Murathan Mungan: Bizi biz yapan ‘Hayır’larımızdır

Tam 30 yıl önce ilk kitabını yayınladığı ‘Kırk Oda’ serisinin bu hafta çıkan dördüncü kitabı ‘Dokuz Anahtarlı Kırk Oda’yla ilgili Hürriyet’ten Çağlayan Çevik’in sorularını yanıtlayan Mungan, kitabının yanısıra tereddüt, karamsarlık ve umut üzerine konuştu.

Tam olarak 30 yıl öncesine denk geliyor. Birbirine eklemlenen ‘Kırk Oda’ dizisinin ilk kitabının çıkması. Bu kitap serinin dördüncü kitabı ancak kapağında beşinci kitabın müjdesini veriyorsunuz. ‘Dokuz Anahtarlı Kırk Oda’ ilk ne zaman doğdu?
‘Dokuz Anahtarlı Kırk Oda’nın ilk fikri, neredeyse on yıl önce, ‘Yedi Kapılı Kırk Oda’ yayımlandığında ortaya çıkmıştı. Kitap kendi içinde ilerlerken, bir noktada Dante’nin ‘Cehennem’inin dokuzuncu katta olduğu düştü aklıma. Kitaptan bununla çıkacağımın kararını verdim. Daha önceleri de dillendirdiğim gibi, hikâye kitaplarımın da bir tür roman bütünlüğü göstermesini amaçlarım. Dokuzuncu öykünün cehennem katı olması fikrini bir kenarda tutup yola öyle devam ettim. Öykünün adı ve fikri belli, ama ne anlatmam gerektiğinin bilgisi yok henüz. Arıyorum. Kitabın sekiz öyküsü de fantastik sıçramalarla saçaklanırken son öyküde hiçbir fantastik unsura yer vermeden kaskatı bir gerçekliğe düşelim istedim. Gündelik ilişkilerde hayatı birbirimize nasıl cehennem ettiğimizden daha iyi cehennem mi olur? Otur bunu yaz, dedim kendime. Sıradanlığın çıkışsızlığını, yolları kesişse de birbirine açılmayan hayatları. Birbirinden bağımsız öyküleri, dükkânın anahtarı, kasanın anahtarı, garsoniyerin anahtarı gibi anahtarlarla birbirine bağlamak, son öyküyü de, kitabı da gene bir kara alayla bitirmek istedim. Ne de olsa ironi cehennemi yumuşatır. Her seferinde uzun süre kitabı dinlerim. Ne yazdığını bilmekten farklı bir şeydir bu. Kitabı dinlemeyi bileceksin. Bana ne söylüyor, nereye gidiyoruz? Ne yapsam fazla, ne yapsam eksik? Diğer kitaplarımla buluştuğu köprüler hangisi? Ya da ayrıldığı yol ağızları? Elbette bu kitaba çalışırken başka şeyler de yazdım ama bir noktada tamamen buna kapandım.

Bu kitapta daha önceki kitaplarınızdan tanıdığımız ‘bilge’ karakterler yine karşımıza çıkıyor. Bu kez ‘Öykü Temizleyicisi’ eklenmiş hatta onlara, bilge, yol gösteren…
Oyunlarımda, öykülerimde, romanlarımda bir tür bilge kişiler olur hep. ‘Geyikler Lanetler’de, ‘Şairin Romanı’nda, ‘Üç Aynalı Kırk Oda’da… Bu kişilerin ortak özelliği hayata çok dokunmuş olmalarıdır. Hayatın nice süzgecinden geçmiş, nice tecrübeyle demlenmiş berrak akıllardır. Bu karakterler bana felsefe yapma imkânı sunar. Kitapta bana, hayatta okura yol aldırırlar. Bir tür ‘yol göstericilerdir’. ‘Üç Aynalı Kırk Oda’da yer alan ‘Aynalı Pastane’ öyküsündeki Muştik bu kitapta da çıkıyor karşımıza. Ama bir gereklilik olarak. Öykü Temizleyicisi’nin Muştik’e söylediği “Artık bizim gibi insanlara sadece öykülerde rastlanıyor” sözü, okura bir göz kırpma olduğu kadar, biraz da hayatın özsuyunun kurumasıyla ilgili. ‘Yedek Anahtarlar’ öyküsünde karşımıza çıkan ‘Öykü Temizleyicisi’nin bildiğimiz anlamda öyküyle bir ilgisinin olmadığını belirtmeliyim. Onun işi kendisine getirilen yaşam öykülerini temizlemek. Herkes yaşamdan öğrendiklerini ifade etme becerisine sahip değil elbette, bu çeşit karakterler biraz da onlara tercüman oluyor. ‘Kırk Oda’daki öykü-masalların kendi yazdıklarımla, benden önce yazılan, yapılanlara yaptığım göndermelerle zenginleştirilmiş kişisel ‘binbir gece masallarım’ olduğu söylenebilir. Hiçbir kitap sırlarını bir kerede ele vermez. Kendi uzayı içinde ortaklıkları, kesişmeleri var ama, ‘Kırk Oda’ dizisi sırayla okunması gereken bir toplam değil. Önceki kitaplardaki bir karakteri yeni bir sahneye çağırıyorsam, Muştik, Alice ya da Rapunzel örneklerinde olduğu gibi, yeni bir metnin inşasında yeni bir rolleri var demektir. Öyküler arasında amaçlanmış simetrik ya da asimetrik dengeler olmalıdır. Ben bu edebiyat içi oyunları seviyorum, sanıyorum okurlar da seviyor.

