On iki yaşındaki oğlum Deniz’i zaman zaman yazılarıma ve paylaşımlarıma ortak ederim ama bu sefer yazıma, ben onu henüz yazmaya başlamamışken bizzat kendisi teşrif etti desem sanırım abartmış sayılmam.
*****
Ailecek tuttuğumuz ve dört gözle şampiyonluğunu ilan etmesini beklediğimiz futbol takımı Trabzonspor şampiyonluk yarışında bu hafta yine iki puan kaybedince maç sonunda Deniz’in öfkesi ve üzüntüsü birbirine karıştı. Gözyaşları yanaklarından sızarken bir poşete doldurduğu Trabzonspor formalarını balkondaki çöp kovasının yanına bıraktı diğer çöplerle birlikte evden gönderilmeleri için. “Sabahleyin veririm görevliye haa…!” diye şaka yollu tehdidime kulak bile asmadı ve uyumaya gitti ardına bakmadan. Affedilmesi imkânsız bir sevgiliyi terk eder gibiydi.
*****
Bir saat kadar sonra, kabuğuma çekilmiş, hayatın bir kez daha yazıya dökmem için avucuma tutuşturduğu; bilgimi ve gereğini arz ettiği karmakarışık duygularımla dolu dilekçeyi deşifre etmeye çalışıyordum. Anlamaya çalıştıkça sanki daha da içinden çıkılmaz bir hal alıyordu dilekçe.
‘Bile bile lades’ olmanın mantıken %100 yanlış ama ahlâken ve duygusal olarak %100 doğru olduğunu bilmenin tuhaf huzuru içinde acıyan yerlerimi şefkatle sarıp sarmalarken ve sol yanıma düşmüş başımı dik durması için yüreklendirirken Deniz yanıma geliverdi. Uyuyamamıştı belli ki ve onun da başı benimki kadar olmasa da sol yanına eğikti. Öfkesi geçmişti fakat gözleri hüzün doluydu hâlâ.
Sordum: “Üzüldüğün için mi uyuyamadın?” diye.
“Kendimle sohbet ettim biraz, şimdi daha iyiyim”
“Ooo… Sohbetin en güzeli insanın kendiyle yaptığıdır. Neler konuştun kendinle, anlatmak ister misin?”
Deniz’in cevabı tam olarak şöyleydi: “Anne o formaları çöpe atmak istedim ya… Düşününce anladım ki sevdiğim bir şeyi eskisi gibi sevmemek ya da sevmekten vazgeçmek beni çok üzen bir şey. Ben sevdiğim şeyleri ne olursa olsun hep aynı şekilde sevmek istiyorum.”
Ah canım çocuk… Kalbini dinlemeyi bilen çocuk…Benden öte, bana ayna çocuk…Belki başka hiçbir şeyi ama onu ne olursa olsun, sonsuza dek aynı sevgiyle sevebileceğimin teminatı çocuk…Bu bilgiyi bana öğretebilecek, kâinatta yaratılmış tek varlık… Ne güzel bir tespitti bu. Benim küçük bebeğim büyümüş de kendi içsel aydınlanmasıyla annesine ışık tutuyordu. Kucakladım onu sımsıkı. Sıvazladığım onun sırtı mıydı yoksa benimki miydi? Ayrımsayamadım.
“Neden hâlâ hüzünlüsün peki?” diye sordum. Önce biraz duraksadı. Nasıl anlatabileceğine karar verince iki elinin parmaklarını sıkıca birbirine kenetledi ve ellerini göstererek “Hani bir şeyi çok istersin ve kaybetmemek için sıkıca tutarsın ama sonra ne kadar tutsan da yavaş yavaş kaybetmeye başlarsın.” Tam bu anda sağ eli yavaşça gevşemeye ve diğer elinden kayıp uzaklaşmaya başladı. “İşte o çok istediğim şeyi (şampiyonluğu) kaybetme ihtimali beni çok üzüyor anne” dedi.
“Evet Denizcim bu ihtimal var ama bunu zaten baştan beri biliyoruz öyle değil mi? Peki kaybetsek ne olur ya da o çok sevdiğimiz ve istediğimiz şey olmasa ne olur?”
Ah benim kuzucuğum… Gözleri buğulandı yine: “Olmasa tabi bir şey olmaz ama olsa çok güzel olur.
Çok isteriz… Çok severiz… Çok inanırız… Çok güveniriz… Deli gibi hayal ederiz… Ellerimizden kayıp gideceğini/gidebileceğini en başından biliriz ama kayıp gidişini seyrederken bile çok istemeye ve sevmeye ve inanmaya ve güvenmeye ve hayal etmeye devam ederiz. Ve… ‘Bile bile lades’ oluruz sonunda. Mantıken %100 yanlış ama ahlâken ve duygusal olarak %100 doğru bir hüzün çöker her şey bittiğinde insanın yüreğine. Bir daha asla aynı şekilde sevemeyeceğini bilmenin hüznüdür bu… Ve tabi sevilmeyeceğini…
*****
Karman çorman duygularınızı anlamlandırmaya ihtiyacınız varsa ama benim kadar şanslı değilseniz -hayat herkese bir Deniz vermez çünkü- yine de hayatın size de göndereceği güzel tercümanlar vardır. Mesela her duruma uygun bir şarkı, bir film, bir kitap vardır o sana anlatırken başını dayayabileceğin. Her duygu için yazılmış muhteşem bir şiir de mutlaka vardır omzuna yaslanıp yüreğini ona açabileceğin.
Ya da beklenmedik bir anda biri gelir, bir şey olur… Sizi size anlatan, tüm şifrelerinizi deşifre eden, belki mantıken %100 yanlış ama ahlâken ve duygusal olarak %100 doğru bir maceranın içinde buluverirsiniz kendinizi. Adına “davetsiz misafir” dersiniz belki. Oysa onu içten içe hayatınıza davet eden bizzat sizsinizdir ama farkında değilsinizdir.
*****
“Denizcim ne yazık ki bazı şeyleri değiştirmek mümkün değil biliyorsun. Ne yapacağız onları da daha öncekiler gibi?” diye sordum artık konuyu toparlamamız gerektiğini hissettirerek. “Kabul edeceğiz” dedik aynı anda, gözlerimizin içine bakarak.
İkimizin de başı artık dikti ve işte bu, mutlu sona işaretti.
- Hatıralar - 1 Ekim 2024
- Doğruluk mu? Cesaret mi? – Elif Demirbaş Topçu - 2 Haziran 2024
- Onsuz da Olmay… - 4 Aralık 2023