Hukuk ve yargı, burjuva sınıfının çıkarlarını koruyan araçlar olarak işlev görür. Devlet, sermaye sahiplerinin egemenliğini sürdürmek için çeşitli aygıtları kullanır ve yargı, bu aygıtların en önemli parçalarından biridir. Türkiye’deki “milli yargı” söylemi de, sermaye sınıfının ve siyasi iktidarın egemenliğini meşrulaştırma girişimidir.
Yargıtay Başkanı Ömer Kerkez’in 2023 adli yıl açılışında kullandığı “milli yargı” kavramı, hukukun uluslararası kapitalist sistemin yerel bir uzantısı olarak işlediği gerçeğini örtmeye çalışmaktadır. Bu söylem, yargının tarafsız ve evrensel bir adalet sağlayıcısı olduğu iddiasını milliyetçi bir retorikle gizlemeye yönelik bir girişimdir. Ancak, yargı hiçbir zaman tarafsız değildir; aksine, mülk sahibi sınıfların çıkarlarını koruyan bir araçtır.
Hukukun Üst Yapıdaki Yeri: Sermaye ve İktidarın Hizmetinde
Hukuk, ekonomik altyapının bir yansıması olarak görülür. Kapitalist üretim ilişkileri üzerinde yükselen hukuk sistemi, egemen sınıfın çıkarlarını korumak için inşa edilmiştir. Türkiye’deki yargı sistemi de, sermaye sınıfı ile devlet arasındaki ilişkilerin bir ürünüdür. Adalet Bakanı Yılmaz Tunç’un yeni anayasa ihtiyacına dair açıklamaları, hukukun, egemen sınıfın çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandırılmasını hedeflemektedir.
Türkiye’de yargı, yalnızca ekonomik ilişkilerin değil, aynı zamanda devletin baskı aygıtlarının bir parçası olarak işlev görmektedir. Örneğin, Soma maden faciası ve Bartın Amasra’daki patlamalar gibi büyük çaplı işçi ölümlerinde yargının sermaye sahiplerini koruyacak şekilde hareket etmesi, burjuva hukukunun ne anlama geldiğini açıkça ortaya koymaktadır. İşçi sınıfı adaleti, kapitalist düzende egemen sınıfların çıkarlarına tabi kılınmıştır.
Milli Yargı ve Milliyetçi Retorik: Sınıf Mücadelesini Bastırma Aracı
“Milli yargı” söylemi, kapitalist devletin, sınıfsal çelişkileri milliyetçilik kisvesi altında bastırma girişimidir. Milliyetçi retorik, işçi sınıfının hak taleplerini zayıflatmak ve sermaye sınıfının egemenliğini güçlendirmek için kullanılır. Bu söylem, ulusal birliğe vurgu yaparken, sınıf mücadelesini arka plana iter ve böylece işçi sınıfının çıkarlarını görünmez kılar.
Bu tür söylemler, işçi sınıfını bölme ve onun mücadele kapasitesini zayıflatma stratejisidir. Yargının millileştirilmesi, aslında egemen sınıfların çıkarlarına hizmet eden hukuki kararların ulusal kimlik adı altında meşrulaştırılmasını hedefler. Bu, hukukun sermaye ve devlet için bir baskı mekanizması olarak kullanıldığı bir düzenin devamını sağlar.
Çevre ve İşçi Davaları: Sermayenin Egemenliği
Türkiye’de çevre davaları ve işçi katliamları üzerinden yapılan hukuki süreçler de, hukukun sermaye birikimi süreçlerini koruyan bir araç olarak kullanıldığını gösterir. Maden ocaklarına karşı açılan davalarda işçilerin ve halkın taleplerinin yok sayılması, hukukun, sermaye birikimi süreçlerini koruyan bir araç olarak işlediğini gösterir. Kapitalist üretim biçimi, çevreyi ve işçilerin yaşamını kâr adına feda ederken, yargı bu sömürü düzeninin devamlılığını sağlar.
Bu süreçler, hukukun nasıl kapitalist sistemin hizmetinde olduğunu gözler önüne seriyor. Soma ve Bartın’daki işçi katliamlarında görüldüğü gibi, devlet ve sermaye, işçilerin yaşamını hiçe sayan kararlar alırken, yargı bu suçların örtbas edilmesine yardımcı olur. Yargının bağımsızlığı iddiası, bu tür davalarda genellikle bir illüzyondan ibarettir; zira hukuk, işçi sınıfının değil, sermayenin çıkarlarını korur.