Eskiyi onarmak ya da yeniyi kurmak!

Geçtiğimiz günlerde çeşitli ülkelerden, farklı akademik, politik ve ideolojik tutumlara sahip üç bin beşyüz akademisyenin imzasıyla yayımlanan; “İş: Demokratikleştirme, Meta Olmaktan Çıkarma ve Çevresel Sürdürülebilirlik” başlığıyla da Türkçe’ye çevrilen metin, pandemi sonrasına ilişkin “ne yapmalı” sorusuna verilen yanıtlardan biri.

Metnin vurgularından birisi, ana akımın, iktisadı, kıt kaynaklar arasında tercih yapmanın bilimi olarak tanımlarken emeği de bir üretim faktörüne indirgemesine tepki niteliğinde: ‘Çalışan insanlar sıradan bir kaynaktan çok daha fazlasıdır’ ve “çalışma eyleminin kendisi bir metaya” indirgenemez.

Metne göre temel ihtiyaçların sağlandığı sektörlerdeki işlerin metalaşması, toplumsal eşitsizlikteki artışın önemli nedenlerinden birisi.

Bunlara karşı yapılması gereken şeylerden ilki ise işyerinin demokratikleştirilmesi, işin meta olmaktan çıkarılması ve herkes için faydalı istihdam sağlanması.

“İşyerini demokratikleştirmek” alt başlığı altında, insan ve emeği olmadan hiçbir kaynağın, üretimi, hizmetleri, işleri ya da işyerlerini var edemeyeceğinin altını çizen metne göre, çalışanlar işyerlerinin varoluş sebebi.

Metin işçilerin işyerindeki karar süreçlerine katılım yöntemlerinden birisi olan “işçi konseyleri”nin önemine de dikkat çekiyor. Konseylerin şirket yönetim kurullarının sahip olduklarına benzer yetkilere sahip olmaları gerekliliği vurgusu ile birlikte.

Metinde “işi meta olmaktan çıkarmak”, “belirli sektörlerin ‘serbest piyasa’ yasalarından” korunması ve “tüm insanların işe ve işin getirdiği insanlık onuruna erişimini sağlamak”, yani “istihdam garantisi yaratmak” olarak tanımlanıyor.

Tüm bunların referansı ise “İnsan Hakları Beyannamesi”.

KAPİTALİZM KARŞITI OLMAYAN NEOLİBERALİZM KARŞITLIĞI

Metnin eleştirel Batı akademisinde son dönemlerde yaygın olan bir eğilimin temsilcisi olduğunu söylemek mümkün: Kapitalizm karşıtı olmayan neoliberalizm karşıtlığı.

Bu karşıtlık, neoliberalizmde kısa dönemde açılabilecek gedikleri kazanım olarak gören marksistlerle, sosyal demokratları ve neoliberalizmi, piyasayı düzenleyen kurumlar aracılığıyla yeniden işler kılmayı öneren yeni kurumsalcı iktisatçıları bir araya getirebiliyor.

Bu birlikteliğin kuramsal temelini ise son dönemlerde, emek çalışmaları ya da sosyal hareketler gibi çalışma alanlarında ziyadesiyle atıf alan Karl Polanyi’nin temel çalışması, Büyük Dönüşüm (1), oluşturuyor.

PİYASANIN ‘BÜYÜK DÖNÜŞÜM’Ü

Polanyi, 1944’te yayımladığı Büyük Dönüşüm’de 18. yüzyılın sonundan 20. yüzyıla kadar geçen süre zarfında oluşan çıkan dizginsiz piyasanın izlerini sürer.

Polanyi’ye göre, 19. yüzyılın işçi mücadelelerinin ardında yatan şey Karl Marx’ın işaret ettiği ve sermayenin, yani “kapital”in birikmesinin temel dinamiğini oluşturan “sömürü” ve “artı değer” yaratımı değil bu dizginsiz piyasanın yarattığı tahribattır.

Dolayısıyla Polanyi’nin odak noktası üretim ilişkileri değil, bölüşüm ilişkileridir, metalaşmadır: Toprağın ve emeğin metalaşması.

Metalaşmanın derinleşmesi, bir uçtan diğer uca sallanan bir sarkaç misali, bir “ikili hareket”in oluşmasına yol açacaktır Polanyi’ye göre.

Sarkacın bir tarafında toplumsal ilişkilerin tahrip olması ve insanlığın temellerinin sarsılması vardır. Diğer tarafında ise metalaşmanın yarattığı riskleri bertaraf edecek, toplumu savunacak “karşı hareketler”.

