuvazinin amiral fraksiyonu olan bir örgütün krizin derinleştiği ve gündelik yaşamda etkisinin artığı bir dönemde yaptığı çıkışların altındaki diğer bir neden ise devlet müdahalelerinin piyasanın işleyişindeki stabiliteyi bozması ve sahip olduğu imtiyazlar nedeniyle rekabet ortamında dengesizliğe yol açmasıdır. TÜSİAD Başkanı Simone Kaslowski, kamunun son zamanlarda özel sektörün halihazırda aktif olduğu alanlarda ağırlığını artırdığını ve bu piyasalarda aynı zamanda kural koyucu olmasının adil rekabet ortamını bozduğunu belirtmiştir. Bu itirazın temelinde stratejik bazı sektörlerde devletin özel sektörle işbirliği içerisinde yatırım ve teknolojik gelişimde önayak olmasının faydalı olmasına karşın bunun sınırlarının net bir şekilde belirlenmemesi, şeffaflık ve adil rekabet ortamının bozulması bulunmaktadır.
TÜSİAD, bu çıkışlarıyla tekil sermayenin çıkarlarını içererek aşmakta, genel olarak sermayenin sözcülüğünü ve hamiliğini üstlenmektedir. Tekil sermayeler ideal rekabet koşullarında ortalama kar oranlarına ulaşmaya çalışır, oligopol veya monopol yapılar oluşturarak piyasanın şekillenmesiyle varlıklarına devam eder. Ancak devlet müdahaleleri sonucunda talep edilen birikim modeli, bürokratik düzenlemeler, hukuki yapı dışında oluşan devlet-piyasa kompozisyonu karşısında TÜSİAD, devlet iktidarına ve diğer siyasi örgütlere bir sorumluluk hatırlatması yapmaktadır. Bununla ilgili çarpıcı örneklerden birisi beşli çete üzerinden yürüyen tartışmalardı. Kamu zararına yol açtığı gerekçesiyle “beşli çete”nin mal varlıklarının kamulaştırılabileceğini deklare eden CHP’nin karşısında TÜSİAD “yandaş sermaye” gibi bir ayrım yapmaksızın özel mülkiyetin dokunulmazlığı bağlamında itiraz etmişti. Bu itirazlar, CHP’ye olduğu kadar iktidara da yapılan, kapitalist üretim ilişkilerinin temel akslarının korunmasına yönelik uyarılardır.
Büyük sermaye, kapitalist devletin asli niteliğinin farkındadır: Devlet, sınıfsal siyasal çatışmayı önlemede köktenci bir yaklaşım göstermez; toplumun ve sınıfların yok olmasını önler, kısacası toplumsal patlamaya yol açacak çalkantıları ve çöküşü önleyecek (zor ve rıza) araçları kullanır. Engels, devletin kamusal güç olarak düzen sağlayıcı işlevini burjuva toplumunda üretimin somut koşullarını muhafaza etmekle görevli örgenleşme olarak değerlendirir. TÜSİAD’ın bu bağlamda temel beklentisi, ister kriz içerisindeki bir burjuva parlamenter sistemde olsun, isterse faşizm, askeri diktatörlük, anayasal diktatörlük gibi olağanüstü devlet biçiminde olsun serbest piyasanın işleyişinin öngörülebilir bir şekilde, küresel kapitalizmin hukuki ve iktisadi kodlarına uyumlu olarak devam etmesidir. Büyümenin ve kalkınmanın yolu olarak son dönemlerde dile getirdikleri “sanayi 4.0” veya “yeşil mutabakat” gibi modeller egemen sınıf fraksiyonlarının iktisadi olduğu kadar siyasal egemenliğinin önkoşulu arasında var sayılır.
