“Küresel Köy”den “Küresel Jeo-ekonomik Parçalanma”ya – II –

14 Mart 2023 tarihli “Küresel Köy”den “Küresel Jeo-ekonomik Parçalanma”ya – I başlıklı yazıda bir grup IMF uzmanı tarafından yayımlanan “Jeoe-ekonomik Parçalanma ve Çoktaraflılığın Geleceği” başlıklı raporu ele almıştım.

“Küreselleşmenin” ya da “küresel ekonomik entegrasyonun” yerini bir ayrışmaya bıraktığı argümanını dile getiren rapor, IMF uzmanları tarafından “acil” koduyla verilen bir uyarı niteliği taşıyor.

Bir hüsran olarak neoliberal küreselleşme!

İlk bölümde belirtildiği üzere, küreselleşme olarak adlandırılan sürecin dünyanın yoksullarına önemli nimetler sunduğundan hareket eden rapor, yer yer üstü örtük yer yer ise açık bir şekilde, Çin’in yükselişinin İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan dengeleri alt üst etme riskine karşı kimi önerilerde bulunuyor.

Raporda dünya ekonomisinde ortaya çıkan ayrışmanın önemli maliyetler oluşturabileceğinden bahsediliyor ve bunlar şu şekilde sıralanıyor:

    • Daha yüksek ithalat fiyatları,
    • Bölünmüş pazarlar,
    • Teknolojiye ve vasıflı / vasıfsız işgücüne erişimin azalması,
    • Üretkenlik azalmasına bağlı olarak ortaya çıkacak olan düşük yaşam standartları,
      İklim değişikliği ve pandemiyle mücadelede aksamalar (agm., s. 5).

Rapordan aktarılan aşağıdaki grafikte, mavi ile işaretlenen alanlar “küreselleşme”nin hızlandığı, gerilediği ya da yavaşladığı dönemleri gösteriyor.

Grafik: IMF

IMF uzmanları, grafikten de görüldüğü üzere, 2008 krizi sonrasında küreselleşme eğiliminin duraklamaya girdiği tespitini yapıyorlar.

Bu dönem raporda “yavaşla(ş)ma” (“slowbalization”) olarak tanımlanıyor (agm., s. 6).

Dönemin belirleyici özellikleri ise sınır ötesi borç verme ve ticaretteki genişlemenin daha yavaş seyretmesi (agm., s. 6).

IMF: “Serbestleşme” küresel refahı arttırdı

Uzmanlara göre, günümüzün “çok taraflı” kurumlarının çoğunun şekillendiği zaman dilimi olan ve 1980 – 2008 yıllarını kapsayan “serbestleşme” döneminde, mal ve hizmetlerin, finansın, insanların ve bilginin sınır ötesi hareketi sonucunda karmaşık bir uluslararası ağlar bütünü oluştu.

Bu süreçte, üretim de, alt-sözleşme ilişkileri aracılığıyla emeğin kalifiye ama ucuz olduğu bölgelere kaydı. Yani, küresel değer zincirleri yüksek düzeyde uluslararasılaştı (agm. s. 7).

Bu uluslararasılaşma ya da açıklık sürecinde oluşan firma ağları, teknolojinin yayılması yoluyla ekonomik büyümeyi teşvik etti. Uzmanlara göre, bunun sonuçları ise şunlardı:

    • Ekonomik büyüme aracılığıyla küresel nüfusun yaşam standardının yükselmesi,
    • Küresel yoksullukta keskin bir düşüş,
    • İşçilerin, ama özellikle de kadın işçilerin, üretken olmayan alanlardan üretken alanlara doğru çekilmesi,
    • Yoksul ülkelerde ithal malların fiyatlarının düşmesi sayesinde düşük gelirli tüketicilerin önemli faydalar elde etmesi (agm, s. 12).

Eperyalizmin zincirleri

IMF uzmanlarının hangi dünyada yaşadıklarını bilmek mümkün değil elbet.

Hikayenin böyle seyretmediğini ortaya koymak için, bırakalım koca bir eleştirel küreselleşme ve emek çalışmaları literatürünü, IMF, Dünya Bankası, Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) gibi, sistemin kendi kurumlarının bile çok sayıda raporunu bulmak mümkün.

