Köprüden önce son çıkış…

1933’te Almanya Şansölyesi seçildiğinde Hitler’in memlekette Yahudi vatandaşlardan belki daha da fazla kin duyduğu başka bir şey vardı: Weimar Cumhuriyeti ve anayasası. 1920’lerde politikaya adım attığı yıllardan beri Hitler’in başı yasalarla sürekli derde giriyordu. 1923’te Münih’te parlamenter cumhuriyete karşı gerçekleştirilen başarısız Bavyera Darbesi girişimi sonrasında çıkan olaylarda hem yaralanmış hem de tutuklanmış ve ilk önemli mahkemesine çıkarılmıştı. Buna ilaveten partisi de kapatılmış ve Hitler’e siyaset yasağı getirilmişti. İktidara gelişinden tam on yıl önce gerçekleşen başarısız Bavyera Darbesi muhtemelen Hitler’e iki şey öğretmişti. Birincisi, sistemin darbe ile değil, içeriden “anayasaya uygun” şekillerde alaşağı edilmesi. İkincisi de bunun için bir anayasa değişikliğinin şart olduğu.

Sistemi kanuni şekilde alaşağı etmek için elbette önce seçimleri kazanmak, sonra da anayasanın elverdiği şekillerde değişiklikler yapmak gerekiyordu. Bu fikir 1933’te kabul edilen Ermächtigungsgesetz, Enabling Act olarak bilinen bir kanun teklifiydi.[1] Hitler’in şansölye olarak ilk görevlendirilişinden iki ay sonra yürürlüğe giren beş maddelik bu kararname Hitler’in parlamenter cumhuriyete ve onun anayasasına karşı duyduğu öfkenin bir yansımasıydı. Führer’in kişisel nefreti yalnızca Yahudi halkına karşı değildi; parlamenter sisteme karşı da büyük bir nefreti ve intikam hırsı vardı. Bugünlerin favori deyişiyle “parlamenter sistem onun da canına yetmişti”.

Canına yetmemesi de beklenemezdi zira parlamenter sistemde umduğunu bulamıyordu. Partisi 1932 seçimlerinden ikinci parti olarak çıkmış ve cumhurbaşkanı seçilememiş fakat şansölye olmuştu. Anayasaya uygun bir sistem değişikliği için artık fırsatı vardı. Seçim sonrası gerçekleşen meclis yangınından ötürü anayasanın 48. maddesi uyarınca olağanüstü hal ilan edilmişti. Aynı madde Cumhurbaşkanı Hinderburg’a kararname yayımlama yetkisi de veriyordu. Yangından sorumlu tutulan muhaliflerin tasfiyesine elverişli bu şartlar altında erken seçime gidilince, bu kez çoğunluk hükümeti kuramamasına rağmen meclisten birinci parti olarak çıkmıştı Nazi Partisi. Hitler, darbesinin başarısız olmasından da, ilk seçimleri kaybetmesinden ve ikinci seçimlerde çoğunluğu alamamasından da parlamenter sistemi sorumlu tutuyordu. Dolayısıyla da koalisyon hükümetiyle yönetmek zorunda olduğu mecliste, yıllar önce hapishanedeyken yazdığı Kavgam (Mein Kampf) eserinde bahsettiği hiçbir politik emeli gerçekleştiremeyecekti. Bunun için yapılması gereken de olağanüstü hal rejimi devam ederken bir anayasa değişikliğine gitmek ve olağanüstü halin sağlamış olduğu meşru “kararname ile yönetme” yetkisinden faydalanmaktı.[2]