AKP iktidarı 2010 yılından bu yana büyük sermayeye “siyaset ile ekonomi ayrımı”nı benimsemesini telkin etse de, iktidara verdikleri destek devam ettiği oranda çeşitli imtiyazlardan yararlandırma ve işçi sınıfı üzerindeki baskıyı artırma garantisi verse de bu formül yetersiz kalmaktadır. TÜSİAD, düşük faiz rejimiyle uzun vadeli yatırımlarla ekonomik yapıyı değiştirmenin ve ihracat odaklı büyümeyle cari fazla veren bir ekonomi modelinin hem ekonomik düzlemde hem siyasal düzlemde ağır sonuçlar yaratacağını belirtmektedir. Bu da ekonomi ile siyasetin farklı kategoriler olmadığını, bütüncül bir şekilde değerlendirilmesini zorunlu hale getirmektedir çünkü alım gücünün düştüğü, enflasyon ve işsizlik karşısında ezilen ve yoksullaşan bir toplumda sınıfsal asimetri arttığı ölçüde burjuvazinin siyasal meşruiyeti de azalır. Kapitalist devletin siyasal işlevlerinden birisi burjuvazinin ortak çıkarını toplumun genel çıkarı şeklinde sunmak olduğu kadar, toplumun genel çıkarını koruyan bir görünüm sergilemektir. Grev, işyeri işgali, protesto göstergeleri, isyan, ayaklanma, vd. tüm eylem halleri burjuvazinin meşruiyetini sorgulanır hale getirerek kapitalist devletin sınıf çatışmalarını soğurarak rızayı yeniden üreten niteliğine zarar vermektedir. Böyle bir aşamada büyük sermaye, sadece tekelci finans-kapitalle sınırlı kalmayarak, AKP’nin oy ve sınıf tabanı olarak görülen KOBİ’lerin ciddi bir bölümüne kadar tüm sermaye sınıfının, hatta alım gücü eriyen ve hayat pahalılığı altında ezilen işçilerin bile sözcülüğünü üstlenmiş görünerek hegemonik konumunu restore etmeye çalışmaktadır.
[Ancak burada bir parantez açmak gerekmektedir. TÜSİAD’ın klasikleşen öngörülebilirlik, istikrar, hukukun üstünlüğü beklenti ve eleştirilerine karşılık MÜSİAD’ın düşük faiz odaklı ekonomik politikayı destekleyerek iktidarın yanında yer alması siyasi ve ideolojik uyuşmadan kaynaklandığı kadar örgütün şirket bileşimi yapısından da kaynaklanmaktadır. MÜSİAD’ın temsil ettiği KOBİ’lerin büyük bölümü kriz koşullarında esnek çalışmayı ve ucuz emeği yaygınlaştıran politikalar aracılığıyla ayakta kalabilmiştir. Yeni ekonomi politikasının vaatleri arasında yer alan ihracat odaklı büyümeyle üretim, yatırım ve istihdamı artırma beklentisi paylaşılmaktadır. Bu tip bir ekonomik modelin yerleşiklik kazanmasıyla birlikte MÜSİAD emek yoğun üretimin bir parçası olarak ekonomik ve siyasi düzeydeki nüfuzunu arttırmayı planlamaktadır]
Büyük sermaye, son günlerde döviz kuru krizi karşısında olduğu gibi kısa vadeye odaklanan, hiperenflasyonu tetikleyebilecek nostaljik ve geçici önlemlerden taraf değildir. TÜSİAD’ın ve TÜRKONFED’in son dönemde dile getirdiği “yeşil mutabakat” projesinde olduğu gibi teknoloji yoğun üretim, sürdürülebilirlik, karbon ayak izinin azaltılması, dijital dönüşüm, vergi reformu gibi yollarla bölüşüm ilişkilerinin iyileştirilmesi, AB’ye uyum ve entegrasyon gibi uzun vadeyi hedefleyen, yeşil kapitalizmin uluslararası gerekliliklerini yerine getiren, AB ile ihracat sürecinde dekarbonizasyonu devlet politikasının merkezine alan, ucuz emek-ucuz meta üretimi döngüsünün dışında alım gücü iyileştirilmiş ulusal pazar talep etmektedir. Kapitalist devlet belirli bir teritorya üzerinde örgütlendiği için ulusal pazarı ekonomik, siyasi ve de ideolojik açıdan güçlü olduğu oranda üretim-tüketim döngüsünü muhafaza edebilir.