IMF uzmanlarının küresel yoksulluğa karşı neredeyse bir mucize gibi sundukları küresel değer zincirlerinin işleyişine ve etkilerine gelince.

Bu konuda, elbette, çok sayıda eleştirel metin var. Ama ben iki kaynağa dikkat çekmek istiyorum.

Birincisi Monthly Review dergisinde 1 Mayıs 2021 tarihinde Cheng Enfu ve Lu Baolin imzasıyla yayımlanan “Neo-Emperyalizmin Beş Karakteristiği” (1) başlıklı yazı.

Emperyalizmin günümüzde belirleyici olan karakteristiklerinden birisinin tekelci yapı içerisinde üretim ve dolaşım ilişkilerinin uluslararasılaşması olduğunu vurgulayan yazarlar, bu süreçte çok uluslu şirketlerin* rolüne özel bir önem atfediyor.

Yazarlar, 1980 yılından 2008 yılına gelindiğinde küresel çapta faaliyet gösteren çok uluslu firmaların sayısının 15 binden 82 bine, yan kuruluşlarının ise, 35 binden 810 bine yükseldiğini belirtiyorlar.

Dahası, dünyanın en büyük finansal olmayan yüz çok uluslu şirketinin varlıklarının ve satışlarının yaklaşık yüzde 60’nın yurtdışında bulunduğunun ya da yurtdışında edinilmiş olduğunun altını çiziyorlar. Ki, bu şirketlerin çalışanlarının da yaklaşık yüzde 60’ı da yurtdışında.

Gene yazarların belirttiği üzere, 1980 yılından 2013 yılına geldiğimizde, en büyük 28 bin şirketin karları 2 trilyon dolardan 7.2 trilyon dolara çıkmış durumda.

Pazarın genişlemesi ve üretim maliyetlerinin düşmesinin, yani IMF uzmanlarının pek önemsediği küresel tedarik zincirleri ya da firma ağları aracılığıyla ortaya çıkan ucuz emeği sömürme ve işçi sınıfının örgütsüzlüğünden faydalanma imkanlarının bir sonucu olarak elbette.

IMF uzmanlarının gör dediği!

Satış gelirleri açısından bakıldığında ise, kimi çok uluslu firmaların ekonomik ölçeği kimi gelişmiş ülkeleri aşar hale gelmiş durumda.

Örneğin 2009 yılında Toyota’nın yıllık satış geliri İsrail’in aynı yıldaki gayrisafi yurtiçi hasılasından daha fazla.

2017 yılında, Fortune 500 tarafından dünyanın en büyük firması olarak ilan edilen Walmart’ın toplam geliri, 500 milyar dolar, Belçika’nın aynı yıldaki gayrisafi yurtiçi hasılasından daha yüksek.

Bu arada Walmart’ın işyeri açtığı her kentte ya da bölgede küçük üreticilerin ve küçük esnafın çökmesine yol açan, çalışma koşulları ise korkunç bir firma olduğunu anımsatmak gerek.

Yazarların dikkat çektiği bir başka nokta ise, tekelci sermayenin küreselleşmesinin sürekliliğinin sağlanması için karşısına çıkan kurumsal bariyerlerin ortadan kaldırılması gerekliliği.

İşte IMF uzmanlarının raporu tam da bu gerekliliğin zamanının geldiğini vurgulayan bir uyarı niteliği taşıyor.

Faturayı ödeyen işçi sınıfı

Enfu ve Baolin’in de dikkat çektiği üzere, çok uluslu şirketler alt-sözleşme ilişkileri, yerel iştirakleri ve hükümetlerle kurdukları stratejik ittifaklar yoluyla, üretim ağlarına giderek daha fazla ülke ve şirket entegre ediyor.

Küresel ölçekte sermaye birikiminin sürekliliğinin sağlanabilmesinin koşulu ise yatırım yapılan ülkelerde düşük maliyetli, ayrıca örgütsüz bir işgücünün varlığı.