Führer’in yeni meclise bu duygularla sunduğu anayasa değişikliği taslağının Naziler nezdinde ana fikri, çoğunluk olmadıkları bir meclisin onayına tabi olmadan nasıl yönetebilecekleri fikrinden doğmuştu. Muhalifleri meclisten bir kereliğine uzaklaştırmak ve diğer muhafazakâr oyları bir kereliğine ikna etmek kolaydı ama bu her kanun teklifinde yapılamazdı. Dolayısıyla tek seferde halledilmeliydi. Olağanüstü hal altında böyle bir değişikliğin zaten safdışı kalmış muhalefete takılmadan geçmesi bekleniyordu. Fakat yine de mecliste çoğunluk olmayan Nazi Partisi’nin desteğe ihtiyacı vardı ve o destek de cumhuriyet karşıtı muhafazakâr partiden geldi. Böylelikle 1933 anayasa değişikliği gerçekleşti. Artık Nazi hükümeti mecliste oylama yapılmaksızın yasama ve yürütme yetkilerine sahipti ve her ne kadar kâğıt üstünde yetki sahibi hükümet olsa da bu erkler aslında tek bir kişi tarafından yönetilecekti. [3] Tek kişi tarafından hazırlanan kanunların, bütçenin, uluslararası anlaşmaların ve savaş kararlarının meclisin onayına tabi olması gerekmeyecekti. Böylelikle meclisin fiilen açık veya kapalı olmasının hiçbir önemi kalmıyordu. Hatta o günün televizyonsuz, sosyal medyasız ortamında propaganda aracı olarak kullanmak adına açık olması tercih sebebiydi. Tüm yetkilerin tek kişi elinde toplanmasının ardından Almanya’da neler olduğunu da hepimiz biliyoruz. Hırsları olan bir adamın ve onun peşine takılanların hukuken frensiz kaldıklarında neler yapabileceklerini tüm dünya öğrenmiş oldu.

Hitler diktatörlüğünün başlangıcı kabul edilen bu kanun teklifi var olan anayasaya referans veren bir anayasa değişikliği teklifiydi. Özellikle de olağanüstü hali mümkün kılan 48. maddenin genişletilmiş versiyonuydu. Yani her şey Führer’in baştan beri istediği gibi hukuken ve anayasaya uygun gerçekleşmişti. Führer diktatörlüğünü Alman halkının milli iradesine değil, kendi sunduğu, oylattığı ve geçirttiği anayasa değişikliğine dayandırıyordu. Zaten onca uğraşla hukuki zemine oturtulan bir rejim değişikliğinden sonra tutup da “diktatörlüğe evet mi, hayır mı” referandumu yapacak hali yoktu. İnanın, kimse yapmaz. Fakat şayet meclisten geçen anayasa değişikliğini referanduma götürmüş olsaydı, işte o zaman netice ne olurdu bunu asla bilemeyeceğiz. Alman halkına köprüden önce son çıkış hakkı hiç tanınmadı.

Yazdıklarımın bugünün Türkiye’sinde olmakta ve olacak olanlarla doğrudan bir ilgisi yok. Ne Erdoğan Hitler ne Türkiye Cumhuriyeti Weimar Cumhuriyeti ne de anayasası Weimar anayasası. Mesele tarihsel bir benzerlik yakalayıp onu cımbızla çekerek bugünün Türkiye’sini anlamaya çalışmak değil. Tarih elbette tekerrür etmez, bu sefer de etmeyecek. Ama duygular eder. Shakespeare’in hâlâ güncel olmasının sebebi de budur zira nefret, hırs, kin, kibir ve kıskançlık yüzyıllar boyunca hiç değişmeden tekrar edebilmiştir. Yüz yıl önceki bir olayla şimdinin olayı aynı şekilde vuku bulmaz ama yüz yıl önceki hırs ve kibir yüz yıl sonra başka birinde benzer şekillerde tezahür edebilir. Diğer tüm duygular gibi pişmanlık da tekerrür eder. Etmemesi dileğiyle.

Deniz Ö. Çevik

Kaynak: Birikim Dergisi


[1] http://germanhistorydocs.ghi-dc.org/sub_document.cfm?document_id=1496

[2] http://www.historytoday.com/ken-rise/hitler-and-law-1920-1945.

[3] Bendersky, Joseph W. (2013). A concise history of Nazi Germany.