Kendi masalı olanların Kulüp’ü… Ya da dünyaya sığamayanların masalı.. “ Ben yaşadım, ben istedim. Ben kendimin masalıyım” diyor şarkıda Selim Songür karakteri. Kendi masalı olanlar, genelde uçurum boylarında dolaşmıştır. O uçurum yamaçlarında fırtınalar hiç dinmez… Kasırgalarda kendine yaslanarak ayakta kalanların yürekleri fırtınalarla doludur. Böyle yüreklerin masalı, acının her rengini yaşamış, gözyaşından damıtılmış bir tebessüm gibidir. Derin, içli ve sessiz bir çığlığa gömülü ama her şeye rağmen hayata gülümsemeyi unutmayan bir tebessüm gibi… Mathilda, Selim Songür, Raşel, Hacı ve Orhan karakterlerinin mimiklerinde bu derinliği görüyoruz; derin acılarla harmanlanmış bir ömrün dilsiz rüzgarlarını…
Kulüp dizisini bir solukta izledim. Merkezinde İstanbul Galata’da yaşayan Seferad Yahudilerinin hayatları anlatılırken, 1950’lerin İstanbul’undaki ötekilerin yaşamlarına da dokunuyor. Diziyi izlerken, 1950’lerin İstanbul’unda, İstiklal caddesinden Galata’ya doğru geziniyormuş gibi hissediyorsunuz. Kulüp dizisi, karakterlerinden, müziklerine kadar herkesi etkisi altında bıraktı. Bir nostalji yapıtı değil. Tarihin tozlu sayfalarını açarken kendi dilini yaratan bir tarzı var. Kin, nefret, hiddetle değil… Yaşanan trajedileri, tarihin akışı içinde, insan gerçeğiyle de yüzleşerek ele alıyor. Farklı bir anlatı, farklı bir dil hayal etmeli ve geliştirmeliyiz der gibi… Ve bunu gözümüze çomak batırırcasına değil, naif ve mütevazi bir şekilde yapıyor. Başka bir dil mümkün işte, der gibi..
Seferad Yahudileri… Ladince… Varlık vergisi… 1950’lerin İstanbul’unda eğlence hayatında “gayrimüslim” olarak tabir edilen, Rumların, Yahudilerin, Ermenilerin yeri… Birlikte yaşamın hayata kattığı kültürel zenginlik.. Diziyi izlerken neleri yitirdiğimizi görüyoruz. En başta bu kültürel zenginliğimizi… Anadolu’yu yurt edinen farklı inanç ve kimliklerin birlikte yaşam kültürü… Dizide yer verilmemiş ama varlık vergisinin ardından, 1955’te, 6-7 Eylül olaylarında (İstanbul pogromu) yaşanan yağma ve linçte, insan bedenleri ve mülklerinin yanı sıra asıl olarak bir ülkenin kültürel zenginliği yağmalandı. Linç kültürünün öyle bir zehiri vardır ki, sadece linç edileni değil linç edeni de zehirler yok eder.
Türkiye demokrasisi, keskin virajlarda direksiyon hakimiyetini yitiren şoförler gibi… Direksiyonu ya uçuruma doğru kırar ya da düz yolda duvara toslar. Hal böyle olunca, toplumsal olarak demokrasi kültürümüz oluşmuyor, gelişmiyor. Kabul edelim, iktidarından muhalefetine kadar, dünya görüşü ne olursa olsun demokrasi kültürü sorunlu bir toplumuz. Bu yüzden kötülüğün örgütlenmesi pek zor olmuyor. Nasılsa bir linç ortamında, eline taşı alan geliyor. Linç için hazır ve nazır bir kitle bulmak pek zor değil. Oysa, eline o taşı almadan önce, “ben ne yapıyorum, kime, neye hizmet ediyorum” diye sorgulayan insan topluluğu yaratmak gerekiyor. Yoksa bir nefret iklimi biter diğeri başlar.
Özellikle son yıllarda tavan yapan nefret ikliminde yitirdiğimiz hoşgörü, birbirine saygı gösterme, kendinden olmayanın varlığını kabullenme ve tahammül etme,yaşamın ahengi… Türkiye demokratikleşmede ilerleyemediği gibi yaşamın ahengini yitirdi. Birbirine öfke ile bakan, bir neden bulup düşmanlık yaratan, tahammülsüz insanların olduğu bir yerde yaşamın ahengi kalır mı? Nefret ilkimi tüm toplumu kötülüğün çemberine aldı. Örgütlü kötülük, sokağa kötülüğün sıradanlaşması olarak yansıdı.
