Var mı sizin de böyle cinnetleriniz?

“Deliler ile benim aramdaki tek fark, onların bunu kabullenmemesidir. Oysa ben biliyorum deli olduğumu.” diyor, sürrealist ressam Salvador Dali. Dünyanın büyük çoğunluğu onun deli olduğuna, geri kalanıysa dahi olduğuna inanıyor. Hem deli olmak, dahi olmaya engel mi? Ya da tam tersi; dehalar da bir gün deliremez mi? Delirme hakkı yok mudur insanların? Sıradan bir zeka nereye kadar hayal edebilir, ne yaratabilir, ne üretebilir, nesneyi nasıl algılar, nasıl tanımlar?
Oysa deliler cesurdur, mert ve zekidir. Zekâ, deliliğin ta kendisidir! Faydacılıktan ve sahtekârlıktan uzak, canlı olanla olmayan arasındaki bağdır.

Dünyanın en zeki adamı olarak kabul edilen Einstein; “Delilik, kuşkusuz aptallıktan daha iyidir. Delilik, var olan bir zekânın yok oluşudur. Aptallıksa, var olmamış bir zekânın, var olmamaya devam edişidir.” derken, yanılmış olabilir mi?
İnsanoğlunun tüm zincirlerini kırmasını ve salt özgürlüğe kavuşmasını sağlayan konumun delilik olduğunu Erasmus da söylememiş midir? Kulağını kesip bir fahişeye verdikten sonra, Van Gogh ne kaybetmiştir Van Gogh’luğundan?

İnsanların, deliliklerinde bile son derece bilinçli olması gerektiği bir dünyada acımasız, saçma sapan söylemlere inanmaya hazır olmaları dehşet verici. Bu algı durumu tüm dünya genelinde böyle aslında, bunun bilincindeyiz. Ancak bilincinde olmak pek de avutucu bir gerekçe değil. Dehşet her geçen gün hızla büyüyor. Uykularımız tedirgin, belki de en çok güvende olanlar, sadece en paranoyak olanlarımız. Eğer herkese kayıtsız şartsız güveniyorsak, her çeşit kötülükle karşılaşmamız mümkün. Etrafımızdaki çember gittikçe daralıyor. Bazılarımız farkındayız ve bu farkındalık bizi mutsuz kılmaya fazlasıyla yetiyor.

Deleuze, delilerin ‘hiçbir toplumsal bağı olmayan, saf bireysel arzu akışı üreten, kapitalist kodlamanın dışında kalan devrimciler’ olduklarını savunur. Devrimci olup olmadıkları tartışılabilir delilerin belki, ancak, toplumsal kodlamanın dışında kalan bir çeşit özgürlük alanına sahip oldukları tartışmasız bir gerçektir.
Çoğunluklara göre; tanımadığınız insanlar için acı çekebiliyorsanız, delinin tekisinizdir. Sömürülmeyi reddediyorsanız, delisinizdir. Sorguluyorsanız delisinizdir, algılıyorsanız delisinizdir, duyarlıysanız, tepkiliyseniz delisinizdir, farklıysanız delisinizdir, anarşistseniz delisinizdir en kestirmesinden…

İnsanoğlunun tüm zincirlerini kırmasını ve salt özgürlüğe kavuşmasını sağlayan konumun ‘Delilik’ olduğundan bahseder Erasmus da. Aklın en geliştirilmiş hapishane olduğunun bilinciyle; delilik bizi tamamen özgürleştirmemişse, hala varsa ufak tefek akıl kırıntıları, henüz delilik mertebesine ulaşamamış olduğumuzu da biliriz.
Ve yine Erasmus; “Deliliği tanımlamak, ona sınırlar çizmektir, oysa deliliğin kudretinin sınırı yoktur. Onda ne cila, ne de riya olabilir. Kalbinde bulunmayan bir hissin görüntüsü hiçbir zaman alnında da görülemez. Ve nihayet her yerde o kadar kendine benzer ki; bilge rolü oynamayı ve öyle görünmeyi çok isteyenler de dahil olmak üzere; kimse deliliği saklayamaz.” derken, yine çok haklıdır.

Deliliği bir noksanlık ve kusur olarak görenlerin, delilere ait sanat yapıtları karşısında hayranlıktan adeta dillerinin tutulması da incelenmesi gereken ayrı bir paradokstur. Özellikle ‘Sürrealist’ (gerçeküstü) sanat kuramcıları ‘Delilik’ öznesini ve onun nesnesi olan ‘Deli’yi sanatsal üretime dahil ettiğinden beri; delilik sanatla bütünleşerek, sanata, alışılagelmişin dışında bir boyut kazandırmıştır. Açıkça bilindiği gibi özellikle şizofren sanatçıların yapıtları ‘Realizm’ ve ‘Akılcılık’ gibi karşıt kavramları yerle bir etmiş, dimağlarda algı hezeyanı yaratmıştır. Çünkü deli bir sanatçı, sanatsal yapıtlarında kendi psikozunu dışavurmayı başarabilir. Deli bir sanatçı içinde bulunduğu psikozu mükemmel biçimde ifade edebilir. Kullandıkları imgeler tamamen doğaçlama ve bilinç ötesidir. Bunun içindir ki; bir tekrarları yoktur, taklit edilemezler. Kural, teknik, sembol ve simgeler deliler için hiçbir anlam ifade etmez. Deliler simgesel yaşam alanlarını, sadece kendilerine ait olan özgün imgelerle ‘özgürce’ doldururlar. Çünkü imge, onların bireysel gerçeklerinin biricik yansımasıdır.

