Işıklar ve Gölgeler

Gözlemim odur ki, insanlar daha çok politik konuları okumaya meyilli. Günlük gazetelerde, dergilerde, internet ortamında politik konularla meşgul olmayı tercih ediyorlar. Sanat, edebiyat, şiir, etik gibi konular gereksiz sayfa işgali gibi görülüyor. Kuşkusuz bunun sosyal, kültürel bir temeli var. Tabii insanların önemli ölçüde politize olmuş, ayrışmış olmasının nedenleri yerli yerinde. Bu derecede ayrışmış olmanın toplumun ne türden bir ihtiyacını karşıladığı ise benim açımdan bir muamma. Kaldı ki toplumun ihtiyacıyla siyasetin ihtiyacı çok başka. Toplum ne derse desin siyasetçi, bildiğini okuyan bir saksağan… Siyaset bize taze ve yeni bir nefes vermenin çok uzağında; bıktırıcı kısır döngüsü insanı adeta boğuyor. Açık söylemek gerekirse, siyasetçileri dinleyince toprağa doğru çekildiğimi, onun bütün “kalelerinden” giderek de uzak kalmak istediğimi düşünüyorum. O nedenle, şu anda pek çok kişinin ilgisini çekmeyecek siyaset dışı bir yazı yazmayı düşünüyorum.

Akıllar ve bilimler dememek için “ışıklar ve gölgeler” metaforunu kullandım başlıkta. Zira günlük hayata da baktığımızda akıl ve bilim, ışık; insan ise onun nesnesi konumunda olan bir gölge… Işık ne kadar güçlü olursa, gölge o oranda küçülüyor. Tıpkı bilimin ve aklın insanı küçültmesi gibi. Kuşkusuz ışık olarak kodladığım bilimin nötr durumu; hep “iyi”nin yanında olmadığı gibi, sürekli “kötü” nün de yanında değil. İnsan aklının ürünü olan bilim, sağladığı olanaklar nedeniyle hayatı kolaylaştırdığı gibi; savaşlar, ölümler, kesip biçmeler karşısında duygularını yitiren/ duygusuz kalan bir öldürme aracına dönüşüyor.

İnsan aklı bilimi kullanarak makineleri keşfetti; sonra yarattığı makinenin kölesi oldu. Hatta giderek de fazlasıyla kendi keşfettiği ışığın koyu bir gölgesi olmayı kabul etti! Hakkı ve adaleti tüm dünyaya yayacak “kutsal varlık”, yaşamın silik bir unsuru oldu. Tüm bu yaklaşımla, bir akıl ve bilim düşmanı olduğum sanılmasın; ama şunu da söylemeliyim ki, savaş zamanında başka, barış zamanında başka türlü bir köleleştirme, hükmünü sürdürüyor. İnsan, bilime ulaştığı oranda, cehaletinden çok insanlığını kaybediyor.

Akıl ve bilim bize hem saldırıyor, hem de ödevler yüklüyor. Ödevlerimizi yerine getirdiğimiz oranda daha fazla saldırıya maruz kalıyoruz. Buna kapitalizmin sırrı mı demeli… Ah keşke (!) bilgisiz ve cahil kalsaydık diyesi geliyor insanın. Şurası bir gerçekti: Bilim, kendini yalnız problemleri çözme ve anlama işine verir ve asla kurallar koyma kaygısına düşmez. “İyi” ve “kötü”yü tarif etmez; onun yaşam amacı tek kelimede özetlenebilir: ” Öğrenmek”. Çıkar gözetmez; gerçeği analiz eder. Ama akıl devreye girince işler değişir. Aklın tarafı ve çıkarı vardır zira. Bilim artık o aklın çıkarının hizmetindedir. O halde “ideali” aradığımızda bilim ve akla başvurmamız saçmalıktır. Bilim insana doğru yolu göstermez. Akıl kendi “doğru yolu” istikametinde bilimi kullanır. Bu durum bizi “bilimin bir ahlâkı olmalı mı?” sorusuna yöneltir.

Çünkü akıl, bilimle ilişkisini yanlış anlama yeteneği nedeniyle bizi giderek kurtulmamız gereken çıkmaza sürüklüyor. Bilim aklın hizmetine girdiğinde, “insani” rolünü oynayamıyor; kendine olan saygıyı azaltıyor ve gerçek “büyük” gücünü kaybediyor. O nedenle, hayatta saygın yerini alması için, bilimin bir ahlâka sahip olması kaçınılmaz. Aksi takdirde akla her istediğini verecek… Bu da gösteriyor ki bilimin de bir “yol gösterici”ye ihtiyacı var… Evet bilim yol göstermez, yolu ahlâk gösterir (Nasıl bir ahlâk? tartışması başka bir yazının konusu olsun…).

Anlaşılacağı gibi, akıl ve bilimin iç içeliği konusu hayati bir konu. Bilim akıl üzerinde etkide bulunamaz, ama akıl bilim üzerinde -görüleceği gibi- etkide bulunabiliyor. Bilimi aklın tahakkümünden kurtaracak olan da hiç kuşkusuz, “bilim ahlâkı” olacaktır. Zira, “başarıya ulaşmanın yolu”nu bilim değil, ahlâk göstermeli. Ahlâkın çıkarı yoktur; aklın çıkarı vardır çünkü. O nedenle yaşadıklarımıza da dayanarak söyleyebiliriz ki “bilim ahlâkının yüce ilkesi”, ahlâkın önceliği olmalıdır. İnsanı bir üretim ve tüketim makinesi olmaktan kurtaracak olan, “bilimin ahlâkı yasası” olacaktır.

Mevcut bilim-akıl ilişkisi, sadece bir avuç insana “gerçek insan” olma ayrıcalığı tanıyor. Şayet bir gün, insan soyu “büyük” olacaksa, o büyüklüğünü yapan şey herkesin katılımıdır. İşte bu nedenle bilimle birlikte, bilim ahlâkı da ilerlemelidir. İnsan, ışığın gölgesinde silik bir varlık olarak kalmak istemiyorsa, bu kaçınılmaz… Kaderini -aklın değil- ahlâkın kaderinden ayırmayan bilim, tüm inanlığı kucaklayacağı gibi, üzerindeki aklın silinmez lekelerini de zamanla temizleyecektir.

İşte bu umut üzerindeyim. ”Ham bir hayal” olmanın ötesine geçerse ne güzel olur. Ne var ki, bilim ahlâkı bilimle birlikte üstün çıkarsa, o zaman, artık hiç kimse silah ya da başkaca teknoloji gücünü insanı köleleştirme/öldürme için kullanamayacak. Bilimi “zıvana”nadan çıkaran aklın ihtiyaçları değildi aslında; korkunun ihtiyaçlarıydı. Korku ise bilime ve ahlâka değil, akla ait bir şeydir.

Bana coşku veren bu düşüncedir. Bir düşünce ancak “coşku” verebilirse, gerçek bir düşünce olma hakkı kazanabilir. Hangi düşünce insanda, insan olma erdemini cömertçe sergileme yolunu açıyorsa, o kadar coşku ve mutluluk vericidir. Çünkü ancak o vakit bilim, akıl ve ahlâk herkes için göz aydınlığı olur. İnsan ve korkuları yer değiştirir… Mümkün mü?

Ali Rıza GELİRLİ
Latest posts by Ali Rıza GELİRLİ (see all)
Bunları da okuyabilirsiniz...

Bu web sitesi deneyiminizi geliştirmek için çerezleri kullanır. Bununla iyi olduğunuzu varsayacağız, ancak isterseniz vazgeçebilirsiniz. Kabul etmek Mesajları Oku