Gladyo, istihbarat servisleri ve kimi güç odakları; katliamlar, suikastler, pogromlar planlar ve yapar. Gladyo’nun işi budur, bunun için vardır. 6-7 Eylül olayları, Maraş katliamı, 1971’in kanlı 1 Mayıs’ı, Sivas katliamı… NATO’nun gizli orduları gladyonun, ülkeden ülkeye değişse de mantalitesi aynıdır. Komploları elbette analiz edeceğiz ama kendimize ayna tutarak. Örgütlü kötülüğün panzehiri bilinçli bir toplumdur. Bir gerçeklik daha var ki, o da homo sapiensin tarihi kanlıdır.
Kendi türünü öldüren bir canlı türüdür. Elbette ortaçağ kadar vahşi yöntemlere başvurmuyor ama toplumsal gelişimimizde daha alınacak çok yol var.
Düşünen, entellektüel seviyesi yüksek bir toplumu gaza getirmek o kadar kolay olmasa gerek. Lakin bizim toplumun düşünce ve düşünenlerle her zaman sorunu olmuştur. Egemenler düşünenlere tahammül edemeyip hapishanelere atarken, halkımız “düşün düşün boktur işin” diyerek dalga geçer. Oysa, René Descartes, “düşünüyorum öyleyse varım” der. “Ben’ im, varım bu kesin ama ne kadar süre için: Ancak düşündüğüm sürece, zira ola ki düşünmeye son verseydim, olmaya ya da var olmaya da son veririrdim” diye açıklar Descartes.
Yüzleşeceksek eğer herkesin kendine bir ayna tutup bakması gerekir. Her bireyin niteliksel gelişimi bir toplumun kültürel gelişiminde önemli faktördür. Toplum bireylerden oluşur.
Kulüp dizisindeki Çelebi karakteri, kötülüğün ete, kemiğe bürünmüş halidir mesela. Çelebi karakteri, bize çok şey anlatır… Yoksulluktan gelme, sınıf atlama hırsıyla makam ve maddi güç elde etmiş kişiler genelde daha zalim olur. Aşağılık kompleksini, egosunu kendinden güçsüzlerin üzerinde tatmin eder. Çelebi karakteri ne yazık ki, sadece 1950’li yıllara ait bir karakter değil. Çelebi karakteri dün de vardı bugün de var. Ve çoklar! Bu yazıyı okurken şimdi bir durup düşünün çevrenize bakın, Çelebi gibi karakterleri yanıbaşınızda belirmiş görürürsünüz. Sorun da bu ya! Lakin, Çelebi karakteri varsa onun karşısında, Mathilda, Selim, Hacı gibi ötekilerin dayanışma nezaketi de var. Mathilda bir seferad yahudisi, hapishaneden yeni çıkmış bir kadın; Selim ailesi tarafından dışlanmış eşcinsel bir şarkıcı; Hacı İstanbul’a yeni gelmiş bir müslüman Türk genci, emekçidir. Dizide ezilenlerin sınıfsal dayanışmasını görürüz.
Linç kültürü, tecavüz kültürü ve yağmacılık.. Eğlence sektöründe kadının cinsel bir obje olarak görülmesi, cinsiyetçilik.. Ötekileştirme… Bunca kötülüğün ortasında yetimhanede büyüyen Raşel’in duygu dünyasında sevginin ve aşkın farklı renklerini de görürüz. Yağmur altında sırılsıklam ıslanırken kollarını açarak gökyüzüne umudunu savuran Raşel’in coşkulu yüreği… “Kanatlarım yok ama uçmak istiyorum” der, hayal kırıklıklarının yaralarını sarmak isterken. Arkadaşının dizlerine usulca başını koyar… Arkadaşı “bugüne kadar nasıl yaptıysan öyle yine yüreğinin sesini dinleyeceksin” der. Raşel, tutkulu, cesur ve zorlukların içinde ağız dolusu gülmeyi bilen bir genç kadındır. Yüreğinin fırtınalarını, sağanak yağmurların altında sırılsıklam ıslanarak dindirmeye çalışan genç bir kadın…
Mathilda, yıllar sonra kızı Raşel’in karşısına çıktığında; “bugüne kadar nasıl birbirimizin hayatında yoktuysak bundan sonra da varız” der kararlı bir duruşla. Raşel’in annesini kabullenme süreci pek kolay olmaz. Lakin bu replikteki Mathilda’nın iradesi, kararlılığı hikayelerini birleştirir.
Beni en çok etkileyen repliklerden birisidir bu. Hani yüzleşme, birlikte yaşam, yeni olanı inşa etmeden bahsediyoruz ya… İşte tam bu noktada, Mathilda’nın kararlılığı ve iradesiyle “bugüne kadar nasıl birbirimizin hayatında yoktuysak şimdi de varız” diyebilmeliyiz birbirimize.. Farklı bir anlatıyla, farklı bir bakış açısıyla, farklı bir dil yaratarak, acılarımızdan damıttığımız masalımızı yazabiliriz.
- HTŞ’nin Cicim Ayları - 15 Aralık 2024
- Şam Düşerken - 9 Aralık 2024
- Puslu Havada “Etki Ajanlığı” Yasası - 2 Kasım 2024