Aslında başka öykü ve romanlarınızda da karşımıza çıkan bir durum olsa da ‘Kırk Oda’ dizisi özeline baktığımızda dört kitapta da kadim anlatı geleneğinden çağdaş öykülemeye kadar türün bütün imkânlarından yararlanma dikkatimizi çekiyor…

Daha önceleri de dillendirmiştim. Kaba bir ayrımla, öykü Batı’da kurulan, Doğu’da anlatılan bir sanattır. Kendi öykücülüğümde, öykü sanatının dünya ölçeğindeki evriminden, arayışlarından yararlanmak, bunları sentezlemek istemişimdir. Öykü sanatının çeperlerini zorlayan, kabuğunu çatlatan yeni yönelimler peşindeyim.
Maupassant, Çehov, Amerikan kısa hikâye geleneğinden, bizim tahkiye sanatımız, meseller, rivayet dili, masal kiplerine varasıya kendi öykücülüğümde farklı enstrümanları kullanma merakımı bu kitapta belki bir adım daha ileri götürdüm. Örneğin, ‘Bel Kuşağının Anahtarları’ öyküsündeki falcının sesini ne zaman yazara bıraktığı, öykünün ne zaman bir meddah ağzıyla anlatıldığı, olayların akışında birdenbire beliriveren ‘kafa sesi’, metin ayak değiştirirken kullandığım ara anlatıcılarla sağlanan geçişler hep okura yeni haz alanları açmaya çalışan arayışların sonucu. Bir edebiyat eserinde yazılı olan cümleler kadar yazılı olmayan cümleler de kıymetlidir. Açık cümlelerle olaylar izlenir ama diğerleri arka planı güçlendirir. Okurdan keşfedilmeyi bekler. Nasıl dilin lezzeti varsa, kurgunun da lezzeti vardır. İyi okurun birikimiyle, edebiyat görgüsüyle, bilgi deposuyla elektrik çakımları yoluyla iletişim kurmayı önemserim.

Öykü sanatının öyküsünden bahsediyorsunuz adeta…
Kitap, daha ilk öyküsüyle okura nasıl bir kitapla karşı karşıya olduğunu söylüyor aslında. “Bazıları için dünya bir anlatma yeridir” diyerek temel bir anlatıcıya, yani yazara işaret ediyor. Bilimkurgu öykülerinin, fantastik edebiyatın, bilgisayar oyunlarının bile aslında binlerce yıllık hikâyelerin temel kalıpları üzerinde yükseldiğini söylüyor. Dekor, kostüm değişse de Pandora’nın kutusu, Odisseus’un yolculuğu, Nuh’un gemisi var hepsinde. Kuklanın iplerinin eskisinden çok daha iyi göründüğü bir çağda, kuklanın ipleri yokmuş gibi yapmadan, ama kuklanın iplerini mümkün olduğu kadar saklayabilme sanatına dönüştü bütün sanatlar. Yazmak da öyle. Eskiden devraldıklarına kendi dünyanı, yazarlığının temalarını, dilini, hünerini, kendi lezzetini katarak, geçmişin üstüne yeni bir tuğla koyabildiğin zaman imzan ortaya çıkar. Ben çağımızda yazanın da okuyanın da geçmişe ilişkin paylaştığı bu farkındalığı öyküleştirmeye çalışmıştım. Bu kitap biraz da öykü sanatının öyküsü olsun istedim… Bu yüzden ‘Eşyanın Anahtar Olması’ öyküsüyle başlıyor.

