Bir Filozofun Portresi…

Genç bir sinemacı ekibinin başlattığı “Umudu Güle Yoranlar” projesinin ilk ürünü olan “Bir Filozofun Portresi” adlı belgesel filmin İstanbul ve Basel’deki gösterimleri, dikkatlerin yeniden filozof Yılmaz Öner’e yönelmesine neden oldu. Bu projenin daha sonraki isimlerini ise, Hasan Hüseyin ve Enver Gökçe oluşturuyor.

Yılmaz Öner’in taşıdığı önem, Türkiye’de Aydın Çubukçu’nun deyimi ile, “kendine ait felsefi bir sistemi olan tek Türkiyeli filozof olması yanında, diyalektik bir yaklaşımla, özellikle fizik ve biyoloji bilimi alanlarındaki son gelişmeler ışığında, nedensellik kavramını, ‘prodeterminizm’ kavramı çerçevesinde yeniden üretmesidir.” Dizi sorumlusu olan A. Naki Gündoğdu’nun, aynı zamanda Yılmaz Öner’in düşüncelerini en iyi özümseyen ve bu konularda çeşitli üniversitelerde seminerler vermiş bir kişi olmasının, zor bir konu ve zor bir kişiyi konu seçen filmin başarısında önemli katkıları olmuş. Filmin kurgulanmasında, Yılmaz Öner’in fizik, biyoloji, matematik, ekonomi ve edebiyat gibi çok farklı alanlarda at koşturan düşüncelerinin oluşumu sergilenirken, aynı zamanda yaşanılan dönemin özelliklerinin de yedirilmesi başarıyla sergilenmiş. Böylece ağır bir konunun merakla izlenmesi sağlanmış. Düşünce insanlarını yok sayan, onlara hiçbir fırsat tanımayan ve onların insanlarla buluşmasına inanılmaz güçlükler çıkaran bir ülkede, bu gençlerin hiçbir kurumdan destek sağlamadan, son derece kıt olanaklarla böylesi bir belgesele imza atmaları gerçekten büyük bir kadirşinaslık olması yanında alkışlanması gereken bir çaba. Ve Yılmaz bunu fazlasıyla haketmiş birisi. Türkiye toplumu Yılmaz Öner’e özür borçlu. Başka bir ülkede yaşasaydı, ya da Türkiye’ye dönmeyi tercih etmeseydi, onun yapıtlarını oluşturması için her türlü olanak sunulacağı gibi, adına çoktan enstitüler kurulurdu.

Bir uzun mesafe koşusucudur Yılmaz Öner. Bir bilgi avcısıdır. 1951 yılında parlak bir öğrenci olarak İ.Ü. Fen Fakültesi’nin Matematik bölümünü bitirdiğinde, hemen ilk kitabını patlatır: “Metafizik Şuur ve Matematik Metafizik”. Bu genç bir felsefecinin, idealist düşünce çerçevesinde yaptığı hayli iddialı bir atılımdır. Ve geleceğin filozofunu muştulamaktadır. Yılmaz Öner’in bundan sonraki koşusu, metafizik alandan gerçeklikler alanına sürekli bir yönelimi yansıtacaktır. Yılmaz Öner, Avrupa’ya ulaştığında kıta yıkıntılar altındadır, ama çok hızlı bir inşa sürecindedir. Her yanda bir hareketlilik, her yanda bir üretkenlik yansımaktadır. Ve bilgiye aç, hırslı bir çocuk doyumsuzca, Göttingen Üniversitesi’nde çağdaş fiziğin ilahlarından biri olan Heisenberg’i dinlemektedir. Ve çağdaş matematiğin, biyolojinin en önemli ustalarından feyz almaktadır. Bu, Türkiye’nin maddi ve manevi doyumsuzluğundan gelmiş bir gencin adeta oburca, bilgi, bilim ve felsefeye saldırısıdır sanki. Filmde, raylar üzerinde yol alan tiren, sanki Yılmaz Öner’in, Alice Harikalar Diyarında gibi, bilim ve felsefe topraklarında dolaşımını simgelemektedir. Göttingen, Berlin, Kiel, Cenevre, Bern, Zürich, Paris, Poitier, Londra, Cambridge, Oxford, Londra, Roma, Prag gibi duraklara uğrar bu yaşam tireni… Filme Türkiye’den, Avrupa’dan ve bilim ve felsefe adamları dünyasından, 50’ler öncesi ve sonrasının görüntülerinin yedirilmesi, Yılmaz Öner’in o dönemdeki görüntülerinin serpiştirilmesi, bu filozofik temalı filme bir renk ve hafiflik sağlamış. Yılmaz Öner’in geliştirdiği, “arıza”, “yaşar kalıcılık”, “prodeterminizm” gibi kavramların, Türkiye gibi “arızalı” bir toplumun algılanmasında ve yorumlanmasında önemli katkıları olabilir. Yeterki iyice kavranarak, gerçekliklerimize uygulanabilsin.