Özcesi, piyasanın yıkıcılığına karşı toplum, karşı hareketler aracılığıyla kendini koruma çabası geliştirecektir. Bu karşı hareketlerin, sosyal demokrasi ya da ABD’deki “yeni anlaşma” benzeri kurumsallaşmaları yaratamamasının sonucu ise faşizm ya da -Polanyi’nin vurgusu ile- Stalinizm gibi sonuçlar olacaktır.

Bir başka ifadeyle, piyasa köktenciliği dizginlenemediği takdirde, insanlık yıkım ile karşı karşıya kalacaktır.

Günümüzde çok sayıda sosyal bilimcinin toplumsal muhalefet hareketlerini bu çerçeve ile açıklamaya çalıştığını geçerken not edelim.

POLANYİ’NİN GÖREMEDİĞİ!

Polanyi’nin, insanlığa Birinci Dünya Savaşı’ndan bu yana barış ve adalet borcu olan sosyal demokrasi için bir çerçeve oluşturabileceği düşünülebilirse de özü itibarıyla bir sınıf uzlaşması olan sosyal demokrasinin günümüz için bir çözüm olabileceği hayli tartışmalı.

Marksist sosyal bilimci Michael Burawoy ise “Polanyi’den Pollyanna’ya: Küresel Emek Çalışmalarının Yanlış Iyimserliği” (2) başlıklı çalışmasında Polanyi’nin açmazlarını şu şekilde ifade ediyor:

Birincisi, piyasa karşıtı yaklaşımların, yani “karşı hareketler”in gücüne fazlasıyla inanması ve kapitalizmin erken dönemlerinde görülen piyasa köktenciliğinin ilerleyen yıllarda yeniden karşımıza çıkabileceğini öngörememesi.

İkincisi, yeterince teorize edilmemiş olan ‘piyasa saldırıları karşısında kendi savunmasını geliştirecek bir toplum’ varsayımı.

Üçüncüsü, Polanyi’nin ortodoks marksizme olan mesafesi nedeniyle piyasaların, yani metalaşma süreçlerinin arkasında yatan sermaye birikimi dinamiklerini gözden kaçırması.

Dolayısıyla, odak noktasının kapitalist üretim ilişkilerinin temel dinamiğini oluşturan artı değer yaratımı süreci olmaması, metalaşmayı üretim ilişkileri, sömürü ya da artı değer yaratımı olguları ile ilintili olarak ele almaması.

Son olarak, analizlerini piyasa ve toplum ikiliği çerçevesinde yaparken, göreve çağrılan devletin, sermaye birikimi sürecindeki rolünü görmezden gelmesi, devlete sınıflar üstü bir rol atfetmesi.

‘İŞ’İN YA DA EMEK GÜCÜNÜN METALAŞMASI

Metinde dikkat çeken bir başka nokta da “emek gücü”nün değil “iş”in ya da “çalışma”nın metalaşmasının vurgulanması.

Oysa, kapitalist üretim ilişkilerinin ortaya çıkışının temel dinamiklerinden birisi emek ile emek gücünün birbirinden ayrışması ve emek gücünün metalaşması.

Öte yandan, emek gücünün metalaşması vurgusunun marksizmin ayırt edici noktalarından birisini oluşturmasına karşın “emeğin meta olamayacağı” söylemi hiç de yeni değil.

Tersine, “emek meta değildir” ifadesi, 1917 Ekim Devrimi’nin hemen ardından, 1919’da, kapitalist ülkelerdeki çalışma ilişkilerinin sınıf uzlaşmasına dayalı bir temelde düzenlenmesi amacıyla kurulan Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) kurucu söylemi.

Dahası, ILO’nun, Avrupa’nın militan emek hareketinin sınıf uzlaşmacı bir temelde kapitalist sisteme eklemlenmesine dönük Soğuk Savaş politikalarının hız kazandığı bir dönemde, 1944’te yayımladığı Philedelphia Deklerasyonu’nun vurgularından birisi “emek bir meta değildir” ifadesi.

Emeğin meta olmadığı vurgusu ve “insana yaraşır çalışma” kavramı son yıllarda da ILO’nun gündem maddeleri arasında.

POLLYANNA’NIN İYİMSERLİĞİNE KARŞI İRADENİN İYİMSERLİĞİ!

Yukarıda yapılan vurgulardan hareketle “emek meta değildir” söyleminin ana akımın kıyısında gezindiğini söylemek ziyadesiyle mümkün.