Ölümlü olduğunu bilmenin zalim bilinciyle yaşıyoruz
Anahtar ve eşya üzerinden bakınca kitaptaki zaman meselesine bakışınız da önemli aslında. Zamana takıntılı bir haliniz var sanki.
Sanki değil, çok takıntılı olduğumu söylemeliyim. Bence zamanla meselesi olmayan yazar olamaz zaten. Zaman, varoluş meselemizin anahtarı çünkü. Koca evrende şu küçücük varlığımızla, sınırlı aklımızla, hayal gücümüzle; varoluş, evren, zaman, kâinat üzerine düşünerek; bulunduğumuz el kadar toprak parçasında hayatı anlamlandırmaya, ömrümüze kıymet biçmeye çalışıyoruz. Ölümlü olduğunu bilmenin zalim bilinciyle yaşıyoruz. İnsan tabiattaki en trajik canlıdır, çünkü geçiciliğin ne olduğunu biliyor, öleceğini bildiği halde yaşamakta ısrar ediyor. Ölüm bilgisiyle yaşama içgüdüsü arasında bir dengede tutmaya çalışıyor kendini. Uğraşıyor, didiniyor, yazıyor, okuyor, söylüyor. Haliyle sanatçıların, felsefecilerin bu konuya daha fazla takıntılı olmaları olağan. Ahmet Hamdi Tanpınar’dan Marcel Proust’a daha nicesi sayılabilir bu konuda. Ama yazar olmak için zamana takmak gerekliymiş diyerek yazar olunmaz, zaman senin nabzında atıyorsa, ruhun saatin tik taklarını herkesten daha fazla duyuyorsa takıntın anlam kazanır. Ben zamana ve ölüme ilişkin kaygılarımı edebiyat içinde dindirmeyi seviyorum. Çünkü bunlar o zaman hayatlaşıyor.

‘Hayat’ kavramının altını çizdiniz şimdi. Kitaptaki öykülerde de hayata dair tanımlamalar, sorgulamalar, çıkarsamalar var…
Belki de okura zaman kazandırmak istiyorumdur. Nedir zaman kazandırmak? Tecrübe edilmiş hayatları aktarmaktır belki edebiyat. Kendin deneyimlemedikçe, yani başından geçmedikçe öğrenemezsin bazı şeyleri, gereken sonuçları çıkaramazsın. Diğerini ise, kaba bir örnekle açıklayayım: Yanından geçen bir arabaya, “Sağdaki yoldan gitme, ileride inşaat çalışması var yolu kapatmışlar. Sen soldan git” diyorsun. Bunlar aktarılabilir deneyimlerdir. Edebiyat okura, zamanı kaliteli kullanmasını sağlar… Benim de kendi yazarlığımda yapmaya çalıştığım şey biraz da bu. Edebiyattan da en az hayattan öğrendiğimiz kadar çok şey öğreniriz. Okudukça hem kendimiz oluruz, hem başkaları. Edebiyat insana hayat ve zaman kazandırır. Yazdığım kitaba, kitabın sayfasına gözü değmiş okurlar kıymetlimdir. Bana uğramış, kendi ömründen bana zaman ayırmış insanlardır onlar. O zamanı kıymetli bulur, hakkını vermek isterim. Hayat çok kısa, doğru kitapları okumak gerek. Dünyada okuyacak çok güzel kitaplar var, size iyi vakit geçirttiğini sandığınız kötü kitaplar ömrünüzden yer aslında. Kendi payıma bana ömründen zaman veren okuruma zaman borcum olduğunu düşünür, yazdıklarımla ödemeye çalışırım. Zamanın bir de bu yönü var.

