Fırtınadaki binici Atilla Keskin’in Acılara Yenilmeyen Gülümseyiş’i

“Nasıl destan barbar çağların tarihi ise, tarih de uygar çağların destanıdır.’’
Napoleon Peyrat (1809-1881)

Atilla Keskin, kırkıncı yılındaki mülteci hayatının ilk 25 yılında ülkeye girememişti konulan yasak nedeniyle. Adı dar bir çevrede, epeydir Deniz’in arkadaşı, yazar olarak anılıyor. Halbuki, bir kimlikle ifade edilemeyecek, tek bir meşguliyet düzeyinin tanımına sığmayacak denli yüksek nitelikte ve üretken bir hayatı yaşıyor.

50 yılı gerisinde bırakmış, ilk başlarda olduğu gibi şimdi de damarlarında hümanizma en arı saflığıyla dolaşıyor. Ama, insanı dağıtan bir oratoryonun librettosuna esin verebilecek kadar, dram, trajedi ve hüzünler yumağı gibi koca bir 50 yıl. Eskiden, daha konfeksiyon yaygınlaşmamışken, emek-yoğun becerilerin hayata daha fazla katkı verdiği zamanlarda o yumağa çile denirdi. Örülecek yün yumağının adıydı çile. Atilla Keskin’in yaşamı da çile ile örülen bir hayat. Hristiyanlık tarihinde ilk Havarilerin, İslam dünyasında Sahabelerin; ama belki en çok da Roma İmparatorluğu’na ilk köle isyanını başlatan Spartaküs’ün serencamını hatıra getiren bir yaşamdır bu.

Deniz ve Sinan Cemgil ‘Ato’ diye seslenirdi

Deniz Gezmiş, Sinan Cemgil, Hüseyin İnan ATO diye hitap ediyorlardı. O tarihe sadakatim gereği öyle anacağım ben de. Çocuksu sevimliği, tertemiz ama cesur yüreği zaten Deniz’lerin bu sempatik sesleniş zamirini boşuna kullanmadıklarını duyumsatıyor.

ATO,1963-64 öğretim yılında başladığı ODTÜ İdari İlimler Fakültesi’nde öğrenciliğinin ilk yılında (1964) Türkiye İşçi Partisi’ne üye oldu. ODTÜ Tiyatro Kulübü’ne katıldı, beş-altı oyunda rol aldı. Mozart ve caz dinlediği, bilinmeyen ama benim anmaya değer bulduğum bir detaydır.

1969 yılında ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü Başkanı seçildi. 1969 yılında, Hüseyin İnan’ın isteği ve önerisi üzerine Filistin’de El Fetih kampında gerilla eğitimi aldı. Dönüşte Diyarbakır’da yakalanan grup içindeydi. 9 ay Diyarbakır Cezaevi’nde yattı. 1971 yılında Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu davasında Deniz Gezmiş ve arkadaşlarıyla yargılandı. 18 idam isteyen askeri savcının talebi hakkında mahkeme kararını verdiğinde idamı istenen dördüncü sanıktı Atilla Keskin. Ceza müebbet hapse çevrildi. Niğde Cezaevi’nde yattı. 1974 affıyla hapisten çıktı ve ütopyası doğrultusunda faaliyetlerine devam etti. 1977 yılında Federal Almanya’ya zorunlu sürgünü ile mülteci hayatı başladı. Halkın Kurtuluşu Merkez Komitesi üyesi olarak 1974-1977 döneminde ülkede, çıktıktan sonra da yurt dışında profesyonel olarak yoğun, 7/24 gibi ağır bir mesaiyle çalıştı.

İlk ziyareti mezarlıklar oldu

Ülkesine 25 yıl sonra gelebildi ve ilk ziyareti mezarlıklar oldu. Çünkü can dostlarından kimi vurularak, kimi de asılarak hayata veda etmişlerdi. Hafıza tazelemek babında sayalım: Deniz, Yusuf, Hüseyin, Sinan, Alp, Kadir, Koray, Ömer, Cihan… Ve kuşakdaş değil ama aynı hareketin militanı, 17 yaşında, isnat edilen suçu işlemediği halde Kamil Kainat paşanın buyruğuyla idam edilen Erdal Eren’e kadar gelir.