Bir başka ifadeyle bu şirketler, oluşturdukları ilişki ağları aracılığıyla muazzam bir örgütlülüğe erişirken işçi sınıfı ise haklarını savunacak bir örgütlenmeden yoksun çalışıyor.

Bu dev şirketlerin, sermaye ve yatırım akışını destekleyecek politikaları hayata geçirmeleri için gelişmekte olan ülkeler hükümetleri nezdinde yürüttüğü baskı ve lobi faaliyetleri de cabası.

Bahsi geçen hükümetler, uluslararası sermayeyi yatırım yapmaya teşvik ederek GSYİH büyümesini ve dolayısıyla ekonomik göstergelerini güvence altına almaya çalışırken, vazgeçtikleri ilk şey ise elbette sosyal devletin kazanımları ve işçi hakları oluyor.

Dolayısıyla, aktarılan sürecin faturasını ödemek, yatırım yapılan ülkenin işçi sınıfına kalıyor.

Rana Plaza: Kapitalist uygarlığın çöküşünün resmi

Bahsedeceğim ikinci yazar, John Smith, “Yirmibirinci Yüzyılda Emperyalizm” (2) başlıklı kitabında, önce Bangladeş’te içinde tekstil fabrikaları, işyerleri ve bir de banka bulunan sekiz katlı Rana Plaza’nın 2013 Nisan’ındaki çöküşünü anımsatır.

Farklı işyerlerinde olmak üzere yaklaşık 5000 işçinin çalıştığı Rana Plaza’nın çöküşü, 1133 işçinin hayatına mal olur, 2500 işçi de yaralanır.

Rana Plaza tarihe tüm zamanların en büyük endüstriyel katliamı olarak geçer.

Rana Plaza’nın çöküşü IMF ve benzerlerinin savunuculuğunu yaptığı kapitalist uygarlığın çöküşünün de bir göstergesidir.

Keza bu ve benzeri kurumların teknoloji ve refahın yayılmasına hizmet ettiğini savunduğu küresel tedarik zincirlerine dahil çok sayıda tekstil firmasının bulunduğu bir mekandır Rana Plaza.

Öte yandan, IMF gibi kurumlar tarafından refah ve teknoloji dağıtım merkezi olarak kutsanan bu zincirlerin “zayıf halkalarında” üretimin hangi koşullarda yapıldığını da acı bir şekilde ortaya koyar.

Peki bu insanlık dışı koşullarda gerçekleştirilen üretim nasıl bölüşülmektedir?

Smith metnin devamında bu soruya yanıt verir:

Şu meşhur küresel değer zincirleri

Örnek, İsveç kökenli perakende devi H&M üzerinden verilir.

Almanya’da 4.95 Euro’ya satılan bir tişört için şirketin Bangladeşli imalatçıya ödediği ücret 1.35 Avro’dur.

Bu tutarın 40 senti, imalatçı firma tarafıdan, tişörtlerin üretimi için gerekli (400 gram) pamuğun ABD’den ithal edilmesi için harcanır. Geriye kalır, 0.95 sent. Sermayenin karı, devletin vergisi, işçinin ücreti ve diğerleri için.

Kalan 3.60 Avro’nun (4.95 – 1.35) 6 senti Bangladeş’ten Hamburg limanına nakledilen her bir tişört başına düşen nakliye ücretidir. Kalan 3.54 Avro ise, tişörtün satıldığı Almanya’nın gayrisafi yurtiçi hasıla hesaplarına eklenir.

Bu 3.54 Avronun 2.05 Avroluk kısmı Alman nakliyecilerin, toptancıların, reklamcıların kar ve maliyetlerini oluştururken, H&M ise tişört basına 60 sent kar elde eder.

Kalan tutarın 79 senti Alman devletine vergi olarak ödenirken, kalan 16 sent ise diğer giderler olarak hesaplanır.

Liberal rüyadan kabusa

Öncelikle bir not düşmek gerekiyor. Yukarıda ismi geçen iki yazar da, zımni ya da açık olarak, emperyalizme bağlı olarak ortaya çıkan bu üretim yapısından 4.95 Avroluk tişörtü giyen ve çoğunluğu ücretli çalışan Alman tüketicilerinin faydalandığı argümanını dile getirir.

