Çöküşe Rıza 3

kapatılsın!

Bir tartışmaya bende katılayım dedim; naçizane görüşümü paylaşarak… Anayasa Mahkemesi’nin kapatılması gerektiğini düşünüyorum ve inanın kapatılması halinde  “asgari demokrasi” şartlarında herhangi bir olumsuz değişikliğin olmayacağını da iddia ediyorum. 60 yaşındayım ve gazete okumaya başladığımdan beri –ilkokul öğretmenimizin sıkça verdiği ödevlerden biriydi gazete okuyup önemli gördüğümüz haberlerin özetini yazmamız- şu anayasa ile uğraşır dururuz; sayısız sessiz değişim bir yana, bol geldi dar geldi tartışmalarıyla, keyfe göre –aynen keyfe göre- yapılan değişikliklerle otoriteye meşruiyet kazandırmanın yollarından birisidir –siz bunu sürdürülebilir faşizm olarak da okuyabilirsiniz- anayasa. Ve dolayısıyla onun “yüce mahkemesi. 

Sonuç itibarıyla 12 Eylül faşizminin hazırladığı anayasaya bu milletimiz %93’le onay vermedi mi? Bu %93 çöküşe rızanın adıdır, bu %93 çöküşün başlangıcıdır. Ondan birkaç sene sonra 12 Eylül’ün has evladı, rüşveti, hırsızlığı meşrulaştırıp bunları kültürel bir unsura dönüştüren –sonradan demokrasi havarisi ilan edilen- Özal “anayasa bir kerecik ihlal edilse bir şey olmaz” demedi mi? Hadi o dedi; peki zamanın anayasa mahkemesi buna karşılık ne dedi; bakın arşivlere, hiçbir şey; derin suskunluk…

Bu ülkenin unvanları sayfalara sığmayan koca koca hukukçuları üniversite hocaları Evren’e onursal doktora vermek için sıraya girmedi mi? Hem de hukuk! Bu zavallıların da aralarında olduğu öğretim üyeleri sofistike bir faşist olan Ecevit’in kapısında ya da Anıtkabir ritüellerinde salya sümük “paramız yetmiyor” diye ağladığını, insanlık adına unutmayı ya da görmezden gelmeyi bu “millet” tercih etmedi mi? 

“Cüzdanla vicdan arasında kalıyoruz”… Bu sözler söylendi ve hakkıyla tartışılmadan ülke hukukunun mottosu olmadı mı? Tercihleri hangi yönde dersiniz?

Dinci-ırkçı faşizan sürece bakalım; anayasa mahkemesi aykırı birçok uygulamaya yasaya onay vermedi mi? Anlaşılan o ki şimdi iktidar lehine kıvırtacak bir açık bulamadılar ve sonra da başlarına gelmedik kalmadı! Bozuk saat misali doğruyu göstermenin, bir kereliğine bile olsa, ceremesini çekiyorlar. Tekrarlıyorum bu “mahkeme” kapatılsın; eminim ki biz “sıradan” yoksul ve sefil insanların yaşantısında hiç bir şey değişmeyecektir!

Bir soru daha; ülkede 80 tane hukuk fakültesi var; bu on yıllar yaşanırken buralardaki anlı şanlı “hocalardan” hukuk adına –ve insan adına- bir ses çıktı mı. Hayır. 

Geriye kala kala bir avuç avukat kalıyor, “bizi” savunacak. Onlarında çoğu hapiste…

kutsallığın inşası üzerine birkaç satır 1

Hangi yolla iktidara gelmiş olurlarsa olsunlar ya da erksel genişliliklerinin niteliği ve niceliği ne olursa olsun çağımızın otoriter liderlerinin / sultanların varoluşlarının sürdürülebilir olması binlerce yıllık mirası insana karşı ve insana rağmen kullanmakta son derece başarılı olmasından geçiyor. Otokrasi bir kurgudur. Bu kurgunun sağlamlığını sağlayan şey kendisinden çok retoriğinin kutsallaştırılmış ikna ediciliğinde aranmalıdır ve yapacağımız sorgulamalarda her daim benzer argümanlarla karşılaşırız. Varlığının/gücünün yegâne kaynağının diğerleri/insanlar (halk, tebaa, sürü, güruh vs.) adına, onların iyiliği adına kullanılmak üzere görünmez elin göksel müdahalesi olduğuna dair ikna kabiliyeti vardır.