Eğer o 18 idam istenen mahkemenin dördüncü dosyası da onaylansa idi, bu yazı, idam edilmiş, 45 yıldır toprak altında yatan, 68’li bir enternasyonalisti anlatıyor olacaktı.

Bir insanın tahammül gücüne gerçekten de fazla gelecek, dram ve trajedinin eksik olmadığı ve hayatın O’na hiç adil olmayan bir yazgıyı reva gördüğü yaşam öyküsüne rağmen kin ve öfkeyle sarmalanmış değil, tam aksine, sevecen ve müşfik bir insan Atilla Keskin.

Tabii pusulası 1965 yılından beri aynı istikameti gösteriyor. O, pusulasının yönünde aynı kararlılıkla hayatını idame ettiriyor.

Henüz 10 yaşımda gazetelerdeki tek kalın çerçeveli ve siyah camlı “anarşist” fotoğraflarıyla imgelemimde bir epifan halinde yıllarca yer tuttu. Sonra Darağacında Üç Fidan kitabındaki kapak resminde sol kolu havada slogan atarak Deniz, Yusuf, Yalçıner ile mahkemeye girişi o imgeyi tazeledi, güçlü kıldı. Ama o resimdeki siyah tişörtü muhafazakâr-milliyetçi şirretliğin iftira boyutunu fark etmemin ve ilk kez ciddi biçimde sorgulamamın da vesilesi oldu. Sistemin ideolojik aygıtları sürekli olarak bu anarşistlerin komünist Rusya’nın uşakları oldukları, para ve kadınla kandırıldıkları propagandasını yapıyorlardı. Adalet Partili bir Hatay senatörü de bu para ve kadınla kandırılma temasını kendi meşrebince, bir aile ortamında heveskâr bir öfke ve hınçla ifade etmişti, oradaydım. Bunun ne kadar büyük bir yalan olduğunu, Darağacında Üç Fidan kitabının kapağındaki resimde, ATO’nun koltuk altı sökük tişörtünü gördüğümde daha iyi anladım.

12 Mart, 12 Eylül ve hava öndü

Yaklaşık 40 yıl önce neo-liberalizm, hegemonik bir Rizom* halinde ideolojisini zamanın reel-sosyalist ülkelerini de etkisine alarak, kapitalizm ve serbest piyasayı, tarihin son durağı olduğuna inandırma amacına büyük ölçüde ulaştı. O yıllarda da dönemsel krizler yaşayan kapitalizm, iç dinamikleriyle bu krizlerden çıkmaya dış dinamikleri de kullanarak gayret etti. Göreceli olarak da çıkmış gibiydi. Ancak o yıllarda üretim ilişkileri-üretici güçleri diyalektiğinde henüz üretici güçler, gelişmesini tökezleyerek de olsa sürdürüyordu.

Yani bugünlerde olduğu gibi üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişimin önünde yegane engel olma hali görünür düzeyde değildi. Ayrıca yine bugünkü gibi, yönetilenlerin artık eskisi gibi yönetilmek istememeleri, yönetenlerin de eskiden olduğu gibi yönetemedikleri, bu denli çıplak bir gerçeklik olarak henüz netleşmemişti. Sadece Marksistler, 40 yıl evvel gidişatın buraya varacağını söylemişlerdi. Korkut Boratav ve Anwer Shaikh’in yazılarına bakılabilir. Tabii bir de 68’li devrimciler istikametin varacağı yerin vahametini haykırmışlardı.