Gerçeküstücülük akımının kurucularından şair Andre Breton, bu halleri “Gerçeküstücülüğün içerdiği ruh hali, çocukluğun en iyi günlerini coşkun şekilde yeniden yaşamaktır. Çünkü hakiki bir yaşama en çok yaklaşan, çocukluğumuzdur.” terimleriyle tanımlar.
Çocukluk en saf halidir insanoğlunun ve gerçeküstü imgelerle doludur, bütün çocukların hayal dünyaları. Deliler deliliklerini saklamaz, özgürce sergilerler. Bu sebeple de sanat harikaları yarattıkları sanatsal bir gerçekliktir. Delilik sanatın fantezi alanını oluştururken, sonradan evrilerek, yaşamın da fantezi alanını oluşturabilmektedir kolaylıkla. Psikiyatrik öykü ve deneyimlerin sanata kaydırılıp üretime dahil edilmesi, bu sebeple sanata yadsınamaz bir farklılık, boyut ve derinlik katmıştır. Sözcüklerle ifade edilemeyen ‘alt bilinç’ imgelerle ortaya çıkmış; özgün ifadeyle yaratılan delilik ürünleri, simgesel düzeyin katı yasalarına karşı sanatsal bir tehdit oluşturmuştur. İntiharı seçen nevrotik sanatçıların ölümünden sonra ünlü olmak, yaşarken şan, şöhret, servet kazanmak ya da sanatının ölümsüzleşmesi gibi amaçları yoktur. Beğenilip beğenilmemek gibi kaygıları da yoktur. Onlar sadece psikozlarını dışarıya aktarmakla meşguldürler. İstedikleri tek şey; yapacaklarını yapıp bitirmek ve arkalarını dönerek, çekip gitmektir.
Freud’yan olmamakla birlikte, üstün sanatçılığı nevrotik durumla ilişkilendiren Freud’u (bu konuda) haklı bulduğumu belirtlemeliyim.
(Bilindiği gibi; kendisi de ölümün ‘delilik sonucu’ olarak tanımladığı şeklini seçmiş; 1939 yılında bir meslektaşının yardımıyla aşırı dozda morfin alarak, kendi isteğiyle son vermiştir yaşamına.)
Freud’un savunduğu gibi; özgün sanatçılarda delilik olma olasılığının yüksek olduğu doğrudur. Üstün yetenek sahibi olan kişilerin, depresyona meyilli oldukları da bir gerçekliktir.
Çünkü deliler toplumun kurallarına uymazlar, onlar farklı bir gerçeklik alanında yaşarlar. Sözcükler, nesneler, olaylar, mekanlar arasında diğer insanlardan daha farklı bağlar kurarlar. Her birinin algısı bir diğerinden farklı olduğundan ötürü biriciktir, tektir, değerlidir. Bu sebeple Freud’un üstün sanatçılığı nevrotiklerle ilişkilendirmesine katılıyorum; nevrotik kişilerin sanatı gerçekten de diğerlerinden daha özgün ve (yine Freud’un deyimiyle) ‘tuhaf bir biçimde’ saygındır çünkü. Bunu fark etmeden yapıyor olsa da, kendisinde var olmayan bazı geçerliliklerin yerini sanatı sayesinde kazandığı saygınlıkla dengeleyerek, dünyasını kontrol altına almayı başarabilen kişidir, psikozlu sanatçı.

Yine Freud tarafından tanımlanan ve ‘Libido’nun analogu olan ‘Mortido’ da ölüm içgüdüsüne ait bir enerji şeklini tarif eder. Yoğun psişik bunalımlar, büyük yalnızlıklar, yaratıcı melankoli süreçleri ve art arda geçirilen şoklar sebebiyle, ‘kriz öncesi krizler’ olarak tanımlanan süreçte baskın olan ‘ölüm isteği’ gibi. Son derece karmaşık olduğu bilinen İd gerilimlerini denetim altına tutmak görevi ise Ego’nun sorumluluğundadır. Kimi insanlar ‘kendilerince uygun niteliklerdeki’ insan formlarına benzemeye çalışırlar. İdealler edinirler, kişisel gelişimlerine önem verirler, üretimin içinde yer alırlar. Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu ayırt edebilme bilincine sahiptirler. Ego, İd’in kişiyi içselliğe çekmesini, zedelemesini engellemekle görevli, ‘bilinçli’ olan enerjidir. İd, ölçü tanımayan, frenlenemeyen ilkel güdülerimizdir ve çoğu zaman İd bilinçdışı yollarla varlık gösterir. Kişiliğin en üst kademesi olan Süperego ise, kişiliğin sosyal normlara uydurulmuş kademeleri olup, bilinç seviyesinde varlık göstererek olası tehlikelerden uzaklaştırmakla kalmayıp; kişiyi ‘yüceltmek’ görevini de üstlenmiştir.

İd’in derinliklerinde genelde saldırganlık, öfke, keder, yıkıcılık, isyan duyguları öne çıkar. Her ne kadar Ego bu yıkıcı dürtüleri kontrol eden bilinçli mekanizma olarak her insanda varlık gösterse de, İd zaman zaman Ego’ya egemen olabilir. ‘Normal’ kabul edilen bir kişi kendisinin ve sevdiklerinin varoluşunu, saygınlığını ya da hayatını tehdit eden bir durum karşısında koruma içgüdüsüyle saldırganlaşabiliyorsa ve bu saldırganlaşma durumu mantıksal ve haklı bir tepki olarak görülüyorsa; bazen de o saldırganlaşabilme durumu hiçbir sebep olmadan da meydana gelebilir. Eğer verilen tepki sebepsiz ve fazla abartlıysa, o noktada, bu davranış ‘antisosyal- sosyopatik’ bir kişilik yapısına işaret eder. Geçerli bir neden varken, kişinin tepkisiz kalması ise, genellikle ‘yetersiz kişilik ve pasif-saldırgan kişilik’ olarak tanımlanır. İd’in tepkileri, ‘ortaya çıkardığı gücün şiddeti oranında’ kişinin ruhsal durumunu da ortaya koymaktadır.