Kitabın ismindeki ‘anahtar’a gelelim. Pandora’nın kutusundan Hz. İsa ve Aziz Petrus hikâyesine, masallardan en sıradan anlatıya kadar çok şey barındırıyor içinde. Sizin kitabınızda da bütün yönleriyle ‘varoluşsal’ bir kavram olarak çıkıyor karşımıza.
Çünkü tüm hayatımız cevap anahtarları aramakla geçiyor. Var olmak nedir, nasıl var oluyoruz? Niye varız? Aslında insanlık tarihi varoluş tarihi. Belki ortada bir anahtar bile yoktur. Biz varsayıyoruz. Yazarlığım boyunca insanlığın öyküsüyle, varoluş sorunlarıyla ilgilendim. Duygular, düşünceler, ilkeler, değerler, kimlikler, ilişki kanavaları, toplumsal roller, uğruna vazgeçtiğimiz veya canımızı verdiğimiz şeyler ve bizi biz yapan hikâyeler, sadece bu kitapta değil yazarlık yaşamımda anlatma ihtiyacımı tetikleyen şeyler oldu hep. Ama bu kitapta en çok öne çıkan şey, karanlık gibi gelebilir ama galiba şu oldu: Bu dünyada biz ne yapsak olmuyor. Ömür diye biçilen zaman dilimi, doğup büyüdüğümüz yer, içinde yetiştiğimiz koşullar, seçimlerimiz ya da zorunluluklarımız öyle de olsa böyle de olsa olmuyor. Ne yapsak olmuyoruz. Olmuyor. Tüm bu arayışlar, çırpınışlar sürerken arkasında bir sürü öykü bırakıyor. İnsanın kendini oldurması, bulması, kendi gözündeki kendi, başkalarının gözündeki kendi… hepsi başlı başına bir sorun, bir varlık problemi. Kitaba böyle baktığımızda anahtar sözcüğü hem sözlük anlamıyla, hem metafor bağlamında yeni anlamlar kazanıyor. Anahtar aslında bir paradoks içerir: Açtığı gibi kilitler de… Küre kitabımda “Şiir tereddütleri olanların sanatıdır” demiştim. Anahtar da bu anlamda tereddüdün, şüphenin eşyasıdır. Dünya şüphe edilmesi gereken bir yerdir.

Elimde kalem varsa umutsuz değilimdir
Ben yapılması gerekenin, okurun içgücünün güçlendirilmesi olduğuna inanırım. İnsanın içini daha dayanıklı kılmamız gerekir. Yalancı ışıklarla geçici umut vermek değildir doğru olan. Hayatla mücadele azmi, dayanma gücü, karanlığa bakma gücü kazandırmak daha kıymetlidir. Aydınlığı, en iyi karanlığa bakmayı bilenler görür çünkü. Gözü karanlığa alışmamış insan aydınlığın kıymetini bilmez. O gelip geçici çiğ ışığı aydınlık zanneder. Benim önemsediğim şey, her durumda hayatta ve ayakta kalabilen insana içgücü, dayanıklılık kazandırmaktır. Aslında bazılarının ümitsiz, umutsuz, karamsar sandığı insanlardır asıl gelecek vaat eden insanlar. Eğer yazmayı sürdürüyorsam, hâlâ elimde kâğıt kalem varsa, dünyayı mesele ediyorsam umutsuz değilimdir. Hepimiz en iyi yaptığımız şeyi en iyi biçimde yapmayı sürdürerek muhalefet edebiliriz. Bizi biz yapan şey ‘evet’lerimizden çok ‘hayır’larımızdır. Hayır demek bilinç ve güç gerektirir. Evetlerin çoğu itaat yatkınlığıdır.

Okurluk hakkımı yazarlığıma kaptırmam
Hayat karşısında öğrenciliğimi, meraklarımı koruyan biriyim ben. Çok okurum. Özellikle işimin kuramsal yanı konusunda takipçiyimdir. Okur hakkımı asla yazar Murathan Mungan’a kaptırmam. Biri güzel bir şey yazmışsa, ben onun okuruyumdur. Takdir etmeyi de hayran olmayı da bilirim. Güzel bir kitap yazan herkesin başımın üstünde yeri vardır. Çünkü edebiyat bir güzellik yarışması değildir. Podyuma çıkıp sağa sola gülücük dağıtmanın anlamı yok. Herkesin kendi dünyası, sözü, imzası biriciktir. Dünyanın sofrasında herkese yer var. Ama tek bir koşulla: İyi edebiyat, sağlam edebiyat.

Poligamik Murathan Mungan: Bunlar benim binbir gece masallarımbir yazarım
Sanırım verimli, üretken olmamdaki nedenlerin başında zaman kullanma becerim gelir. Zamanı iyi yöneten biriyim. Çalışkanlık yetmez, organize olmak gerekir. Yazar olarak poligamik bir yazarım. Aynı anda birkaç kitabı birden idare ederim. İster tek kitap üzerinde, ister dağınık düzen çalışayım gelen zarfları kutularına dağıtan postacı titizliğiyle yeni fikirleri, aldığım notları kendi raflarında istiflemeyi bilirim. Bütün o demlenme ve birikme süreci malzemeyi keşfetme sürecidir. Bir nokta gelir, içlerinden biri öne çıkar, o zaman bir tek ona kapanır, kitap bitene kadar yalnız onunla uğraşırım. Önceden biriktirdiklerime yenilerini eklerim. Bu da işimin monogami evresidir.

DOKUZ ANAHTARLI KIRK ODA
Murathan Mungan
Metis Yayınları, 2017
176 sayfa, 18.5 TL.