Büyük sermayenin AKP iktidarı ile yaşadığı gerilimi düşmanlık gibi resmederek mutlaklık atfeden liberal yorumların hatası buradadır: AKP’nin toplumsal yapıyı düzenleyen (sınıf hareketlerini bastıran ve ezen) siyasal yönetiminden memnun olmalarına karşılık, devlet müdahalelerinin aldığı biçimden ve hakim birikim stratejisinin öngörülebilir olmayışından, yeşil mutabakat trenini yakalayamamalarından şikayetçilerdir. Ekonomik krizin burjuva siyasal sistemin meşruiyetini azaltması ve toplumsal huzursuzluğun iktidarın alternatifi görülen siyasi partileri güçlendirmesi, bu partilerin yeşil dönüşüm temalı vaatlerde bulunması kaçınılmaz şekilde büyük sermaye ile iktidar arasındaki sürtüşmeyi şiddetlendirmektedir.
III.
Televizyon ve gazetelere yansıyan siyasi iktidar ve büyük sermaye arasındaki atışmalar görüngü-olgusal bir niteliğe sahiptir. Çekişmenin, çatışmanın, gerilimin, nasıl adlandırdığınıza göre değişse de yaşanılan durumun genel çatısını yeni tarihsel bloğun inşa sürecinin sancıları belirlemektedir. Büyük sermaye, yeşil kapitalizmin bürokratik-hukuki-ekonomik sacayağının yere sağlam oturduğu, bu dönüşüm sürecindeki reformları uygulayabilecek, farklı toplumsal sınıfların rızasını örgütlerken işçi sınıfı üzerindeki baskıyı koruyabilecek, söz konusu politikaları taşıyabilecek öznelerin olduğu siyasi kompozisyon için devlet aygıtının yeniden biçimlenmesini talep etmektedir. Tarihsel blok; yapı ile üstyapı arasındaki birliktelik sağlandığı oranda ulusal burjuvazi-ulusal pazar uyumu sağlanabilecek, devletin siyasi işlevlerinde herhangi bir kesinti yaşanmayacaktır. Yeni tarihsel bloğun yeni bir devlet projesini beraberinde getirmesi nesnel bir koşuldur. Siyasal yapı ile ekonomik yapı arasında, ideal bir hegemonya projesi ile ideal bir birikim stratejisi arasındaki ahenk yakalanabildiği oranda üretim ve birikim sürebilecektir.
Poulantzas’ın altını çizdiği üzere, kimi zaman bu ahengi bozan, çelişkili ve yalpalanma izlenimi uyandıran kararlar aynı anda birden fazla cepheye verilen yanıtlardan kaynaklanmaktadır. AKP, TÜSİAD cephesinden kur artışı, TL’nin değersizleşmesi ve ekonomi yönetimi konusunda yöneltilen eleştirilere “TÜSİAD ve yavruları” gibi sözlerle karşılık verse de, son kertede, yeni finansal tedbirlerle kuru baskılamaya çalışarak TÜSİAD’ın taleplerine belirli bir ölçüde yanıt üretmeye çalışmıştır. Bu durum çelişki ya da yalpalanma görünümü arz etmesine rağmen devletin siyasal işlevleriyle, hem sermaye fraksiyonları arasındaki ilişkilerin hem de toplumsal sınıflarla devlet arasındaki ilişkinin düzenlenmesiyle ilgilidir. Siyasi iktidar, farklı sermaye fraksiyonları arasında rekabet halinde olan devlet projelerinden kaynaklı gerilimi ve krizi yönetebilme/yönlendirebilme kapasitesine sahip olduğu oranda temsilini devam ettirebilecektir.
- Madencilik Sektörünün Dinamikleri: İlksel Birikim, İhracat ve Ekstraktivizm - 26 Eylül 2023
- “Yeni Sanayi Devrimi”: Üretken Sermayenin “Yeniden” Mekânsallaşması - 2 Eylül 2023
- Kapitalist Devlette Organize Suçun İşlevleri – Kansu Yıldırım - 23 Ağustos 2023