Yaşam ve Ölüm içgüdüleri aynı anda ve aynı şiddetle hareket ederler.
Ego’nun harekete geçmeden önce İd’in arzularını, dıştaki gerçek dünya gibi enerji sistemlerini ve bu sistemlerin gereksinimlerini de kontrol etmesi gerekir. Bunun içindir ki, İd ve Ego’nun çatıştığı alanlarda sıklıkla hayal gerçeğe değer. Ölüm ve süreklilik yaşamı belirlediğinden; insanlar bu paradoks sebebiyle farkında olmasalar da deliliğe yakın yaşarlar.
Böyle hallerde hayal ve gerçek iç içe, yaşam ve ölüm iç içe geçer. Hayalin gerçeğe değdiği noktada; ‘Deli’ ve ‘Deha’ tanımlarının kaynaşıp birbirinin içinde erimesinin intihara zemin hazırlayabilmesi elbette mümkündür.
Bazı insanlar içinse ölüm hakiki bir dosttur, dinginlik sunar ve “çok yorgunum, dinlenmek istiyorum artık.” diyen kişiyi şefkatle kucaklayacağı umulur. Her şeyin sürekli ve hızla değiştiği bir dünyada, deli ya da akıllı; anlaşılamasa da kendini ifade etmeye çalışmayan insan olduğuna inanmıyorum.
Yaşam ve algı biçimlerimiz sürekli değişmektedir.
Kendi bakış açımızla algılarız dünyayı, bir başkasının bakış açısına istesek de sahip olamayız. Dünyamız, kendi algımızın yeterliliğiyle sınırlıdır. Zamanla birlikte nesnenin anlamı ve öznenin pozisyonu da sürekli olarak değişim göstererek evrilir. Aslında sürekli olarak kendini tekrardan ibarettir, sürekli yeniden üretilir. Bunu yaparken tüm zıtlık ve çelişkileri olumlayarak, zıtlıkların ve çelişkilerin sonucunda varılan noktanın da asla sabit olamayacağını, sürekli evrilen çelişki ve zıtlıklardan kaçılamayacağı gerçeğini tanımlar. Zaman, dairesel devinimlerle sürekli olarak kendini tekrarlamaktadır.Bazı bilinçler, bazı günler çok küçük bir çelişki için bile ölmek isteyebilir. Ve bunu yapmaları için mutlaka ‘teşhis edilmiş’ bir deli olmaları da gerekmez. Aksine, bazı durumlarda kişinin akıl sağlığının yerinde olması ve aklını kendisinden yana kullanması bile yeterlidir, ölümü istemek için… Ölüm, en büyük terördür özünde; herkes için ürkütücü olduğu gibi herkes için kaçınılmazdır.
Schopenhauer, yaşamı, ‘ölümden alınan bir borç’ olarak tanımlar. İnsanın her an ölümle iç içe yaşadığını ve ölümle mutlaka karşılaşacağını söyler. Dünyanın gelip geçici görüntülerden başka bir şey olmadığı tezini savunur.

Yönetmen Tarkovsky ise; “Sanıldığının aksine, sanatın işlevsel amacı düşünmeyi teşvik etmek, bir düşünce iletmek ya da bir örnek oluşturmak değildir. Hayır. Sanatın amacı, daha çok, insanı ölüme hazırlamak, onu iç dünyasının en gizli köşesinden vurmaktır. Bu nedenle benim mesleki görevim özgün, bireysel bir zaman akışı yaratmak, içimde varolan dalgın hayallere kapılmışlık ritminden taşan, coşan, hareket ritimlerine kadar uzanan, özgün zaman duygumu yansıtmaktır.” sözcükleriyle özetler, sanat ve ölüm hakkındaki düşüncesini.
Felsefenin, ‘ölmeyi öğrenmek sanatı’ olduğunu söyleyen felsefeye oldukça yakındır Tarkovsky’nin düşünceleri.

Bense, felsefenin, ‘ölmeyi öğrenme sanatı’ olduğu kadar; bizlere ‘yaşamı da öğretebilen bir sanat’ olduğuna inanıyorum. Felsefe bize araştırmayı, sormayı, sorgulamayı, çözüm üretmeyi, kanıtlamayı, bilgiyi, bilginin sınırlarını; gerçeği, gerçeğin tanımını; düşünce ve düşüncenin doğasını; varlık-zaman-mekan uzamını, yaşamı, yaşam algısını, bireyi, kendimizi öğretebilir. Ölümü öğrenmekte yetkin olan gücü, yaşamı öğrenmek için de kullanılabilinir, felsefenin. Felsefede sadece araştırmak ve sorgulamak yeterli değildir. Merak edilip sorgulanan konulara sistemli bir açıklama sunmakla da yükümlüdür felsefe. Düşünce ve mantık bilimidir. Her şey hakkında, ‘olabildiğince çok şey bilmek sanatı’ olarak da tanımlanabilir. Bilinmeyenden yola çıkarak bilinmeyeni sorgular. Yaşam da aslında hiç de bize öğretildiği gibi değildir. Yaşam da en az ölüm kadar kapsamlı bir bilinmezliktir. Realitesini yaşadıkça öğrenebiliriz ancak. Öğrenebilme yetimiz ise, yine kendi algımızla sınırlıdır.
Kendi bakış açımızla algıladığımız dünyayı anlatırken, yine kendimizden yardım alırız. İkincil ve çoğula, ya da nesneye ait olduğunu sandığımız her bilgi, aslında öncelikli olarak kendimizden elde ettiğimiz bilgilerdir. Yaşam karmaşası denilen telaş içerisinde kendimizden yola çıkarak, kendimizi anlatmaya çalışırız. Adına ‘hayat’ dediğimiz ve kendi yarattığımız bir illüzyonun içinde yaşamaktayızdır. Kendi yaşam alanımızı kendimiz yaratırız. Bu alanda yaşarken, bazen farkında olmadan tasarladıklarımızın esiri olup olmaması gerekenleri yapar, olması gerekenleri yapmadığımız da olur. Sonra da gerçeği bulmak adına, hayatı içinden çıkılamaz hale getirip, bocalamakla tüketiriz çoğu kez. Oysaki aradığımız ipuçları, en sade ve en basit olanda saklıdır. Çok karmaşık sanılan şeyler bir o kadar basittir. Önemli olan işaret parmağının ucuna değil, işaretlediği yere bakabilmek ve görebilmektir. Görebilmek önemlidir. Göremeyen bir insan, bir başka insanın edindiği deneyimlerden doğan gerçekleri insanlara anlatabilmek uğruna çektiği acılara karşı tamamen duyarsızdır çünkü.

