Yıllardır, hatta yüzyıllardır yaşamın anlamına varmaya çalışan düşünürler, yazarlar, şairler kendilerine özgü deyişlerle, önemini vurgulaya vurgulaya hep aynı mesajı verdiler: “Ânı yaşayın!”.
İçsel olarak bunun doğruluğunu hepimiz hissettik, ama hayata geçirmekte daima zorlandık. Zihnimiz bize engel oldu. Ne geçmişin birikimlerini, ağırlığını atabildik üzerimizden ne de gelecekle ilgili kaygılarımızdan, beklentilerimizden sıyrılabildik. “Ânı” ya da “Şimdi”yi düşüncelerin gölgelerinden kurtarıp, sadece olan haliyle yaşayıp hissetmeyi bir türlü beceremedik. Bunu başardıklarını söyleyenler bile kendilerini kandırdılar; ânı yaşama fikri hoşlarına gittiği için zoraki bir çabayla kendilerini anların içine sıkıştırmaya çalıştılar ve zoraki olan her şey gibi bu çaba da sahtelik yaratmaktan başka bir işe yaramadı.
Bir tek aşıklar ânı hakkıyla yaşar bana göre. Dudaklarından dökülen her sözcük o ânın duygusuyla dökülür. Ellerinin nemli sıcaklığı o ânın heyecanındandır. Gözlerindeki çocuksu pırıltılar o ânın sevinciyle doludur. Alıp verdikleri nefeslerde o ânın enerjisi vardır. İşte, bu enerjidir ânı an yapan, şimdiyi diğer zamanlardan ayıran, geçmişi ve geleceği unutturan…
Biz, sancılar çekerek dolandık durduk hayatın kıyılarında. Işığa üşüşen pervaneler gibi bilinçsizce döndük ânın ve aşkın etrafında. An geçti, aşk tükendi. Boşlukta, yapayalnız buluverdik kendimizi. Âna ve aşka olan inancımızı da yitirdik. Akrebin ve yelkovanın pençesine düştük yeniden; haftaların, ayların ve yılların bir akbaba gibi bizi didiklemesine göz yumduk. Eski aşkların açtığı yaraları sarmaya çalışırken yeni aşkların acılarıyla karşılaştık. Aşktan da korkar olduk. Sınırları koyan bizdik oysa. Ânı da, aşkı da indirgeyerek yaşadık, anlamlarını daralttık. Ânı uzatmayı bilemedik, aşkı genişletmeyi. Bir âna geçmişin ve geleceğin sığabileceği hiç aklımıza gelmedi. O anda geçmişin temizlenip geleceğin ışıldayabileceğini düşünmedik bile. Aşkı tek bir kişiyle sınırladık, aynı duyguyu gördüğümüz her şeye karşı hissedebileceğimiz gerçeğini bir ihtimal olarak dahi görmedik. Bencilce saplandık kaldık anların ve aşkların bizi tutsak eden dar alanlarına.
An, gündüzden geceye, haftalardan aylara, aylardan yıllara kadar uzanan geniş bir “şimdi” olabilecek kadar uzun olabilirdi aslında. Bir yürüme bandında yürür gibi yaşayabilirdik zamanı. Ayaklarımızın altından gelip geçen anlara farkındalıkla serptiğimiz her güzel duyguyu arkamızda bıraktığımızı sanırken yeniden karşımıza çıktığını görebilirdik bir süre sonra. Ânı yaşarken geçmişi arındırdığımızı ve aynı zamanda geleceği de hazırladığımızı fark edebilirdik.
Bir kuşun kanat çırpışlarında yakalayabilirdik aşkı, bir çocuğun cıvıl cıvıl gülüşünde… Komşunun kızının mavi gözlerinde ya da köşedeki çingenenin kirli ellerinde… Sahildeki balıkçıların güneşten yanmış yüzlerinde, rüzgârda uçuşan gülibrişim çiçeklerinde… Denizin köpüklerinde, camdan başını uzatan bir kadının tebessümünde… Vapurların düdüklerinde, martıların çığlıklarında… Salına salına yürüyen bir genç kızın omuzlarından dökülen saçlarında, yaşlı bir adamın titrek adımlarında… Türkü okuyan temizlikçi kadında, ağır makyajlı bir fahişede…
Katıksız haliyle yaşadığımızda aşkı; yükselir ve yücelirdik.
“Katıksız” diyorum üstüne basa basa, sihrin bu katıksızlıkta olduğunu artık bildiğimden olsa gerek. Evet, biliyorum; akıl aşkın gücünü keser daima, mantık sevincini yok eder, hesap saflığını götürür, zaman büyüsünü kaçırır… Bu durumda an, aşkın koruyucu meleğidir; gerçek aşıklar, derinlik sarhoşluğu içinde âna hak ettiği değeri verirler. Kurmak ile hayal kurmak, oyalanmak ile yaşamak, seks yapmak ile sevişmek arasındaki fark gibi, büyük bir kalite farkı yaratır bu. Saniyeleri kalp atışlarında hissetmenin, alarm yerine heyecanla uyanmanın, akreple dost olmanın, yelkovanla barışmanın ve başını uzatan o küçük kuş gibi şakımanın ne demek olduğunu ancak gerçek aşkı paylaşanlar anlarlar. Diğerleri ise, sarkaça tutunup bıkkın bir halde oradan oraya gidip gelmeyi sürdürürler.
Gerçek aşk aramak değil, bulmaktır. Bir eriyip bir donmaktır. Acı ve hazdır. Ağlamak ve gülmektir. Med ve cezirdir. Anlaşmak değil, belki de hiçbir konuda anlaşamayıp yine de ölümüne yakın olabilmek ve şairin dediği gibi, bir öpücük için hayatının kavgasını verebilmektir. Gerçek aşk, sessizliği ve yalnızlığı paylaşmaktır. Durmadan yaratacak, üretecek denli ilhamla dolmaktır. Beklentisizce ve koşulsuzca vermektir. Nihayetinde, karşısındakiyle birlikte kendini ve her canlıyı sever hale gelmektir.
Ânı aşka, aşkı âna dönüştürmeyi öğrendiğimizde hayatı da yaşamayı öğreniriz belki de. Bunu öğrendikçe genişleriz, çoğalırız, kendimizi aşarız. Varlığımızın sessizliğinde düşünme, yaratma ve ne olmak istersek o olma yeteneğini keşfederiz. “Bir” olmanın anlamına varırız. Mutluluğu, sevinci ya da hazzı hissetmekten öte, biz kendimiz mutluluk, sevinç ve haz oluruz. O zaman “Ânı yaşayın!” diyen düşünürleri, yazarları ve şairleri de daha iyi anlarız.
“Ne yapmalıyım sevgilim, sevdiceğim,
bilmiyorum nasıl sever başkaları,
eskiden nasıl severlerdi,
ben yaşıyorum bakarak, severek her şeyi,
aşk tabiatımdır benim.”
Pablo Neruda
- İnsanlık Adına Utanıyorum - 25 Temmuz 2024
- Zihinsel Obezite - 20 Haziran 2024
- “Hayatımı Yazsam Roman Olur” - 25 Mayıs 2024