“Toplumsal ilişkiler, üretici güçlere sıkı sıkıya bağlıdırlar. Yeni üretici güçler sağlamak için, insanlar, kendi üretim biçimlerini değiştirirler; kendi üretim biçimlerini değiştirmek, yaşamlarını kazanma yollarını değiştirmek için de, bütün toplumsal ilişkilerini değiştirirler. Yel değirmeni size feodal beyli toplumu verir; buharlı değirmen ise, sınai kapitalistli toplumu.”

Felsefenin Sefaleti’nde böyle tanımlanmış Alman bilim adamı Karl Marks tarafından..

Şu halde dünyanın mevcut durumundan, insanlığın gelmiş olduğu ufunetin** tahammül edilmez dereceye varmış halinden, “bu, insanlığın kaderi değildir, olmamalıdır” diyen insanlar için 68 ve 68’i yaratan özneler, bilince yeniden çıkarılmalıdır.

Küresel oligarşiye karşı küresel muhalefet neredeyse kendiliğinden tomurcuklanmaya başladı. Enternasyonalistler bunu en erken sezen ve yepyeni bir mücadele döneminin başladığını kestiren kesim oldu. Bütün veriler, ampirik olgular, dünyanın şu geldiği ve bir müddet daha kat edeceği belli olan kapitalist , neo-liberal yolun sakim*** bir gidişatının olduğunu, 50 yıl evvel haykırdıklarını belirttiğim ve dünyanın bu hâle gelmemesi için var güçleriyle uğraşan, yaşamlarını bu uğurda feda eden 68’lileri bu yeni dönemde iyice tanımak, anlamak, özümsemek kaçınılmaz bir ev ödevi gibi. Hele bu memlekette…

Bu insanlar ne yaptılar da bu kadar çok sevildiler, unutulamıyorlar? Neler söylediler de kımıltısız bir göl gibi duran toplumu hareketlendirip, en mütevekkil, itaatkâr, devlet fetişisti kitleleri alanlara çıkarabildiler? 500 bin kişinin katıldığı mitinglerin yolunu nasıl açabildiler? İnsanları okumaya, bilgilenmeye, sadece ideolojik/politik olana değil; şiire, romana, müziğe, resime, tiyatroya, sanata yönlendirmeyi nasıl başardılar? Bu sorular, cevabının bulunması gereken kıymettedir, hele de şu içinde bulunduğumuz küresel konjonktürde.

İşte o kuşağın ve kısa süren o dönemin tüm evrelerinde bulunmuş, dönem sona erdikten sonra da yoluna devam etmiş, ATO.

Ağırlığınca altın değer, sözü sanki onun için söylenmiştir. Yetmişini devirip, insan kırmayan bir incelik ve nezaketi, acılardan damıtılmış bir bilgelik ve sevecenliği daha ilk tanışma anında hemen algılanır.

Dostlara hayatını feda edecek kadar sadakat, bir insanın ömrüne fazla gelecek trajediler ve yaşadığı dramlara rağmen, bütün erdemleriyle ayakta kalabilmek… Onur, tevazu ve yumuşak başlılık, Atilla Keskin portresindeki ilk fırça dokunuşlarında tuvalde hemen beliriverir. Gerek portrenin bütününe bakışla, gerekse sadece kısmi, parça parça irdelemek isteyen bir tercihle kadraj gezdirilsin, izzet-i nefisli şahsiyetindeki sofistike iç uyum, parçanın bütünü güzelleştiren detaylarının ayrımına varılır. Ato, bunu ifşa etmez, bakanın kaleydeskopunun mercek gücüne kalmıştır görebilmek. Kristalle elmas arasındaki farkı görebilmek gibi bir şeydir bu.

Değdi mi?

ATO ile aynı dönemde arenaya çıkmış, dalganın geri çekilmesinden sonra ,liberalizm-serbest piyasa hürmetkârlığına dümen kırmışların korosu, 68’lilerin yaşamlarını heba edilmiş olarak değerlendirir.

Daha empatik bir yaklaşım ise farklı soruyla kendi sorunsalını kamufle edip, insani göstermeye çalışır:
Bütün bunlara değdi mi?

