Bir modernleşme serüveniydi tüm öykü.
Gelenekselleşmiş Osmanlı kültürünün gerici karakterini aşmak isterken, yeni dünya düzeninin hegemonyasına öykünmekti Cumhuriyet.
Çünkü zaman artık kılıçla, hançerle barbarlaşmak değildi. Donanımlı silahlar, uçaklar toplumsal ezilmişliğimize yeni bir güç ve anlam katmalıydı.
Modern dünyanın egemenliğine katılmak; kurtuluş için yeni bir dil, yeni bir bürokrasi ve yaşamak için yeni savunma taktikleri demekti.
Bir sabah uyandığımızda hiç bilmediğimiz bir alfabe, kimliksel bunalımımızın yazım tarzı olacaktı. Yeni bir kültür ise, toplumsal yabancılaşmamızdan kaçmak için devrim gibiydi bizim için.
Tıpkı Fransız Devrimi’nde olduğu gibi: Aristokrasinin, imparatorluğun zulmünden kaçarken, burjuvazinin ummanında boğulmamak için çırpındığını fark eden ihtilal insanları gibiydik.
Hayata olan pragmatist yaklaşımlarımız, devlet üstüne devlet kurdurtuyordu.
Kurgularla şekillendiğimiz halk kimliğimiz yeni bir kurgunun nitel ve nicel gelişmesiydi. İç içe geçmiş eklemleyici eylemlerin çoğulluğu içinde, Atatürkçülüğün hegemonik performansı, bizlerin coşkusuyla; kapitalist-emperyalist sistemle arabulucu rolünü oynuyordu.
Ve bizler Cumhuriyet’in kültürel ideolojisinin, hayatımız üzerinde giderek belirleyici etkilerinin artmasıyla, gün geçtikçe tutunacak dallara daha çok ihtiyaç duyuyoruz.
Önce resmi din, sonra toplumsal hakikatten uzak resmi ideoloji, tutunmak istediğimiz dallara uzanan eller oluyorlar.
Bilincimizin yetersiz kaldığı noktada, medet umduklarımızı aşan başka öğretilerin kollarına sığınarak, kendi varlığımıza ve yaşamımıza anlam vermeye çalışıyoruz.
Fakat birçok şey tükendi. Egemen zihniyetlerinde artık tıkandığı bir noktadayız. Dolayısıyla eski zihniyetin içinde şekillenmiş inançlar ve ideolojiler artık yeni dünyanın ihtiyaçlarına karşılık veremiyor.
Bu nedenle birey olarak büyük işlerle uğraşmaktan vazgeçerek, küçük dünyamızı kurtarma, endişelerden uzak durma ve hala kıymetli olduğumuza kendimizi inandırma ihtiyacı duyuyoruz.
Sonradan sarıldığımız, sığındığımız birçok inanç ve ideoloji de, eşit olmanın hakikatinden o kadar uzakta ki, kişisel olarak yaşadığımız aşağılanmışlık duygusu, bireyseliliğimizin kaynağı olan toplumsallığımıza kadar sirayet ediyor. Kültler yinelen zamanın niteliği aynı, sureti farklı olgularına evriliyor.
Birçoğumuz doğu mistisizmine, her türden tarikatlara ve tarikatlaşabilecek her türden akımlara kayarak, aşkın bir anlamın ardına düşüyoruz. Böylesi dönemler her toplumda yüzeysel ama toparlayıcı varlık arayışına cevap olabiliyorsa da, arayışı toplumsallıkta (sınıfsallıkta) sonuçlandıramamanın nedenlerinden dolayı, geçici olan sorunlarımız sadece benliklerimizdeki gerilimi azaltan yatıştırmalar oluyor.
Fakat dinmeyen arayışımız, her zaman olduğu bir kült dinamiğinde kişilik kazanarak, yeni tarikatların oluşumuna meydan sağlıyor.
Atatürkçülük ise Türkiye’de kült dinamiğinin Cumhuriyet’le birlikte devam eden son modeli.
Cumhuriyet tarihini incelediğimizde, Atatürk kültü versiyonuna ilk dönemlerde rastlamıyoruz.
Çünkü tek adam rejimi kurulmuş ve yürürlükte. Cumhuriyet hayranlarının istediği gibi bir rejim yaşamsallaşmış. Bu çerçevecede burjuvazi devrimleri yapılıyor ve Kürtler kalıcı hedef olmak üzere, birçok soykırım politikaları şiddetlenmiş.
Atatürk, modernliğin inşası için, gerekli bir lider olarak görüldü. Modern Türk, uygar Türk, aydın Türk sıfatları böylece yüceltilen bir ulusun aklında, Atatürk kültüyle tanrısallaştı.
Modern Türk devlet sisteminin, Osmanlı’dan sonra modern (çağdaş) tarikatı vücut buldu.
Bununla birlikte toplumsal mobilizasyon, devletin itaatkârlarını göreve davet etti. Her davetli faşizmin bürokratik bir bireyi olmak için can attı.
Amaç, ötekinin yani Türk olmayanın ehlileştirilmesiydi ve Türk kültürünü bilmeyişinden dolayı cehaletinin giderilmesiydi.
Kısacası Atatürkçülüğün asimilasyon ve kırım gerçeğinin bir misyona dönüştürülmesiydi. “Ne mutlu Türküm diyene” sloganının Kemalist tarikatın ülküsü gereği öyküselleştirilmesiydi.
Topluma kamusal bir benlik kazandıran Atatürk kültü, toplumu tek devlete ve tek ulusa bağımlılaştıran bir rasyonalizme dönüşmüş oldu böylece.
Yıllar geçtikçe ideolojik üstü bir konuma erişen Atatürkçülük, kendisini doğal olarak fikirsel bakımdan beslemeyide gerekli görmüyor.
Çünkü fikirsel gelişime açık her kült, zamanla çözülmeye mahkumdur. Bu nedenle Atatürkçülerin, kendilerini yaşamadıkları bir dönemin temsilcileri olarak görmelerindeki sosyo-psikolojik travma, dış dünyaya kapalı olan fakat dünyayı amaçlayan niyetlerindeki çelişkilerle fark edilmektedir.
Bütün dinsel ve ideolojik tarikatlarda devamlı olan bu ortak payda; her tarikatın, dünyanın hakikatlerine kapalı bir şekilde, sadece kendi hakikatiyle dünyaya hakim olmak istediğini ortaya koymaktadır.
Türkiye’de ezilen sınıf üzerinden toplumsal sözleşmesini devletleştiren Atatürkçülük ideolojisi, iktidarlaşmış tarikattır. Egemen Kemalist zihniyetin, zor ve baskı aygıtı olarak devletin anlamıyla bütünselleşen bu organı, toplumsal özgürlüğe dayatılan bir baskı gücüdür.
Bu nedenle toplumsal emeğin her alanını, kendi iktidarı için tüketen Atatürkçülük ezen sınıfın, ezilen sınıf üzerinden örgütlenmesi sonucu oluşmuş bit külttür.
Her kült ise, tarihin tüm zamanlarında arayış içinde olan toplumların bir hayat dayanağıdır. Ta ki, toplumsal arayışın sınıfsal arayışla sonuçlanacağını; toplum olarak kavrayana kadar.
- Devletin politika anlayışı - 1 Ağustos 2022
- Popülist siyaset - 25 Temmuz 2022
- Atatürkçülük - 18 Temmuz 2022