Mümkün, zira, bu söylem başka bir şeyin üstü kapalı olarak kabul edilmesinin bir aracı.

Nitekim, Marx’ın Kapital’de tartıştığı üzere, sermayedar piyasada emek ile değil, emekçi ile karşı karşıya kalır. Emekçinin sattığı şey de metalaşmış emek gücüdür. Yani, evet, belki emek bir meta değildir; ama “emek gücü” bir metadır!

Yani, ILO’nun yaptığı üzere “emek meta değildir” demek, emek gücünün meta olabilirliğini, dolayısıyla ücretli emek rejiminin meşruiyetini kabul etmek anlamına gelir.

Dolayısıyla metnin özünde yeni bir şey söylenmiyor. ILO gibi kurumlar tarafından bir süredir dile getirilen bir formülasyonu yeni bir bağlamda ve yeni bir taleple formüle ediyor.

Bu nedenle, temel hizmetlerin metalaşmasını eleştirirken, bu hizmetlerin meta olmaktan hangi yolla çıkarılacağı sorusunu yanıtsız bırakıyor.

Kooperatiflerden, “sosyal girişim”lerden, şirketlerin ekonomik, sosyal ve çevresel kaygıları aynı anda gütmesine hizmet eden “hibrit hedefler”den bahsediyor; ama örneğin işçi / halk denetiminde kamulaştırmadan bahsetmiyor.

Mülkiyetin toplum yararına el değiştirmesinden bahsetmiyor.

Metin “iş”in demokratikleştirilmesi bağlamında, Avrupa’nın İkinci Dünya Savaşı öncesi devrimci geleneğinin önemli kazanımlarından birisine, “işçi konseyleri”ne atıf yapıyor.

Ama metnin atıf yaptığı, bu konseylerin, Avrupa emek hareketinin İkinci Dünya Savaşı sonrasında Marshall Planı gibi mekanizmalarla sisteme entegre edildiği bir zaman dilimindeki versiyonu.

Ki, onların varlığı ve korunması dahi, metnin hiç anmadığı sınıf mücadelelerine bağlı.

BAŞKA BİR DÜNYA, BAŞKA BİR KARL! 

Metnin en hayırlı işlevlerinden birinin arkaplanda duran bir Karl’dan hareketle bir başka “Karl”ı hatırlatmak olduğu söylenebilir.

Çalışma arkadaşı Friedrich Engels ile birlikte, Avrupa üzerinde “komünizm heyulası”nın gezindiği devrimler çağında, 1848’de, kaleme aldığı Komünist Manifesto’da (3), metalaşma ve sömürünün aynı paranın iki yüzü olduğunu aşağıdaki sözlerle anımsatan, soyadı da Marx olan Karl bu:

“Burjuvazi (…) bütün feodal, ataerkil, kır yaşamına özgü ilişkilere son vermiştir. (…) karmakarışık feodal bağları acımasızca kesip atmış ve insan ile insan arasında katıksız çıkardan, katı ‘nakit ödeme’den başka bir bağ bırakmamıştır. (…) Kişisel onuru mübadele değerine dönüştürmüş ve sayısız müseccel ve müktesep hürriyetin yerine o tek, acımasız özgürlüğü, ticaret yapma özgürlüğünü, geçirmiştir. (…)

Burjuvazi onca zamandır onurlu sayılan ve önünde huşuyla eğilinen her faaliyeti çevreleyen haleyi söküp atmıştır. Hekimi de hukukçuyu da rahibi de şairi de bilim adamını da kendi ücretli işçisi yapıp çıkmıştır.”

“Nakit ödeme”, “bencil hesabın buzlu suları”, “mübadele değeri”, “ticaret yapma özgürlüğü” eşliğinde işçi haline gelen hekim, hukukçu, bilim insanı… Yani sömürünün derinleşmesi ile kol kola giden metalaşma süreçleri.

Soyadı Marx olan Karl, bir şey daha diyordu: “Anlatılan senin hikayendir”.

Aslolanın eskiyi onarmak değil yeniyi kurmak olduğunu hep akılda tutarak.

Kaynak: Gazete Duvar


Dipnotlar

1- Polanyi, K. (2001) Great Transformation, Boston: Beacon

2- Burawoy, M. (2010) “From Polanyi to Pollyanna: The False Optimism of Global Labor Studies”,Global Labour Journal, 1 (2), 301 – 313.

3- Marx, K. & F. Engels () Komünist Manifesto, Çev: Nail Satlıgan-Tektaş Ağaoğlu, İstanbul: Yordam.

Tolga TÖREN