Oysa, oraya varabilmiş birey için bu sorular yakamozlara zıpkın atmaktan öte bir mana taşımaz. Biçareliğin, özsavunma güdüsüyle beyhude karşı atağıdır bu; daha ilk adımda da sabotaj girişimi ıska geçer.

Ato, her inancın, ideolojinin, etnik milliyetin, kendi içinde görmekten iftihar edeceği insan tipolojisinin prototipidir. Haram yememiş, cana kıymamıştır. Pırıl pırıl bir gelecek avuçlarının içinde ve hayatı rüya gibi yaşama şansı elinde iken, bu şansı tereddüt etmeden itip, magma denizinde yüzeceğini bilerek seçimini yapmıştı. O, seçilmeyi değil seçmeyi tercih ederek, içinde yer almaktan onur duyacağı yeri tercih etmişti. Bundan da hiç yüksünmemiş, kişisel tarihine her zaman sevgiyle ve onur duyarak sahip çıkmıştı. O yüzden hiç kimse, ATO’ya, “Bu yaşadıklarına, feda ettiklerine değdi mi” sorusunu sormaya cesaret edememiştir.

Şu içinde yaşamakta olduğumuz küresel ufunet ortamında Ato, elbette dünyanın bu şirazesinden çıkmış hâlini geride bırakacağımız zamana kadar enternasyonalist dayanışmalarla yeniden örülmeye çalışılan rayların döşenmesinde önem taşıyor, yaptıklarıyla da, yazdıklarıyla da.

Aklıma The Doors’un Riders on the storm (Fırtınada Biniciler) şarkısının Killer on the road (Katil yolda) dizeleri geliyor, bir de isimlerinin çağrıştırdıklarıyla kült folk-rock grubu Grateful Dead (Minnettar ölüler ).
Aslında biz, yani yaşayanlar minnettardır, Fırtınadaki Biniciler’e. 150 kişiye karşı, 600 bin kişilik bir ordu, istihbarat teşkilatı ve CIA seferber olmuşlardı. Acil alarmın hedefi, başı gövdeden ayırmaktı. Ayırdılar. Ama Semender efsanesinin hayattaki mütekabiliyeti hesaplanmamıştı.

ATO ve ölümler ve İnan’ı…

ATO’nun yaşamında en mutlu olduğu, en heyecanla hayata sarıldığı zamanlarda bir gürz gibi inmiştir üstüne ölüm.

Acılara Yenilmeyen Gülümseyişler kitabından öyle anlaşılıyor ki, Azrail, olanca acımasızlığıyla ATO’ya kılıcını çekmiş, canını almamış, ama sevdiklerini teker teker alarak, canını almaktan beter edici darbeler vurmuş:

İlki yeğeni Hulusi… Ankara’ da sık sık ablasının bu üç yaşındaki oğluyla oynamak, yeğeninin dayıımm diye boynuna sarılması ATO’yu çok mutlu etmektedir. Yine öyle bir gün aniden kollarında rahatsızlanan Hulusicik vefat eder. ATO ve eniştesi Hulusi’yi Afyon’a otomobil ile götürürler. Arada, mola verip birbirlerine fark ettirmeden tabutunu açıp kontrol ederler, belki bir mucize olur da, Hulusi yaşama döner diye, mucize gerçekleşmez. Hulusi 1964 yılında toprağa verilir.