Günün birinde yaşadıklarımız artık ‘geçmiş zaman’ olduğunda, daha net anlamaya başlarız gerçekleri. Zamanda geri dönüşler yapabilip, yepyeni söylemler yaratabileceğimizi fark ederiz. Yeni, yepyeni söylemler. Evrende hiçbir şeyin durağan olmadığı bilinciyle bakarsak çevremize, kendi içimizde de pek çok değişim yaşadığımızı fark ederiz.
Bunları hissedebilmek bizi ‘İnsan’ yapıyor.
Bazen kimliği belirsiz bir dünyaya seslenircesine soyut; bazen elle tutulurcasına somut; her canlı bir şekilde ifade eder kendini. Sözle, bakışla, sesle, tavırla, yazıyla, kokuyla, resimle, şiirle, heykelle, haykırışla, susuşla, alkışla, küfürle, protestoyla… Kimi zaman, ‘İntihar’ da bir ifade biçimi olabiliyor. Şu, ya da bu şekilde ve sadece insan değil, her canlı çeşitli yöntemlerle ifade ediyor kendini.

Araştırmalarla birlikte; tanıklıklarım, şahsi deneyim ve bilgilerime dayanarak değinmeye çalıştığım ve oldukça aşina olduğum ‘İntihar Psikolojisi’ni hep anlamışımdır aslında. Gözlemlerime dayanarak, intiharı arzulamanın ‘mutlaka’ delilikle doğrudan ilgili olmadığını da söyleyebilirim. Aksine, hayatı boyunca intiharı hiç düşünmemiş insanlar da günün birinde intihar edebiliyor. Delilik şöyle dursun; tam tersine, intihar edenlerin çoğunun yaşamın anlamını en akılcı olanlardan çok daha derinden kavradıkları da açıkça ortada.
Albert Camus’un; “Yaşamın yaşanmaya değer olup olmadığını sorgulamak, felsefenin temel sorusunu yanıtlamaktır.” sözlerinde olduğu gibi; yaşam ve ölüm kadar, intiharın da mutlak bir felsefesi vardır.

En coşkulu, neşeli, sorunsuz, uyumlu ve hayata sıkı sıkıya bağlı insanlar bile intiharla son verebiliyor yaşamına. İntiharı düşünmek için mutlaka şizofren, nevrotik, depresif, manik, tremens, nevrastenik ya da melankolik olmak gerekmiyor. Her ‘normal’ insanın kendi yaşamından vazgeçmeyi tercih edecek kadar umutsuz olduğu ve acı çektiği anlar olabilir. ‘Şey’lerin bir anda silinip, yok olmasını isteyebilir kişi. Çok seslenmiştir, ama çığlıklarına sadece kendi sesinin yankısı cevap vermiştir belki de. Bir başına kalmışlık duygusu, yarınların hiç gelmeyeceğini düşünmek, gelse bile pek bir şeyin değişmeyeceği duygusuna kapılmak, hayal kırıklıkları, derin mutsuzluklar, yoksunluk ve doygunluklar hepimiz için geçerli değil midir? Bazen çılgıncasına köpüren denizler kadar ürkünç, bazen de durgun sulardan daha durağan olan hayata, bizler ne kadar bağlıyız? Hangimiz sert düşüşler yaşamadık ki? Hangimiz hiç geçirmedik aklımızdan ölümü? İntiharı bir kez bile düşünmemiş olanların, hayatı tam anlamıyla kavrayamadıklarına inanıyorum.
Her zaman olduğu gibi; yolunda giden işler ve yolunda gitmeyen işler var insan hayatlarında; yenilgiyi göze alabilmeyi de bilmek gerek. Hep de başaracağız diye bir zorunluluğumuz yok. Başarının bir ölçütü de yok, çünkü kişi nerede duracağını bilemez oluyor. Yenilgi ise, bir anlamda insanın rehberi gibi, fakat elbette herkes yenilgiyi olgunlukla karşılayamıyor.
1945’te Sovyet militanlarının eline geçmemek için kendisini tabancayla ağzından vurarak ölen Adolf Hitler tarzı intiharları düşününce anlıyoruz ki; ‘yenilgi’ de bazen insanların intiharına sebep olabiliyor. Her ne kadar dünya tarihinin en büyük psikopatlarından biri olarak bilinse de, kararlılığı insanı dehşete düşürecek kadar barizdir.
Günümüz dünyasında onun tüyler ürperten faşizmini yadırgayanların, ne yazık ki, neredeyse Hitler faşizmini aratacak kadar faşist olmaları ise, yine bir paradoks olarak karşımıza çıkmaktadır ayrıca.
Yenilgi ile ilişkilendirilen intiharlara milattan önce 197 yılında, girdiği bir savaşta mağlup olduğu için kendini öldüren Roma İmparatoru Cloudius Albinus ve Kartaca Komutanı Hannibal Barca da örnek verilebilir.
Büyük zaferlerle dolu bir hayatı olan Kartaca’lı Hannibal Barca, ‘Zama Savaşı’nda Roma’lılara yenilince gönüllü olarak sürgüne gider. Sürgün yaşadığı ülke tarafından ihanete uğrayıp Roma’lılara teslim edileceğini anladığındaysa, yüzüğünde taşıdığı zehri içerek intihar eder M.Ö.183 yılında.

Sonuç olarak bütün insanlarda ruh hali değişiklikleri olduğunu hepimiz biliyoruz. İnsan bazen iyice bastırılmış bir ruh hali içindeyken; bazen de kendini son derece coşkulu, heyecanlı ve zinde hissedebilir. Bir gün önce her şey ona külfet görünüyorken, aynı şey ertesi gün ona sevinç verebilir. Psikiyatrlar ise bu gibi değişken ruh hallerine genel olarak ‘Bipolar bozukluk’ diyorlar. Bir diğer deyişle, deliliğin halleri… Benzeri tespitler dünya nüfusunun yüzde doksanının deli olduğunu düşündürüyor. Geri kalan yüzde onluk tabakayı çok merak ediyorum.
Onlar acaba nasıl varlıklar? Duyuları var mıdır? Alışkanlıkları nelerdir? Nasıl yerler, nasıl içerler, nasıl uyurlar, nasıl konuşur, nasıl sevişir, nasıl öpüşür, nasıl yaşarlar? Nasıl algılarlar nesneyi? Aşk, sevgi, öfke, nefret, şiddet gibi duygulara sahip midirler?