Yılmaz Öner’in koşusunun son evrelerinde psikoloji, psikanaliz gibi alanların da önemli bir yeri oldu. Yılmaz Öner düşüncelerini oluştururken, fildişi kulelere çekilmeyi de düşünmedi. Hiçbir zaman toplumun dışında kalma gibi bir tavrı benimsemedi. O aynı zamanda sokakta yaşayan bir filozoftu. Delikanlıydı, öfke doluydu ve bunları sergilemekte hiçbir sakınması da yoktu. Filmde de delikanlı bir filozofun, tadına doyum olmaz, bir çeşit bilgece derinlik kazanmış görüntülerine tanıklık ediyoruz. Ve bu görüntülerde o kadar doğal, o kadar kendisi ki… Onun o onurlu, dik, kendinden emin ve rahat tavrına baktığımızda, kendi kendisini “Türk Einstein”i ilan edenlerin tavrı o kadar komik ve zavallıca kalıyor ki… Onun kendisini hiç kimseyle oranlamasına, başkaları ile anıştırmasına hiç ihtiyacı yok. Çünkü o, Yılmaz Öner. Film de bunu duyumsamamıza olanak sağlıyor. Evet, yaşamın içinde bir filozof olduğunu hatırlatıyoruz. Yılmaz Öner’in, 80 öncesi dönemde devrimci gençlerin katledilmesine karşı yüreği öfkeyle doluydu. Ama bu isyanı aynı zamanda toplumumuza egemen olan irrasyonalizme yönelikti. Bu duygularını, anti-faşist şiirler çevirerek, anti-faşist edebiyatı inceleyen yazılarla yansıttı. “Canlıların Diyalektiği ve Yeni Evrim Teorisi”ni yayınladığı 1978 yılında, şöyle yazıyordu düşünceyi şiirselleştiren bir dille: “Biz Anadolu insanları ki, yalnız fiziksel dünyayı algılayan bir duyu organları yığını, toplumsal dünyayı kavrayan birer akıl/ruh parçası değiliz. Biz ki belli bir tarihsel dönem, birer sınıfın ve hele ‘at sırtında gelip Orta Asya’dan, Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan’ dinamik, rahat yüzü görmemiş, belki de görmek istemeyen insanlarıyız. Nasıl geldikse bir hışımla dalkılıç, nasıl ölçtükse tımarı zeameti, ekini tırpan tırpan, arşın arşın kubbeleri ve kalyonların su kesimini…

Bu iş burada bitmez, soluğumuz kesilmez.” 1976’da yayınlanan “Fizik ve Felsefe”ye ise şöyle not düşüyordu: “Bu tarihsel dönemece sosyal bilimler alanında yüreklilikle ve giderek artan bir bilinçle girmekte olan gençler, aynı devrimci yolu matematik bilimlerinde de yürümeye hazırlanmalıdır. Şartlanmış mantığımızı yıktık, bunun pratiğini kazandık mı, düşünmeye başladık demektir. Bu pratiği kazanmamız gerek. İster sosyal, ister matematik içerikli olsun, öyle bir depremden yürüyoruz ki, olaylar olasılıklarla biçimlenip iç-dinamizmle güçlenerek kaçınılmaz bir determinizme doğru ilerliyor.” Yılmaz Öner 1990 sonrası sürece de yabancı kalmadı. 1993 yılında intihar eden şair Soysal Ekinci’nin kitabına İsmail Beşikçi’yi öven bir önsöz yazdı. Yılmaz Öner kavgacı biriydi, ama bu barışı özlememesi, özellikle toplumumuz için bunu dilememesi anlamına gelmiyordu. Ancak toplumumuzun ciddi “arızaları” giderilmeliydi bunun için. Öner, insanımızın ruh dünyasına da ciddi bir biçimde kafa yordu. “İçimizdeki Kavga”adlı kitabında şöyle diyordu: “Evet, kim istemez tanımak, içinden geçtiği bu fırtınalı ve tedirgin süreci? İnsanın bağrındaki yıkıcı ve yapıcı duygusal kuvvetleri tanıması zorunludur. Evet, ruhbilimsel alandaki bilgilenme, insanın en başta dış dünyanın içinde sağlıklıkla ayakta durabilmesi için zorunludur, sonra da insanın dış dünyayı değiştirip yönlendirecek kuvvetleri ilkin kendi bağrında yaşadığını fark etmesi, dış dünyadaki yeni düşünsel eğilimleri yaratan her dürtünün aslında bağrımızdaki o diyalektik dünyadan kaynaklandığını bilmesi için! ‘İçimizdeki Kavga’nın bizi biraz olsun barışa götüreceğini umuyorum.”

Evet, kavga olmadan, mücadele olmadan barışa nasıl ulaşılabilir ki? Onu ancak kendi ellerimizle koparabilir ve sürekli kılabiliriz. Ötesi ise ham hayal!

RAGIP ZARAKOLU