Her türlü otoriteye karşı çıkan ve dolayısıyla anarşizmin kurucularından biri sayılan Fransız düşünürü Pierre-Joseph Proudhon (1809-1865) Mülkiyet nedir? adlı yapıtında mülkiyetin hırsızlık olduğunu söylemişti.
Çoğu kitaplarında Çukurova’nın emekçilerini ve onların çileli yaşamını anlatan ilerici yazar Orhan Kemal’in 1963’te yayımlanan bir romanında söylediği şu sözler Proudhon’u anımsatıyor:
“… Yeryüzünde insanlar ve insanların uydurma hukuku, bu uydurma hukukun tapu senetleri yokken bu topraklar gene vardı. İnsanlardan çok önce var olan bu topraklar, insanlardan önce, şimdikinden çok daha şen ve esendiler herhalde. O zamanlar da topraklar üzerinde sert rüzgârlar eserdi. Kimbilir nerelerden aldıkları tohumları bu şen ve esen topraklara getirip saçar, şen ve esen topraklar da onları bağırlarına sımsıkı alarak, yağmur ve güneşin yardımıyla çimlendirirlerdi. Çimlenen tohum boy atar, toprağın yüzüne çıkar, ürününü vererek yeryüzünü mutlu bir kardeş sofrası halinde bezerlerdi.
“İnsan çok sonra gelmişti yeryüzüne. Çok sonra gelmişti ama, çok önce gelen toprakların da, tohumun da, hatta sert rüzgârların da canını sıkmış, rahatını kaçırmıştı. Sert rüzgârlar eskiden olduğunca duyarsız bir dünyada yalınayaklarıyla doludizgin koşamıyor, insanların engellerine çarparak parçalanıp ufalanıyor, öfkeyle derlenip toparlansa bile, yeniden yeni yeni engeller… Velhasıl rahatı kaçmıştı sert rüzgârların bile.
“İnsandan önce topraklar vardı,
“Sert rüzgârlar,
“Tohum,
“İnsandan sonra rahatı kaçtı sert rüzgârın, tohumun, bereketli toprakların!
“Pay pay oldu topraklar,
“Ev ev bölündü dünya,
“Kana bulandı topraklar,
“Kardeş sofraları bozuldu…
“Artık dünyanın tadı kaçmıştı. Bereketli toprakların bütün yaratıklara, daha doğrusu tüm canlılara açık kardeş sofralığı, insan kalabalıkları içindeki bir avuç insanın açgözlülüğü yüzünden ambarlara, kilit altlarına alınmış, insanlardan kaçırılmıştı.
“Çok sonra gelen insanlar bir hukuk çıkardılar evet, pay pay ettiler şen ve esen toprakları, toprakların kardeş sofralılığını bozdular, yıllar yılı toprağın çeşitli ürünlerini korkunç bir bencillik ve tükenmez bir açgözlülükle aralarında paylaşıp, kilit altına almaktan çekinip utanmadılar. Birtakım insanların buna ne hakkı vardı? Uydurma hukuklarıyla buna kendilerinde hak bulanlar, hak bulmadıkları bir başka insanlar kalabalığını neden, niçin, ne hakla aç bırakabiliyorlardı? Bu hakkı onlara kim vermişti? Oysa topraksızlar yeryüzünde yığın yığındılar. Her an, her ay, her yıl çoğalıp genişleyen bereketli yığınlardı bunlar. Yeryüzünde sınırsız, paylaşılmamış topraklar arayan yığınlardı. Boş topraklar arıyorlardı ama, yoktu. Her yere ‘hukuk’ların duvarları çekilmiş, her şey kilit altına alınmıştı. Alınmıştı, doğru ya, onlar da yemek içmek, doğmak, doğurmak, doğurduğunu yedirip içirmek, mutlu günlere ulaştırmak, yaşatmak, hiç ama hiç öldürmemek amacındaydılar. Asıl hak buydu. Uydurma ‘hukuk’, bu asıl hakkın ‘gerçek hukuk’unu tanımıyor, gerçek hukukun eli silâhsızlarına karşı uydurma hukukun topunu, tüfeğini çıkarıyordu.”
(Kanlı Topraklar, s. 286-89)
- 1 Mayıs 1977 Tartışması: Aydınlıkçılık, Liberalizm ve Devrim - 3 Mayıs 2020
- Bolton Giderken… - 16 Eylül 2019
- Quo Vadis AKP Türkiyesi? - 27 Ağustos 2019