Kendilerinin farkında olan insanlar deliliklerini hayatlarındaki stresli olaylarla ilişkilendirip bu streslerden uzak durarak, delilikleriyle başa çıkmaya çalışırlar genelde. İrade gücüyle dengeleri bozulmuş olan duyumsama durumunu kontrol altına almayı başarsa da kişi, aslında delilik yok olmamıştır; bir köşeye çekilmiş, ortaya çıkmayı beklemektedir sadece. İnsanoğlu, aslında çeşitli paradokslar içinde debelenerek, yaşam boyunca delilikle iç içe yaşamakta olduğunun farkına varmaz. Psikiyatristler bireysel deliliği sınırlama konusunda destek sağlarken, aynı zamanda, ‘totaliter kolektif delilik’le uyum sağlamaya yöneltirler kişiyi. Farklı olan ve farklılığı başkalarına batmakta olan kişilerin; ‘normal’i tanımlayan toplumun buyruğunda hareket ederek, toplumla uyumlu hale gelmesini sağlarlar. O kişileri normal insanlar gibi mutlu olduklarına, normal insanlar kadar mutlu olabilmeleri için önlerinde hiçbir engel olmadığına inandırmaya çalışırlar. Oysaki ilaçlarla bastırılarak ortaya çıkması engelleniyor olunsa da; eğer delilik varsa vardır, yok edilemez.

Ancak inanıyorum ki ara sıra ‘delirme hakkı’ olmalıdır insanların.
Delilik, gerekli hallerde sığınılacak; güvenli, kuytu bir köşe gibi… Kendi sınırlarını belirlemek ve kendi belirlediğin sınırlarla yaşamak oldukça ‘normal’ görünüyor gözüme. İzole olmak isterse eğer kişi, bunu yapabilme hakkı olmalı diye düşünüyorum. İzolasyon da kişiliğin en temel ihtiyaçlarından biridir çünkü. İnsanlar, farklı buldukları insanları korku ve tehditle baskı altına almaya çalışırlar. Aslında tehdit ettikleri konu neyle ilgiliyse, o konu kendilerinin en çekindikleri şeydir genelde. En büyük korkularını genelleme yaparak diğer insanlara mal ederler. Bu yöntemle, diğerlerinin üzerinde üstünlük kurmaya çalışırlar. İnsanlar için mücadelenin en karmaşık olduğu alanlar, onaylanma kaygısı ve korkudur. Bu gibi kötülük ve çirkinlikler o denli akışkan bir kıvamla sızıyor ki içimize, engelleyebilmemiz neredeyse olanaksız. Önümüze gelen her zayıf noktayı, her çatlağı tıkasak bile içeri sızacak delik bulabiliyorlar. Tüm önlemlere rağmen bir virüs gibi çoğalıyor, aktif tepkisel güçler. Böyle durumlarda, ar duygusunun günümüzdeki yeni tanımı ‘sosyal fobi’ oluyor. Ar duygusuna sahip insanların, toplum dışına itelenmeyi göze almaları da gerekiyor. Ya herkese zarar veren ve hiç umursamayan, utanmaz arlanmaz biri olması gerekiyor; ya da kendi dünyasını yaratıp, pek dışına çıkmamayı seçmesi gerekiyor ar duygusu olan kişinin. Ar duygusu olanlar asalet ve terbiyelerinden dolayı yalnızlığı seçmeyi tercih ediyorlar. Buna sanki biraz da zorlanıyorlar. İnsanlar, dış dünyanın ayartıcı şatafatına karşın, dışarıdaki dünyadan çok daha büyük olan kendi yaşam alanlarına kapanıp, izole oluyorlar. Bir çeşit asimilasyon gibi…

Duyarsızlar sayesinde tedirgin ve biraz da tahammülsüz insanlar haline getirildik. Direndikçe daha da güçleşiyor yaşamlarımız. Yine de direnmekten, başa çıkmaya çalışmaktan vazgeçmiyoruz. Çünkü biliyoruz ki; bize dayatılan hayatlara mahkum değiliz! Dünyanın neresinde olursa olsun, direnmek insanlığın en doğal hakkı. Çoğunluk, insanlara; “Bizim istediğimiz gibi yaşamazsanız, düşünmezseniz, davranmazsanız size yaşam hakkı tanımayız.” diyor. Küreselleştikçe daha da yalnızlaştıran günümüz dünyasında, insanlar son derece mutsuz, ama mutluymuş gibi davranıyor. Yalan söylüyor, rol yapıyor insanlar.
Aşksız, öfkesiz, nefretsiz, tepkisiz,cinnetsiz, savaşımsız yaşamanın sadece nefes almak olduğunu eminim bilmiyorlar. Oysa tüm bu duygulara ihtiyacımız var bizim. Değerlerini yitiren bir dünyada yaşarken, atılan şen şakrak kahkahaların, gürültülü eğlencelerin pek de gerçek olmadığının farkındayım.
Farkındalık can yakar mı? Evet, fazlasıyla can yakıyor.