Burada erk sahibi için sorun, otoritesini sonlandıracak bir “dönüşümün” olmamasının herhangi bir yolla sağlanmasıdır ki, bu yolların tümü tanımlanmasını otokrasi kavramı içinde bulur. Mutlak bir iktidarı tanımlayan otokrasinin, üzerinde iktidar kurulan “şeyden” bağımsız olacağı düşünülmelidir, o bu haliyle başlı başına bir bütündür ve ona bu sarsılmaz bütünlüğünü veren de onu iktidar yapan ve orada tutan unsurların toplamıdır. Yöneten-yönetilen, sahip olan-sahip olunan vb. ilişkiler ağı içinde, bu bağlamda yabancılaşan insan için iktidarı oluşturan “toplam” ancak mistisizm kapsamında tanımlanabilmektedir. Otokrasi yaşayabilmek için iktidarının temelini dinsellik üzerine inşa etmek zorundadır. Kuşkusuz “alıcılar” içinde en kolayı / meşru olanı budur. Ve bu durum hiç de paradoksal olmayan bir biçimde irrasyonelliğin rasyonelleşmesini gösterir. Toplumsal psikolojinin ve psikanalizin konusu: her otokrasi dinsel / mistik iktidar anlayışını hızla içselleştirir ancak tebaanın bu bağlamda hızı karşında oldukça yavaştır! Bu “hız farkı” önemlidir çünkü kişiyi, monarşiyi ya da oligarşiyi iktidarda tutan zırh, ancak iktidar tapıncındaki kişiler için kutsallığı olduğunda bu koruma görevini yerine getirebilir. Bu zırh, şefi ya da kralı koruyan bir totem oluştururken, diğer taraftan da ideoloji denilen tabuları da sürekli kendisini yenileyen ve korumak üzere geliştiren bir zinciri beraberinde taşımaktadır. Bu, düalist bir yapı içinde iktidar erkinin sağlamlaşmasını ve dolayısıyla iktidara sahip olanın ya da olanların tebaa üzerinde baskı kurmasını ve iktidarını devam ettirmesini kolaylaştırıcı bir durumun ortaya çıkmasına neden olur. Korunması ve sakınılması en azından olumlu bağlamda güvence altına alınmıştır. Tabulaştırma bu korunmanın ideolojisinin gücünü belirler, tabuların amacı “onu” dokunulmaz kılarak korumaya çalışmaktır. Dokunulmazlık bir şekilde garanti altındadır ve de facto kısıtlamalar hukukun oluşumuna bu bağlamda öncülük etmektedir ve dolayısıyla suçun tanımlanması dokunulması yasak olan yasa koyucuya bağlıdır. Zamanın akışkanlığına bağlı olarak yanıtının göreceliliği bile her an değişen, sıkça sorulmasına rağmen yanıt verilmesinde zorlanılan bir soru var: kulluğa neden bağımlı insan? 

Sosyal bir patolojik hal olarak sadomazoşizm? 

Böyle bir soru doğru ya da yanlış sorulunca tabii ki Freud’a bakılmadan olmaz; Totem ve Tabu’da ne diyor: “Bir kralın tabusu, uyruğu için çok kuvvetlidir, çünkü aralarındaki toplumsal fark çok büyüktür. Fakat her ikisi arasındaki bir vezir, zararsız bir aracı rolü oynayabilir.(Bürokrasi; sorumsuz ve bağımlı bürokrasi) Bu tabu dilinden, normal psikoloji diline çevrildiğinde şu demektir: kralla temasın kendisinde uyandırabileceği iğvadan korkan uyruk, kendisinde daha az kıskançlık uyandıran ve belki bir gün eşit hale gelebileceğine inandığı bir memurla pekâlâ temasta bulunabilir.(Doktor dövebilir, bunun bir hak olduğunu iddia edebilir ve bu hakkın kazanılmış olması(!) büyük kitleler tarafından neşe içinde desteklenebilir. “Bende dövecem!”kuytuda kıstırdığı ve hayalleri olan bir genci sırf solcu olduğu için –açıkçası tanımlayamadığı kıskançlığının yarattığı aşağılık komplesinin zihninin gerilerinde oluşturduğu malignite halini birazcık olsun temizleyebilmek için(!) linç edebilir. Ceza görmeyecek ve hatta ödüllendirebilecektir. Alçaklık alçalabildiğince değer kazanan bir unsurdur ve bir yaşam biçemine dönüşmüştür alçaklık… ya da hakkını sorgulayan birisine tekme atma yarışında jandarma ya da polisle yarışa girer böylece aidiyetinin o gün için yeniden tanımlamış olup aç ya da yoksul ya da sefil olsun fark etmez, yatağında huzur içinde uyur.) 