Bu doğru gibi görünse de, IMF ve benzerlerinin yere göğe sığdıramadığı küresel değer zincirleri aracılığıyla üretimin emeğin çok daha ucuz ve örgütsüz olduğu bölgelere kayması, sermayenin gelişmiş kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfına karşı pazarlık gücünü arttıran bir rol de oynar.

Bir başka ifadeyle, sermaye bir yandan üretimi kaydırma tehdidiyle Avrupa ülkelerinde de ücretleri baskılama ve hakları budama tehdidini dile getirir.

Diğer yandan da, üretimin en azından bir bölümünün başka coğrafyalara kaymış olması, işçi sınıfının kompozisyonunda bir farklılaşmanın yaşanmasına yol açar.

Sadece hizmet sektöründe çalışanların sayısının artmasından ibaret değildir bu farklılaşma.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan, düzenli bir işe, dolayısıyla gelire sahip, sendikalı ve kalifiye işgücünün yerini, a-tipik; yani belirli süreli sözleşme ile, kısmi zamanlı, geçici ya da marjinal kabul edilen işlerde çalışan bir işgücünün almaya başlamasıdır olan, uzunca bir zamandır.

Doğmakta olanın doğamadığı…

Yaklaşık 45 buçuk milyon insanın istihdam edildiği, sosyal devlet şampiyonu Almanya’da dahi, istihdam oranının yüzde 75.6’da, sosyal güvenlik şemsiyesi altında çalışan insan sayısının ise yaklaşık 34 buçuk milyonda kalması bu konuda bir örnek.

Yani 11 milyon kişi sosyal gücence katkısı olmadan çalışıyor.

Aynı Almanya’da “standart” istihdam ilişkisine sahip olarak istihdam edilen, yani kısmi zamanlı, belirli süreli, geçici ya da marjinal kabul edilen işler dışında, istihdam edilen insan sayısı ise yaklaşık 27 milyon.

Tüm bunlar, belki de başka birçok şeyin yanında, iki şeyin altının kuvvetli bir şekilde çizilmesini gerektiriyor:

Birincisi kapitalist üretim ilişkilerinin “küre”nin bütün parçalarındaki insanlar için, ama yarattığı çevresel tahribat ve savaş da dikkate alınacak olduğunda, bütün canlılar, hatta uygarlığın binlerce yıllık varoluşu için bir yıkım anlamına geldiği.

İkincisi ise, IMF uzmanlarının “acil” kodlu uyarılarının da gösterdiği üzere, kapitalist sistemin yarattığı bu tahribatta önemli payı olan güç ilişkilerinin değişmekte olduğu.

Evet, IMF uzmanlarının kutsadığı ve aynı kalsın diye önlemler alınması çağrısı yaptıkları o güç ilişkileri…

Yazının birinci parçasının son cümlesini zikretmekte hiç mahsur yok…

Doğmakta olanın doğamadığı, ölmekte olanın ölemediği bir dönem bu.

<< YAZININ BAŞINA GİT

Kaynak: Güzel Günler Göreceğiz, Tolga Tören 


Kaynaklar:

(1) Enfu, C. ve Baolin, Lu (2021) “Five Characteristics of Neoimperialism: Building on Lenin’s Theory of Imperialism in the Twenty-First Century”, Montly Review, 73: 01, https://monthlyreview.org/2021/05/01/five-characteristics-of-neoimperialism/

(2) Smith, John (2016) Imperialism in the Twenty-First Century: Globalization, Super Exploitation, and Capitalisms Final Crisis, New York: Monthly Review.

* Gerek bahsi geçen metinde ve aşağıda bahsedilecek olan John Smith’in çalışmasında emperyalizm kavramının ele alınış biçimi gerekse çok uluslu şirket tanımı üzerine uzun ve eleştirel tartışmalar yürütmekte mümkün elbet. Bu iki metne referans vermekteki amaç, küresel tedarik ya da değer zinciri olarak tanımlanan uluslararası emek sömürüsü sisteminin IMF ve benzerleri tarafından bir fırsat olarak sunulmasına karşın olgusal düzlemde güçlü bir argümana sahip olmalarıdır.

Tolga TÖREN