Böylesi hallerde delirmek, olsa olsa bir lütuf olabilir. Deliliğimizi kendimiz kontrol edebilir ve o muhteşem çılgınlığımızla şaheserler tasarlayabiliriz, beynimizdeki çatlaklardan. Çirkinliklerden korunmanın etkin yollarından biri sanata sığınmak olabilir pekâlâ da. Neden olmasın? Resim yapar, şiir yazar, taş yontabiliriz. Diğerlerinin hiç duymadığı tınıları duyabilir, başkalarına dinletebiliriz. Daha önce denenmemiş tatlar katabiliriz yaşama. Başarımızla gururlanır ya da başarıyı hiç umursamayız. Haz alırız ya da almayız, bu pek önemli bir ayrıntı değil. Fakat mutlaka yaşamın anlamını ve de anlamsızlığını kendi algımız oranında kavramışızdır. Tamamen özgürüzdür. Yeryüzünde ne kadar kalıp, ne zaman ve ne şekilde gideceğimizi belirlemek hakkını kendimize saklarız. Yaşam ve ölüm, hiç yaşamamış ve ölmemiş olmak gibi seçenekleri bile kendimiz belirleyebiliriz. İntihar etmek, gelenekçi ve dindar toplumlar tarafından kabul görmeyen bir ölüm biçimidir, insan doğasına aykırıdır ve teolojiye tamamen kafa tutmaktır, evet. Fakat mutlu bir yaşam için yetersiz koşullar da tamamen insana düşmandır. Kişiyi zorlayıp, büyük açmazlara sürükleyebilir. Elverişsiz koşullara karşı verilen savaşta, her insanın aynı direnci göstermesi her zaman mümkün olamayabilir. Kimileri dirençsizlikten, kimileri mutsuzluktan, kimileri onurdan, kimileri gururdan, kimileri aşktan, kimileri yalnızlıktan, kimileri can sıkıntısından, kimileri korkudan, kimileri bilinçle, kimileri delilikten intiharı seçiyor. Organik bedeninden kurtulup, hafiflemek istiyor.
Bense, deliliğin yaşama direnmek için oldukça ‘keyifli ve etkin’ bir asimetrik savaş stratejisi olarak kullanılabileceğine inanıyorum. Delilik pekala da yaşanılması güç bir dünyada var olabilmek için geliştirilmiş stratejik bir araç olabilir. Deliliği keyifli ve verimli hale getirmenin; salt ‘onaylanarak yaşamak’ adına ve sempati kazanmak için kendi değerlerini yozlaştırarak yaşamaktan ‘çok daha sağlıklı bir ruh hali’ olduğuna inanıyorum.

Umutsuz ve depresif aşkların da intiharla son bulduğuna dair pek çok örnek var.
Şarkıcı Dalida’ya olan aşkından ötürü henüz yürmisekiz yaşındayken intihar eden Luigi Tengo örneğinde olduğu gibi… Tengo, Dalida’ya çılgıncasına âşıktır ve onunla birlikte yaşamak istemektedir. Fakat Dalida aralarındaki yaş farkından dolayı bu ilişkiye pek sıcak bakmaz. Umutsuzluğa kapılan genç adam intihar ettiğinde, cansız bedenini bulan kişi bizzat Dalida’nın kendisi olmuştur. Suçluluk duygusuyla perişan olan Dalida da ardından intihara teşebbüs etmiş, fakat erken müdahaleyle kurtarılmıştır. Buna rağmen akıbeti değişmez. Daha sonraları hayatına girecek olan Richard Chanfray da intihar ederek yaşamına son verir. Peşpeşe yaşadığı intiharlara bağlı travmaları, şarkı söylemeye devam ederek atlatmaya çalışır ünlü şarkıcı. Ancak tüm bu çabaları pek işe yaramamış ve sonunda; “Hayat artık çekilmez hale geldi, beni affedin.” yazılı bir not bırakıp, uyku ilacı içerek intihar etmiştir.

Kleopatra ve Antonius intiharlarının ardından, en büyük düşmanları olan Octavianus’un bile aşkları karşısında saygıyla eğilerek;
“Bu kadın ki Antonius’u ile birlikte gömülecek, dünyada bu kadar ünlü bir çifti içine alabilecek başka bir mezar var mıdır?” dediği bilinir tarihten bugüne uzanan yazılı kaynaklarda. Sonuçta, iki âşık birbirleri için intihar ettiklerinde, takvimler Milat Öncesi 31’i göstermektedir. Birbirlerine tamamen aykırı, birbirlerine ölesiye düşman iki imparatorluktur Roma ve Mısır… Biri Mısır’ın efsanevi kraliçesi, diğeri Roma’nın en büyük komutanıdır. Yasak aşklarının çekici ve de en dramatik tarafı, belki de bu denli farklı kültürlerden geliyor olmalarıdır. Ve zaten ‘Aşk’, duygular içinde en imkansız olanına verdiğimiz ad değil midir özünde? Ne kadar imkansızsa, bir o kadar büyüktür yaşanılan aşk. İmkansızlıkları aşmak için pek çok fedakarlık yapmayı göze almayı gerektirir. En imkansız aşklardan birinin kadını da diyebileceğimiz Kleopatra’nın intiharıyla ‘Ptolemalios Hanedanı’ yok olmuş ve ‘Antik Çağ’ kapılarını dünyaya tamamen kapatmıştır.

Karl Marx’ın en küçük kızı olan Eleanor Marx’ın da mutsuz bir aşk ve hayal kırıklığı sebebiyle intihar ettiğini biliyoruz. Sadece hayat bittiği zaman, yeniden başlamak için yeterli bilgiye sahip olunacağına inanmıştır. Yoğun politik hayatında oldukça başarılıdır fakat özel hayatı mutsuzluk, ihanet ve hayal kırıklıklarıyla doludur. Birkaç başarısız aşk girişimi olmuş, ancak mutluluğu bulamamıştır. Hiç evlenmemiş, hayatının sonuna kadar sevgilisi Aveling ile nikâhsız yaşamıştır. Bir gün, sevgilisi Aveling’in gizlice bir başkasıyla evlenmiş olduğunu öğrenir. Büyük bir depresyona girer. Aveling de gizlice gerçekleştirdiği bu evilikten ötürü vicdan azabı çektiğini, çok üzgün olduğunu söyler ve Eleanor’a; “Gel, birlikte intihar edelim.” der.
Eleanor ihanete uğramıştır, gururu kırılmıştır, acı çekmektedir ve bu sebeplerden dolayı zaten intihara hazır bir ruh hali içerisindedir. Ancak sevgilisi Aveling’in temin edip getirdiği siyanür zehri, sadece Eleanor’un hayatına son verir. Çünkü yaşarken onu aldatan sevgilisi, ölümde de ihanet etmiş ve zehri içmemiştir. Zedelenen onuru, hayal kırıklıkları ve aşk acısı, pekala da intiharına gerekçe olarak gösterilebilir.

