Farabi’nin İdeal Adaleti

Farabi’nin İdeal Devlet’i (Mabâdi Arâ al-Madina al-Fadıla) Şubat ayında Ahmet Arslan çevirisiyle yayımlandı. Zamanlama “manidar”. Farabi, felsefe ile dinin, akıl ile inancın birbiriyle telif edilebileceğini ileri sürerek bir tür İslâm felsefesi yapmayı denemişti. Bugün Türkiye’de İslâmcıların böyle tali uğraşlarla kaybedecek vakitleri yok. Öncelik vatanın bölünmez bütünlüğünü tehdit eden fitne unsurlarıyla mücadelede.

Öte yandan AKP’nin mevcut uygulamalarını İslâm ideolojisi veya İslâm hukukuyla bir tutmak da yanıltıcı hükümlere götürebilir. Günümüz Türkiyesi’nin alametifarikası şu veya bu hukukun yürürlüğe konmasından ziyade bir kuralsızlığın, ben-yaptım-oldu keyfiliğinin dayatılması. Sözgelimi İslâm hukukunun temel ilkelerinden birine göre “ukubatta niyabet caiz olmaz”. Yani suçlunun yerine başkasına, yakınlarına ceza verilemez; salt kin ve öfke duygularıyla hareket etmek (“atın zindana yatsın” mantığına sarılmak) modern hukuka sığmadığı gibi İslâm hukukuna da sığmaz.

Ama yürürlükteki hukuk (modern çağda zorunlu olarak eklektiktir) bir kenara konup genel adalet anlayışına geçildiğinde, İslâm ideolojisi ve medeniyeti çerçevesinde bir süreklilik saptamak daha mümkün hale geliyor. Zira mevzuatlar-tüzükler-yasalar yürürlükteki/mer’i hukukun alanına aitken adalet anlayışı doğrudan doğruya siyasetin alanına aittir. Bu ikisi (adalet anlayışı ve mer’i hukuk) normal zamanlarda farklı dillerden konuşurken ihtilal-darbe-olağanüstü hal gibi zamanlarda aynı dilde ortaklaşırlar. Topluma eşitlikçi olmayan bir adalet anlayışı hâkimse bu ortaklaşmanın vaki olduğu dönemlerde (20’lerde İstiklal Mahkemeleri veya içinde bulunduğumuz durum gibi) biçimsel demokrasinin asgari müştereklerinden uzaklaşmak kaçınılmazdır. “Milli irade” popülizmi ile “memleketin emniyet ve istiklalinin söz konusu olduğu fevkalade hallerde, halk temsilcileri adaleti İstiklal Mahkemeleri vasıtasıyla yerine getirmektedir” diye buyuran askeri bürokrasi arasında bu bakımdan bir fark yoktur.

***

Topluma hâkim adalet anlayışının çıplak haliyle başbaşa kaldığımız böyle dönemlerde adaletin kolektif hafızadaki yerinin doğru teşhis edilmesi en az adalet talebinin kendisi kadar önemlidir. Zira anlamak ve değiştirmek arasındaki mesafe ancak böyle kapatılabilir.

Farabi, İdeal Devlet’te, İslâm toplumlarındaki adalet anlayışını tanımlarken toplumsal ilişkileri eşitler arası bir diyalog zemini olarak değil öncelikle bir muharebe meydanı olarak tasavvur eder:

“…Bu grupların birbirlerini yenmeye ve ortadan kaldırmaya çalışmaları gerekir. Birbirlerini yenmeye çalışırken elde etmeye çalıştıkları şeyler ise emniyet, şeref, zenginlik, hazlar ve insanları bu tür şeylere ulaştıran her şeydir. Her grubun diğer grubun elinde bulunan bu tür şeyleri onun elinden zorla almak ve onları kendi malı kılmak istemesi gerekir… Bunlar gerek her birey, gerekse her topluluk için tabii şeylerdir ve tabii varlıkların tabiatlarının zorunlu sonucu olarak vardırlar. Tabiata uygun olan ise adalettir. O halde adalet zorla elde edilen hakimiyettir. Adalet, her kim olursa olsun, insanın yolu üzerinde dikilen varlığın ezilmesidir (kahr). Ezilen, bu ezilme ile ya bedeninin güvenliğini (salama) kaybeder ya da helak olur ve yok olur; böylece ezen varlıkta tek kalır veya ezilen bu ezilmede şerefini kaybeder ve varlığını aşağılanmış bir durumda sürdürür veya ezen kişinin kölesi olarak ezen kişi için en yararlı şeyi yapmak zorunda kalır.” (137-138)

Demek ki insanın en tabii hali aynı zamanda en adil olduğu haldir. Avcı-toplayıcı dönemden tarım toplumlarına “Tanrı vergisi” bir öz, değişmeyen bir cevher vardır. Yolumuza dikilen varlığı “tabiatıyla” ezmemiz gerekir. Şayet taraflar arasında eşitliğe (daha doğrusu denkliğe) dayalı bir adalet durumu sözkonusu ise bu, dışsal bir zorlamanın sonucudur:

“Alış, satış, emanetlerin sahiplerine geri verilmesi, bir şeyi zorla almama, haksızlık yapmama ve benzeri “adil” oldukları söylenen diğer şeylerde “adalet” kelimesi, esas olarak korku ve zayıflıktan doğan fiiller hakkında ve dışarıdan bir tehlikenin “adil” olmayı zorunlu kıldığı durumlarda kullanılır. Çünkü burada onlardan her biri -ister iki insan, ister iki grup söz konusu olsun- ya kuvvet bakımından diğerine eşittir veya onlar sırayla birbirlerine hükmetme durumundadırlar… O zaman iki taraf bir araya gelir ve karşılıklı haklarını tanımak üzere anlaşırlar… Ancak iki taraftan birinin diğerinden daha güçlü bir duruma geçmesi söz konusu olduğunda, daha kuvvetli olanın bu anlaşmayı iptal etmesi ve diğerini ezmesi gerekir.” (138-139).

Dolayısıyla Farabi’ye göre taraflar arasında bir güç dengesinin olması bir korku ve zayıflığın emaresi olduğu için adalet kavramını bu şekilde anlamak ve kullanmak acizliktir. Eşitliği bir araç olarak gördüğü için ya mazlum ya da muktedir olabilen bir adalet anlayışıdır bu: İslâm’la eşitlenemezse de İslâm toplumlarında son derece yaygındır.

Farabi bu risaleyi 10. yüzyılda yazmıştı ve o tarihlerde herhangi bir yazardan eşitliğe dayalı bir adalet anlayışını savunmasını beklemek saçmalık olurdu (İngilizlerin önemli şairlerinden William Wordsworth 19. yüzyılın ilk çeyreğinde hâlen kölelik kurumunun yararlarından bahsedebiliyordu – her ne kadar köleliği adalet adına sahiplenmese de). Ama bugün Türkiye’de ana-akım siyasal İslâm’ın Farabi’nin savunduğu adalet anlayışından ne kadar uzakta olduğunu sormak herhalde saçmalık olmaz.


* Alıntılar için bkz. Farabi, İdeal Devlet, çev. Ahmet Arslan, İş Bankası Kültür Yayınları, 11. basım, 2017.