Adamın biri çıktı “Yeni devlet kuruyoruz” dedi; küçük çapta bir kıyamet koptu. Değer miydi buna?
Böyle “sansasyon” kokan, daha doğrusu “sansasyon avcılığı” yapan, çok kere saman alevi gibi harlanıp sönen “aktüel” konular hakkında yazmaktan hoşlanmam. Yazarak, önemsiz olduğunu bildiğim bir şeyi önemli gibi göstermekten de kaçınırım. Ancak, bu olayı düşününce, şimdi “saman alevi” dediğim tarza uygun olarak sönmüş gibi görünmesine rağmen, bazı bakımlardan önemli olduğuna karar verdim. En azından birkaç açıdan değinmeye ya da deşmeye değer yanları var.
Önemi, olayı yaratan kişiden ileri gelmiyor. Bu kişi bir zamanlar AKP’nin MKYK üyesiymiş. Bir başka parti söz konusu olsaydı bu durumun bir önemi olabilirdi. Ama AKP’de öyle değil. Reis’lerinin isteği ve uygulaması gereği bu partide “önemli” denecek kimse bulunmuyor. Bir “mevki”de bulunan kişilerin o “mevki”de bulunma süreleri sona erince nasıl bir “unutulma kuyusu”na yuvarlandıklarına bakarak söylüyorum bunu. Bu partide “önemli” olmak, olacak kişinin kendisiyle ya da doldurduğu yerle değil, Reis’le ilişkisi ile ölçülen bir şey.
O bakımdan bu eski MKYK üyesinin çıkışı çok önemli sayılmayabilir, ama ilginç bir trend gösteriyor. Onun yaptığı bu partinin artık oturmuş mekanizmasında bir “göze girme” teşebbüsü. Ondan önce bir “göze çarpma.” Hani “flaş” tabir edilen bir şey yaparak ya da söyleyerek önce bir göze çarpacaksın; hemen sonuç alınmasa da, “Bu adamda iş var galiba” diye bir kayda geçmek önemli. Bu da, ister istemez, “çarpma” fiilinin gerçekleştirdiği, radikal bir çıkış gerektiriyor. Hani, bir başka yolu Can Dündar’a kurşun sıkıp “silahşör” kadrosundan kuyruğa girmek olabilir. Bu adamınki “entelektüel kota”ya yönelik. Adam “devlet yapısı değişiyor” diyor; “değiştiren de Tayyip Erdoğan diyor.
Peki bu ciddi mi? Ya da önemli mi? Bence evet, kendine göre bu da önemli. Yani, “oluyor” dediği olay gerçekten bir şekilde olduğu için, o düzeyde önemli. “Değişecek” demiyor; yapılması planlanan bir şeyden, bir plandan falan söz etmiyor. Olmakta olan şeyin, Reis’in anlayacağına inandığı tanımını yapıyor. Reis şuanda “derin devlet”le, onun bazı gerçek ya da menkul temsilcileriyle iyi ilişkiler içinde bulunabilir. Bunun için de “Türk devleti zaten kurulmuştur” yollu demeçler verebilir. Ama bunlar, dediğim gibi, bir yere kaydetmeye engel değil. Divan edebiyatında “defter-i uşşak” diye bir kalıp vardır: “âşıklarının defteri.” Tanpınar’ın dediği gibi, merkezde yer alan, bütün bu hitapların muhatabı olan, aslında “hükümdar”dır. Şimdiki durum da buna benziyor.
Bir kere, “devlet yapısı” diye özelleştirdiğimiz bu yapıda “tarihi” tadilat vardı. Erken anayasalar, Mustafa Kemal’in anlayışına ve üslubuna uygun biçimde “kuvvetler birliği” oluşturmaya yönelik hükümlerle doluydu. “İcraat” ve “teşri” yani “yürütmek” ve “yasama” zaten aşağı yukarı “bir” olduğu gibi, Meclis’e mahkeme kurma yetkisi de tanınmıştı. Cumhuriyet’in erken dönemlerinde yaygın etkinliklerini bildiğimiz İstiklal Mahkemeleri bu şekilde “kuvvetler birliği” anlayışına uygun şekilde, Meclis içinden kurulmuştu.
Ama “çok-partili parlamenter” sisteme geçince, seçimi Demokrat Parti kazanınca, olaya bakış değişti. 27 Mayıs’tan sonra yeni anayasa yapılırken, “yürütme” karşısında “yargı” hem özerkleştirildi, hem de yetki alanı genişletildi. Bunun sistemde yarattığı dengeleme biçimi, devletle hükümetin birbiriyle çekişip çatıştığı dönemlerde bazı “demokratik” boşlukların oluşabilmesine yol açtı. Yargının devletin kurucu felsefesine sadık kalacağı varsayılmıştı ve varsayım tuttu.
Şimdi bu değişti. Yargının yürütme karşısında özerkliği yok edildi. AKP iktidarının “devlet yapısını değiştirme” anlamında ne yaptığı sorulursa, uzun vadede en önemli icraatı budur. Ama sadece bu da değildir. AKP, hep birlikte gözlemlediğimiz gibi, “yürütme”de de önemli değişiklik yaptı. Eskiden olup bitene “devlet” adına nezaret eden bir cumhurbaşkanı ile iktidarı elinde tutan bir başbakan varken (bu da, küçük çapta bir “kuvvetler ayrılığı” ögesi sayılabilirdi” başbakanlık ortadan kalktı ve yürütme tümüyle cumhurbaşkanına bağlandı.
Belki paradoksal görünür ama bu soyutlama düzeyinde baktığımızda, bu düzeyde olanlar, “devlet yapısının değişmesi” ya da devletin yeniden kurulması” gibi bir olay olmaktan çok, tarih içinde değişen yapının aslına döndürülmesi olarak değerlendirilebilir. Başlangıçtaki sistem yine bir “tek adam sistemi”ydi; ancak bir süre sonra Atatürk, fiili iktidarını kısmen devretmeyi tercih etmiş (otuzlara gelindiğinde), kendisi de “dil”, “tarih” gibi konularla uğraşmıştı. Yani icraatta fazla görünmemesi, o günün anayasası veya yasaları sonucu değil, kendi tercihinin sonucuydu.
Bugünkü iktidarın böyle bir tercihi olmadığını tartışmanın bir gereği yok, zaten belli.
Bu demeci veren AKP’li bunun olduğunu söylüyor, kendisinin de bu olaydan son derece mutlu olduğunu beyan ederek verilecek bir görev olursa seve seve yapacağını bildirmiş oluyor. Onun işi büyük ölçüde kişisel.
Sözünü ettiği olay ise oldu ve tamamlandı.
Tamamlanan (tarihte hiçbir şey tamamlanmaz) bu işi ben bir “seçkin azınlık” diktasından “pleb çoğunluk” diktasına geçiş olarak görüyorum. İkisinin de dışavurum biçimi “tek adam sultası.”
Kaynak: T24
- Bilim İnsanları, Bazı Kişilerin Neden Covid Olmadığını Buldu - 21 Haziran 2024
- Tüketicinin İyimserliği Azalıyor - 21 Haziran 2024
- Akşener, Erdoğan’dan Ne İstedi? - 7 Haziran 2024