Modern sürrealizmin ilham kaynağı Gerard De Nerval’in de aşk uğruna umutsuzluğa kapılıp, kendisini bir sokak lambasına asarak intihar ettiğini anımsayalım. İlk gençliğinde aşık olduğu kadını, yıllar sonra eşi ve çocuklarıyla mutluluk içinde gören Nerval, birdenbire kapıldığı kıskançlık duygusuyla depresifleşir ve kendisini karlı bir Paris gecesinde, sokak lambasına asarak intihar eder. “Bir kadın/erkek için öldürmez kimse kendini” cümlesinin sahibi Pavese, bu gibi aşk intiharlarını pek mühimsememiş diye düşünüyorum. Aşkı, intihar için geçerli bir sebep olarak görmemiş. Bence, bu büyük bir yanılgı… İnsanlar sadece çaresizlik ve yalnızlıktan ölmüyorlar. Benzeri aşkları yok sayamayız, sanıldığının aksine aşktan da ölebiliyor çünkü insanlar.
Jean Paul Sartre intihar hakkındaki düşüncesini; “İnsan gerçeklerden kaçarken; yazarlığa, keşişliğe, deliliğe, ölüme sığınabilir.” sözcükleriyle ifade eder. Sartre’ın yaklaşımına, Pavese’den çok daha sıcak baktığımı söylemeliyim.
İntiharı hiçbir zaman düşünmediği bilinen Sartre intihar etmemiştir, ancak, ‘intihara meyilli insanlar’ hakkındaki tespitleri çok daha gerçekçidir. İntiharı geçerli kılacak mazereti salt ‘yalnızlık ve çaresizlik’ olarak meşrulaştıran Pavese ise, bilindiği gibi intihar ederek ölmüştür.

Modern felsefenin kurucusu olan Sokrates, küçük putlar yapıp kendi yaptıkları putlara tapan insanlara; “Niçin bunlara tapıyorsunuz? Bunları siz kendiniz yaptınız ve sizin yapıp ürettiğiniz şeyler, nasıl olur da sizden üstün olabilir?” diyerek tepki verdiğinden, yobazlarca şikayet edilerek mahkemeye çıkartılır. Düşünmeye yönelten sorularıyla, ‘insanların kafasını karıştırmak’ suçundan yargılanır ve suçlu bulunarak, idama mahkum edilir.
Mahkeme heyeti, idam cezasından kurtulabilmesi için sözlerini geri almasını ve insanlara tekrar putlara tapmaları gerektiğini söylemesini isterler. Bir filozofun kendi hücresinden başka kaçacak yeri olmadığını savunmuştur oysa Sokrates.
“Susturulmakla kalmayıp, haksız yere ölüme terk edilse bile, sürgüne gitmek ya da özel hayatına dalmak yerine; ‘ölümüyle’ gerçeği öğretmeyi seçmesi gerekir bir filozofun. Çünkü tamamıyla ‘kendine özel’ bir varoluş, hiç de ‘filozofça’ değildir.” der. Bu doğrultuda, Milattan Önce 399 yılında, en sadık öğrencisi ve dostu olan Platon’un hazırladığı ’baldıran otu’ zehrini içerek intihar eder. Korku, bağnazlık ve Putların koruması altında güvence içinde yaşayacaklarına inanan koyun beyinli toplumu rahatsız etmiştir çünkü sürekli sorgulayan, insanları dumura uğratacak kadar sağlam temellere dayalı diyalektiğiyle. Öğrencisi Platon, Sokrates’ın intiharını ‘filozofik’ bir intihar olarak tanımlar. Platon’a göre Sokrates’ın ölümü; bilinç, dinginlik ve cesarettir. Bu tavrıyla Sokrates’ın, bir filozofun ‘ölüm karşısında neşeli ve cesaretli’ olması gerektiği tavrını sergilemiş olduğundan bahseder ve bence de doğrudur bu tanımlama. Yaşamı, fikirleri ve ölümü bilgeliğin yolunu açarak, ‘akla dayalı’ felsefeyi başlattır.

Roma’lı Horatius’un hepimizce bilinen ‘Carpe Diem’ (Günü yakala) terimi, bugün bile bizleri düşündürmekte, ufkumuzu genişletmektedir. İçinde bulunulan ‘an’ın değerinin farkında olmamızı sağlamıştır.

Özellikle filozof ve sanatçıların niçin intihar ettiklerini biraz daha etraflıca düşünmek gerektiğine inanıyorum. Üstün zeka ve algılarıyla, yaşamanın bir yolunu onlar bizlerden çok daha kolay bulabilirdi elbet, fakat yine de intiharı seçtiler.
İntiharın depresyon sonucunda başgösteren bir fiil olduğundan, kişinin beyin kimyasının bozulmuş olduğundan, hayattan zevk alma duygusunu yitirmiş olduğundan bahseder psikiyatrlar. Kişiyi intihara sürükleyen bazı depresyon türlerinin biyolojik olduğundan, ya da intiharda genetik yatkınlığın büyük etken olduğundan söz ederler. Bazı intihar vak’alarında ise; toplumsal bağların gevşekliğinden, bireyin bağlı olduğu toplum bağlarının zayıflığından…
Oysa birkaç istisna hariç, incelenen filozof ve sanatçıların intiharları bu psikiyatrik şablonların hiçbirine uymuyor.