Ardından, Taylan, Sinan, Alpaslan, Kadir, Cihan, Deniz, Yusuf, Hüseyin…

En ağırı ise, “Yetmedi mi Allahım” dedirtecek felaket boyutundadır:
ATO, Deniz ve Yusuf’la birlikte idam edilen, ODTÜ’den can yoldaşı Hüseyin İnan’a verdiği söz üzerine yıllar sonra doğan oğluna İnan adını verir. İnan, fırtına gibi bir zekâya sahiptir. Okulundaki Alman öğretmenlerini, Alman sınıf arkadaşlarını çalışkanlığıyla, zekâsıyla, olağanüstü kavrama ve uslamlama yetisiyle şaşkına çevirir. Sınıf arkadaşlarının ebeveynleri, çocuklarının hayran olduğu İnan ve ailesiyle tanışmak için okulda veli toplantısına koşarak gelirler. İnan sınıfına ve müfredata sığmamaktadır. Okul idaresi ve öğretmenlerinin kararıyla üst sınıflara alınır hep. 12 yaşında lise öğrenimine başlatılır.
Bir gün, okul çıkışında, sırt çantası geri geri gelen bir çöp kamyonuna takılır ve feci şekilde ölür. 1992 yılında bu hazin olayı izleyen günler boyunca ATO, elinde konyak şişesi ile sabahlara kadar oğlunun mezarının başında oturur. Günlerce kendine gelemez, hüngür hüngür ağlayarak toprak altında yatan İnan’ıyla konuşur.

ODTÜ İdari Bilimler son sınıf öğrencisi Atilla Keskin, okulunun bitmesine çok az bir süre kalmışken, dekan Yaşar Gürbüz, gidişatı sezmiş olmalı ki bir gün ATO’yu çağırıp “Bak evladım, şurada okulu bitirmene çok kısa bir zaman kaldı, parlak bir öğrenci olduğunu biliyorum. Şu andan itibaren sana Kızılay’a bile inmeni yasaklıyorum. Okul bitsin, sonra ne istersen yap” demiş.

Ama ATO artık kararını verdiği için bu nasihata icabet etmemiş ve ODTÜ öğrenciliği, bitime birkaç ay son bulmuş. Garip bir tecelli ile de, iyi niyetle öğüt veren dekan da 12 Mart darbesinin baskı ve tedhişi yüzünden yurt dışına çıkmak zorunda kalmış.

Almanya’da mültecilik ve yazarlık

Çalışmalarını yurt dışında aynı çalışkanlık ve verimlilikle sürdürürken, bir yandan da aç kalmamak için, iki dil bilen ODTÜ öğrencisi ATO, tuvalet temizliği, inşaat işçiliği, pizza dağıtıcılığı gibi işlerle kıt kanaat yaşar. Halbuki ana akım medya, refah içerisinde rahat ve keyifli bir yaşamlarının olduğunu alçakça yalanlarla empoze etmiştir.

Dostluk isimli romanı ve Acılara Yenilmeyen Gülümseyişler adlı anı kitabı şaşırtıcı bir sürprizle üç ve sekizinci baskılarını yaptı. Zorunlu Yalnızlık romanıyla birlikte bu üç kitabında olağanüstü dürüstlüğüyle kişisel serencamını anlatır. Ama Dostluk, bugünden geriye bakınca yaşanmış sürgün yıllarının hicran dolu yaşanmışlıkların anlatımıdır. Ne olduysa, olduğu gibi anlatmış ATO, bu yarı otobiyografik romanında.

Yetmişli yılların ikinci yarısında en güçlü ve en kitlesel hareketlerin başında gelen Halkın Kurtuluşu adıyla bilinen yapının handikaplarını, zaaflarını açık seçik yazmış. Zaten çoğunun gerçek hayatta yaşandığı, kurgu olmadığı çok belli olan olaylar bugün bile hıfzedilmeyi gerekli kılıyor. Önemsemem nostalji değil, yeni dönemde özümsenmiş olması gereken bilgi kaynağı olmasındandır. Haklı olduğumuz hâlde neden bu durumdayız, sorusuna samimi cevap arayanlar, öyle ipuçları bulacaklar ki…

Atilla Keskin, Acılara Yenilmeyen Gülümseyişler, Tekin Yayınevi, 280 syf

Bu kitapların yanı sıra, Baba Ben Hiç Şeker Çalmadım ki, İlticacı İzne Gitmek İsterse, Otuz Yıllık Hasret, Herkesin Bir Deniz Gezmiş Öyküsü Vardır, döneme dair önemli ayrıntıları da içeren samimi anlatılardır.