Bu şekilde korkulan, saygı uyandıran, şaşırtıcı ve kışkırtıcı bir mistik kurgu içinde iktidar sağlamlaştırılır. İktidar bu şekilde “dinselliğin” ve ondan güç alan ideolojilerin üzerine oturur, şaşmaz bir şekilde ondan beslenir. Fakat en önemlisi iktidarın bir din haline dönüşmesi, bir “iktidar dini” oluşturmasıdır. Hukukiliğin sağlanması ise, ussallaştırılmaya daha başında itibaren başlandığı için hiç de zor olmayacaktır ve giderek dokusu sertleşen bir zırh ortaya çıkacaktır. Ve bu zırh herhangi bir şekilde delindiğinde -ki bu ancak fiziksel ya da tinsel ya da “ideolojik hiçleşme” ile ortaya çıkar- iktidarı yeniden oluşturacak onarım, hiç de akıldışı sayılamayacak bir ustalıkla ancak mistisizm gücü ile başarılabilir. Tabii insan, daha akıllı olmayı becerebilirse bu gediğin büyümesi din dışı mitoslar olarak da tanımlanabilen tanımladığı unsurların “aklın yoluna” göre devreye sokulmasıyla sağlanabilir. Ne var ki burada ciddi bir sorun vardır: ulus, sınıf, ırk vs. unsurların hangisi ve ne kadar mistik argümanlardan etkilenmemiştir ya da din dışıdır?  Bu soruya insan adına olumlu yanıt veremediğimizi yaşam gösteriyor. Dolayısıyla bu unsurların iktidarı, hiçleştirmek yerine onu yeniden dinsel -ve daha güçlenmiş- bir zırha büründürmede potansiyel bir tehlike içerdiğini biliyoruz. Böylece dönüp dolaşıp yeniden lidere ve onun sultasına geliyoruz. İster bir örgütü olsun isterse koca bir imparatorluğu…

yüzüncü yıldan manzaralar 5

Bu sefer tv haberlerinde yer verilen iki kuyruk olayına dair naçizane görüşlerimi paylaşmak isterim; bunlarda ilkine başlık olarak “çorba” diyebiliriz. Büyük illerden birinde, kütüphanemsi bir mekânda –öyle gözüküyor- belediye başkanlığına ya da ileri rant yağmasına hazırlanan bir aday öğrencilere çorba dağıtıyor ve çorba vaadinde bulunuyor. Gençler, Z ve Y kuşağı gibi gözüküyorlar -bu “kuşak” meselesi de kimilerinin hamalat hayallerinin gerçeğe dönmesine katkı sağlamak amacıyla irdelenmeli ayrıca… – çorba almak için sıraya girmişler sıra kendilerine geldiğinde kâğıt bardak içindeki çorbalarını alıp görüntünün dışına çıkıyorlar. Yandaş medya bu haberi “büyük hizmet” başlığı ile verirken yandaş olmayan medya “eleştirisini” “gençleri iki kaşık çorbaya mecbur ettiler” argümanını kullanarak yapıyor. Benim “derdim” ise biraz farklı; neden o gençlerden biri “ben ne yapıyorum” diye kendisine sormuyor ya da neden “lan sen ne yapıyorsun sen kimsin nesin” deyip o çorbayı masanın öbür tarafındakilerin yüzüne fırlatmıyor? Karşı çıkış yerine tercih edilen bir iki saatliğine duyulacak yarım yamalak tokluk duygusu tercih ediliyor. Kültürel genetik kodlanma; onlarında babalarından, analarından, ebelerinden, dedelerinden miras aldıkları “şükür, sadaka” kültürüyle yaşamlarını idame ettireceklerini mi örnekliyor yoksa bu kısacık haber görüntüsü. Açıkçası “onlar” için de bu bağlamda hiç de iyimser değilim…

Bir sokak muhabiri ucuz et kuyruğundaki yaşlıları görüntülüyor, onlarla röportaj yapmaya çalışıyor; ortalama yaş yetmiş gibi gözükmekte: çorbacı gençlerin dedeleri olacak yaştalar.  Aldıkları maaştan, ayda yarım kilo kıyma yiyememekten şikâyetçi hepsi; “bu soğukta et kuyruğundayız çaresizce” der gibiler. Sonra birden ne oluyorsa oluyor, tabularına dokunulduğunu totemlerinin/putlarının parçalanmaya yıkılmaya başladığını düşünüyorlar, sakil durumlarına dair utançlarının deşifrasyonuyla bu ifadeleri nedeniyle putlarına zarar vermek arasında bir tercih yapıyorlar… Ne halde olurlarsa olsunlar şairin dediği gibi şose boylarında açlıktan it gibi titreyerek gebermeyi putlarına halel gelmemesine tercih ediyorlar ve yobazlıklarından, bağnazlıklarından, cahilliklerinden aldıkları vahşi cesaretle reislerine destek sloganlarıyla, “bilâkaydüşart destekleyeceğiz tabii” diye bağırarak genç muhabire saldırmaya başlıyorlar, kendilerine o anki durumlarına dair soru sorarak gerçekle yüzleşmeye çağıran muhabiri linç etmeye çalışıyorlar… Ve hiç kuşkunuz olmasın ki ucuz et kuyruğundaki (milli-etçi!) bu yaşlı görünüşlü arsız vahşi güruhtaki her on kişiden dokuzu 12 Eylülün faşist anayasasına evet demiştir. Bir not: birçok anket çalışmasında son seçimlerde emeklilerin –ortalama yaş 70- %72-75 oranında dinci-ırkçı faşistleri desteklediğini söylüyor. İddiam o dur ki bu seçimler bu oran artacaktır. Çünkü güruhun aidiyetlere biat etmekten başka bir çaresi kalmamıştır.

-devam edecek-