Müslüm’ü pek fazla bir şey beklemeyerek izlemeye gittiğimi itiraf edeyim. Filmin sanatsal değeri—özellikle oyunculuk, kurgu, ses, müzik çok çok iyiydi. Şaşırtıcı derecede iyi olan başka bir şey de filmin malzemesine yaklaşım tarzı, yani senaryosu. Öyle ya, bir hayat hikayesi çeşitli biçimlerde, çeşitli açılardan anlatılabilir. Müslüm Gürses çok ilginç bir kişilik, özgün, biricik bir tarzı olan bir insan, çok sevilen bir sanatçı. Buna karşın, Müslüm’ün yaşamı hakkındaki bu filmin bize anlattığı mesele o kadar toplumsal ve tanıdık ki. İnsanın içini en çok yakan şey de işte bu. Bize anlatılan şey bizim hikayemiz aslında. Kimimizin yaşadığı, kimimizin yakından bildiği, anlamasak da ilişki kurduğumuz, hayatlarımızı etkileyen, farkında olarak veya olmayarak büyüttüğümüz toplumsal bir ur sanki.
Aile içinde baba terörünü yaşayan, fiziksel şiddet gören, şiddet tehdidiyle büyüyen, en sonunda da annesinin ve küçük kız kardeşinin babası tarafından öldürüldüğünü dehşet içinde izlemek zorunda kalan bir çocuk Müslüm. Onu anlamak için bu travmayı anlamak lazım. Erkek şiddetinin hakim olduğu bir ailede büyüyen bir çocuk, fiziksel şiddete kendisi maruz kaldığı veya tanık olduğu için ciddi bir travma yaşar. Güvende olması gereken yerde, kendi evinde tehdit altında kalması çocuğun gelişimine çok ciddi bir darbe vurur. Yeteneklerini serbestçe açığa çıkaracağı, destekleneceği bir sevgi ve güven ortamından mahrum edildiği, incitilme korkusu yaşadığı için acı çeken bir varlığa dönüşür. Böyle bir ortamda çocuğun güvende olduğu tek bir sevgi ilişkisinin varlığı bile o kadar önemli ve kurtarıcıdır ki. İlerde de hayatta kalma ve iyileşme gücü işte oradan gelir. Buna rağmen şiddet, kaçınılmaz olarak yaşam sevincine musallat olan ne varsa harekete geçirir ve içerde biriktirir. Travma çocuğu çok zor bir yaşamın öznesi haline getirir.
Çocukluk travmasının mirasını taşıyan kişi, tüm hayatını bu travmanın etkisi altında geçirir. Travma geçmişte olup biten baş edilemez, insanı taşa çeviren, dilsiz kılan bir yaşantı değildir; etkisi hali hazırda, şimdide, hayat boyu sürer. Travma aklımızdaki bir anıdan ibaret değildir, vücudumuza işler, hatta vücudumuzu maddi olarak şekillendirir. Aradan ne kadar zaman geçerse geçsin, kaç yaşında olursak olalım, beden geçmişte yaşanan o dehşeti ve kaybı unutmaz. İşte bu yüzdendir ki, geriye kalan ömür de bir yasa dönüşür. Tüm ömürleri boyunca yas tutan o kadar çok insan var ki. İnsanı öldürüp hayatta bırakan şey çocukluk travması, çünkü hayatın geriye kalan kısmında insanın mutlu bir kişi haline gelmesinin imkanlarını ortadan kaldırıyor. Süreğen bir denge içerisinde iyi olmak anlamında mutluluktan söz ediyorum elbette.
Kişi henüz çocukken hayattan bezdiğinde, geri kalan ömrünü de yaşamakta çok zorlanır. İçindeki kırgınlık, yılgınlık ve bezginlik onu dünyaya dışarıdan bakar hale getirir. Yabancılık hissi, hayatın hem içinde hem de dışında olmak hali neredeyse süreklidir. Hayata tenezzül etmeden yaşayan biri gibi Müslüm; sahip olduğu hiçbir şeyin, elde ettiği hiçbir başarının onda bir yaşama sevinci doğuramadığını görüyoruz. Travmalı birinin iyiliğine sahip: İçindeki şiddeti durdurmaya çabalamış, kendisine kötülük yapanlara bile kötülükle karşılık vermemeyi tercih eden bir içsellik kurabilmiş. Çok zor yaşanan bir hayatın öznesi olduğu halde başkalarında travma yaratmadan yaşamayı deniyor en azından. Onun konserlerinde kendilerine jilet atan ve başkalarına karşı da saldırganlaşabilen erkekler de aslında kendi travmalarının etkisi altında hareket ediyorlar. Müslüm’ü seviyorlar zira travma travmaya doğru çekilir. Travmaları yaratan işkenceciler de travmalı değil mi? Onlar içlerindeki şiddeti nefrete dönüştürmüş ve başkalarına yansıtmış olanlar. Kuşaklar arası aktarım zincirinden kurtulamayacak kadar sevgisiz ve eğitimsiz kalmış olanlar. Travmasını sanat, felsefe veya toplumsal ve politik bir faaliyet içerisinde olumlu bir esere dönüştürebilir insan. Bunu yapamayan her yetişkin kim bilir kaç çocuğu travmayla boğuşacağı bir hayata mahkûm ediyor?
Ne hayata ne de kendine tahammül etmenin kolay olduğu bir yaşam başkalarına karşı nefretin püskürtüldüğü bir ilham kaynağı olabilir. İlginç olan şey bu kadar acı—hem fiziksel hem de ruhsal acı– çeken bir insanın bu kadar yaratıcı olabilmesi. Müzik Müslüm’e acıyı başka bir ortamda ifade etmenin imkanını vermiş. Acıyla dolaylı olarak dil, kavram, imge veya ses, müzik yoluyla ilişki kurmak ile onu doğrudan bedeninde yaşamak arasında o kadar fark var ki.
Elbette yalnızca bir sevgi ilişkisi içinde iyileşebilir böyle bir insan. Kurtuluş, öyle bir şey olabilirse eğer, yakın bir ilişkinin, güvenli bir sevgi ilişkisinin yeniden kurulabilmesine bağlıdır. Fakat o travmayı taşıyabilmek için hayatına soktuğu alışkanlıklarla bir sevgi ilişkisi ne kadar bağdaşabilir? Travmanın bugündeki yıkıcı etkileri veya acıyla baş etmek, hayatta kalmak için edinilen alışkanlıklar o ilişkiye çok zarar verecektir. Müslüm’ün Muhterem Nur’a attığı tokatları hiçbir travma meşrulaştırmıyor. Bu travmanın toplumda daha da yaygınlaşmaması için şiddete karşı kendimizi savunurken attığımız tokat hariç her tokadı ahlaken mahkûm etmek zorundayız.
- Otomatik Portakal ve Belirlenimcilik - 6 Kasım 2020
- Simone de Beauvoir’ın İkinci Cinsiyeti - 1 Kasım 2020
- Duygular ve Sözler - 10 Ekim 2020