Bir Başka Kandil kitabı ise çok başarılı bir gazetecilik çalışmasıdır aynı zamanda. El Fetih saflarında Filistin gerilla kamplarına gidip gerilla eğitimi alan ve Türkiye’de mücadelenin ilk akla gelen isimlerinden olan ATO’nun gözlem, çıkarsama ve yaşadığı duygu yoğunluğu, bu çalışmasında insana başka bir bakış açısıyla nelerin görülebileceğini de gösteriyor.

Son zamanlarda, çocuk kitapları yazmaya başladı: Bisikletler de Uçar, Yıldızlar da Yağar, Noel Ağacı, İki Dünya kitapları bu diziden… Bir dizi üzerinde de hâlen çalışıyor.

Doğal olarak aynı tarih içinden gelen Evrensel gazetesinin kültür sayfalarında bu kitaplarla ilgili daha ayrıntılı bilgi edinmek isteyenler tanıtım, eleştiri yazıları arayacaktır, ama yok. Derin bir sessizlik hüküm sürüyor. Herhalde esaslı bir değerlendirme yapılıyordur, diye düşünüyorum.

Norveç edebiyatının parlak romancılarından Perr Peterson’un bir romanının adı; Lanet Olsun Zaman Nehrine. Evet, lanet olsun; ne yazık ki çok değil 30 yıl sonra herhalde dünyada yaşayan 68’li kalmamış olacak. Bugün bu insanları görme, konuşabilme, izleyebilmenin nasıl bir şans ve ayrıcalık olduğu 50-100 yıl sonra ortaya çıkacak. Bizler şimdi nasıl ki Paris Komünü’nü, komünarları; 1917’yi; İliç’i, Kollontay’ı, Bay Kalem’i, Kamo’yu; İspanya iç savaşındaki enternasyonal tugayını , Durruti’yi, Ho Amca’yı, Biko’yu seviyor, merak ediyorsak, gelecekte 68’liler aynı ilgi ve meraka mazhar olacaklar. Her doğan yeni kuşak yüz yıllarca onları anacak, adlarını yüceltecek.

ATO, Mersin 68 ormanı içerisinde Deniz Gezmiş akademisinin ilk açılış konuşmasını yapmıştı. Cehennem sıcağında o salonun hınca hınç dolu olması, bir o kadarının da salona girmemesi, konuşma sonrası ATO’ya tebrik ve tanışma kuyruklarının oluşması, görülmeye değerdi.

Ormandaki bir sohbetimiz sırasında, “Üç ay daha bekleseydiniz de hiç olmazsa ODTÜ’den mezun olsaydınız olmaz mıydı” diye sordum. Gülümsedi. Cevabı bu oldu ve ben ne kadar büyük bir çam devirdiğimi anladım. O an ki hâlet-i ruhiyemi hemen idrak etti ve yine gülümsedi. Acılara Yenilmeyen Gülümseyişler’e tanık olmuştum.

Ve ben anladım ki yaşadıklarından, hayatı ortalama kabullerin tanımladığı gibi yaşamamış olmaktan zerre kadar pişman değil.

Ve  yine anladım ve emin oldum ki, ATO’nun şimdi mezarlarında yatmakta olan yol arkadaşları, o gencecik yaşta enternasyonalist ütopyaları uğruna mücadele ederlerken hayatlarını kaybetmiş olmaktan asla müşteki olmazlar. Yeniden dünyaya gelseler tereddüt etmeden aynı yolu seçerler.
ATO bunu en iyi bilenlerin başında geliyor.


  • Rizom: Toprak altında yatay olarak uzanan, çok sayıda saçak kökleri olan, silindir biçimindeki bir toprak altı gövdesi. Köksap.
    ** Ufunet: Çürümüş olanın iğrenç kokusu
    *** Sakim: Bozuk, yanlış