Dinle, Yağmuru Dinle

Yıllar önce, Japonya’da yaşadığım dönemde bir Japon arkadaşımın tavsiyesiyle Tokyo yakınlarındaki bir bahçede bulunan ve geleneksel çay seremonisini tüm incelikleriyle uygulayan bir “Çay Evi”ne gitmiştim. Her bir köşesi için uğraşıldığı belli olan olağanüstü güzellikteki bahçeden geçerken daha önce hiç rastlamadığım çiçekleri koklamış, nilüferlerle dolu küçük göllerin üzerindeki köprülerde durup masallara yakışan bu görüntüleri hafızama kaydetmiş, kuşların cıvıl cıvıl söylediği şarkıları dinlemiş, yanı başımda beni izleyen kelebeklerin kanatlarında dünyanın en muhteşem renklerini ve desenlerini görmüştüm.

Tokyo’nun kalabalık ve gürültülü caddelerinden yalnızca üç-beş kilometre uzaklıkta bulunan bu ortamdaki sakinlik ve sessizlik tuhaf bir etki yaratmıştı üzerimde; öyle ki yaşam ve ölümün arasında bir yerlerde asılı kalmışım duygusuna kapılmış, tüm gördüklerime başka bir boyuttan bakıyormuş gibi hissetmiş, “Ne içindeyim zamanın ne de büsbütün dışında” misali tanımı zor bir ruh haline girmiştim. Aylardır ailemden ve ülkemden uzak olmanın, hayatımda ilk kez bu denli yalnız kalmanın ve dilini bile konuşamadığım bambaşka bir kültürün hiç bilmediğim alışkanlıkları arasında kaybolmanın yarattığı gerginlikten dolayı o güne değin bastırdığımı fark edemediğim duygularım birdenbire sağanak gibi yağmaya başlamıştı üzerime. O bahçedeki dinginlik içimdeki kargaşayı ortaya çıkarmış, benliğimi alt üst edecek olan fırtınayı tetiklemişti.

Zamansız ve mekânsız kalmanın boşluğunda rüzgârın savurduğu küçük bir kum tanesi gibi oradan oraya uçuşurken sakinleşmek için pespembe çiçeklerle dolu kocaman bir kiraz ağacının altına oturmuş ve gözlerimi kapatmıştım. Tüm özlediklerim bir bir belirivermişti karşımda; annem, babam, anneannem, balıkçım… Beni dünyanın bir ucuna uğurlarkenki halleri olanca gerçekliği ve duygusal hafızamda kayıtlı yoğunluklarıyla birlikte canlanıvermişti; anacığımın gözlerinden akan yaşlar yaşlarıma karışmış, babamın elleri şefkatle saçlarımı okşamıştı… Anneannem, içine para koyduğu kırmızı bir keseyi bana uzatırken titreyen sesiyle “Oranın incileri meşhurmuş, bir kolye al kendine ve tak o güzel boynuna” demiş; balıkçım, “Artık okyanuslara gidiyorsun, çekik gözlü balıkçılar bulup da buraları unutma sakın” diyerek kocaman bedeniyle son kez kucaklamıştı beni… Uçak, masmavi gökyüzünde yükselirken aşağıda kalmıştı tüm geçmişim, anılarım, çocukluğum…

O gün, gördüğüm her görüntünün ve duyduğum her sesin bana gerçek dışı gibi geldiği o bahçede ilk kez bir ağaçla konuşmuş, pespembe çiçeklerini üzerime serpiştiren kiraz ağacıyla dertleşmiş; onun, sırtımı dayadığım gövdesinden bana akıttığı teselliyi içimin derinliklerinde hissetmiştim. Gözlerimi kapatıp ıslak toprak kokusunu çekmiştim ciğerlerime, başımı kaldırıp bulutlara bakmış, dallara konan kuşları izlemiştim; öylesine aşina, öylesine tanıdık gelmişlerdi ki şaşırmıştım. Yağmur başlamıştı ardından usulca, “Ben de buradayım” der gibi… Ve eski bir şarkı dolanıvermişti dilime: “Dine, yağmuru dinle. Teselli bul türküsünde…”

 

Kiraz GÖKIRMAK
Latest posts by Kiraz GÖKIRMAK (see all)