Gilles Deleuze apartmanın dördüncü katından; Nikos Poulantzas yine bir apartmanın yirminci katından, caz sanatçısı Chet Baker Hollanda’da bir otelin camından ve Nilgün Marmara evinin balkonundan atlayarak ölüyorlar.
Sergei Yessenin, David Stove, Gerard De Nerval kendini asarak; Arthur Cravan bir kayıkla okyanusa açılarak; Mayakovsky, Van Gogh, Earnest Hemingway, Kurt Cobain, Guy Deboard tabancayla kendisini vurarak; Artaud ağır ilaçlar ve uyuşturucularla; Wirginia Wolf ceplerine taş doldurup nehre atlayarak; Yukio Mishima hara-kiri yaparak; Sylvia Plath kafasını fırına sokarak; Arthur Koestler, Stefan Zweig, Dalida, Luigi Tengo, Malcolm Lowry uyku ilacıyla; Jerzy Kosinski başına naylon poşet geçirip kendini küvette boğarak; Eleanor Marx siyanür zehriyle; Diane Arbus bileklerini keserek; Kevin Carter arabasına egzoz gazı basarak; Freud gizli ötenaziyle; Pavese yalnızlıktan; Alan Turing zehirli elma yiyerek; Sokrates baldıran otu zehriyle; Andre Gorz ölen karısının ardından aynı gün iğneyle; Walter Benjamin aşırı dozda morfin yaparak, Empedokles yanardağ kraterine atlayarak, Tanrıya başkaldıran Lautreamont ise henüz yirmidört yaşındayken, bir otel odasında intihar ediyor.
Otto Weininger ise diğerlerinden daha da ufak… ‘Dünyanın en büyük dahisi’ kabul ettiği Beethooven’in öldüğü odada vuruyor kendini. Ve Otto da öldüğünde, sadece yirmiüç yaşında.
“All genius is a conquering of chaos and mystery.” (Bütün dahiler gizem ve kaos tarafından fethedilmiştir.) tanımlaması, yirmiüç yaşında değil de, sanki koskoca bir hayatı yalayıp yutmuş, olgun yaştaki bir insanın kuracağı türden bir cümle niteliği taşımaktadır.

“Uzun süre bekledim seni, okyanusun sevgili oğlu. Ve evimden içeri giren kişiyle gereksiz bir boğuşmaya girdi uyuşuk kollarım. Evet, ruhumun vücudumun sürgüsüyle kilitlenmiş olduğunu ve insan denizinin dövdüğü kıyılardan uzaklara kaçmak ve sonsuz mutluluğun yarıkları ve uçurumları arasında insan-dağ keçilerini ara vermeksizin kovalayan mutsuzlukların solgun sürüsünün görünümüne daha fazla tanık olmamak için, serbest kalamayacağımı duyumsuyorum. Ama yakınmıyorum. Yaşamı bir yara gibi karşıladım ve intiharın, yarayı iyileştirmesini yasakladım! İsterim ki, sonsuzluğun her anında bu açık çatlağı görsün yaratıcı. Ona verdiğim cezadır, bu!” diyerek, tüm kötülüklerin kaynağı olarak gördüğü Tanrıyı lanetleyen Lautreamont, yirmidört yaşında intihar eder.
Düşgücü inanılmaz zengin öğelerle bezeli olan Lautreamont, ilk sürrealistlerden biri olarak kabul edilmektedir. Andre Gide gibi bir edebiyat ustasının, Lautreamont’nun ‘Maldoror’un Şarkıları’ karşısında kendi edebiyatını yetersiz bulup; “Maldoror’un Şarkısı’nı okuduğumda, kendi yapıtlarımdan utandım.” dediği bilinir. Ponge’un ise “Lautreamont’u açıp okuyun, bütün edebiyat şemsiye gibi tersine döner!” diyerek, genç şairi nasıl da taçlandırdığı…

Aslında daha da derinlemesine incelediğimizde, antik çağlarda da intihar vak’aları olduğuna rastlarız. İntiharın tarihi, insanlık tarihi kadar eski. Geçmişten günümüze uzanan bazı kaynaklara göre, Milattan Önce 435’te Empedokles ‘Tanrı olacağına inanarak’ ve Tanrılığını ispatlamak için’ kendisini aktif durumda olan ‘Etna’ yanardağına atarak intihar ediyor. Yanardağa atlama eyleminin kanıtı olarak da, bronz sandaletlerini kraterin yanına bırakıyor.
Ay’ın yansıyan bir ışıkla parladığını, ışığın bir yerden bir yere gitmesi için zaman geçmesi gerektiğini, bitkilerin cinsiyetinin olduğunu ve dünyanın daire biçiminde olduğu tezini ilk kez ileri sürmüş olan bir bilim adamıdır da ayrıca, İmparator Empedokles.
Kendisinden önceki doğa filozoflarının temel olarak belirlediği; ‘Hava, Su ve Ateş’e, ‘Toprak’ı da ekleyen ve bu ‘dört element’ terimini birarada kullanan ilk düşünürdür. ‘Kan’ın, insan hayatının ana taşıyıcısı ve düşünmenin merkezi olduğunu söyler. Empedokles’e göre temel öğeler ‘Kan’dadır. Temel öğeler ‘kan’da, en olgun biçimde birleşmişlerdir. İnsanın sahip olduğu tüm yetenekler ise, kan denilen bu oluşumun olgunluğuna bağlıdır.

Milattan Önce 52’de Lucretius delirerek intihar ediyor; Seneca ise İmparator Neron’un zoruyla intihara zorlanıyor, yine Milat öncesi 65 yılında.
Zaman, mekan, kişiler değişse de, değişmeyen ‘şey’ler var. (Milat Öncesiyle, Milat Sonrası arasında hiçbir fark olmadığı argümanını yine tarihsel örneklerle destekleyerek, bir önceki kitabım olan ‘Turntable’da da anlatmaya çalışmıştım.)

Günlerini harcamadan, elinden geldiğince uzatmaya çabalayarak yaşamakta kararlı olan Jack London’ın ölüm sebebi defalarca tartışmaya açılmışsa da, pek çok eski kaynak intihar ettiği tezini geçerli kılar. 1916 yılında, çiftliğinin sundurmasında, morfin kullanarak ya da zehirleyerek kendini, intihar ettiğini anlatır kaynaklar. Bugüne dek bilinen en mütevazı mezarda yatmaktadır Jack London. Evet, dünyanın en mütevazı mezarıdır onunkisi, sadece yosun bağlamış bir kaya parçası vardır mezarının üstünde. Kitaplarından da anlaşıldığı gibi, sosyalist bakış açısı vardır. Onun bu bakış açısı kuramcı-bilimsel sosyalizmden değil, kendi bireysel yaşam tecrübelerinden kaynaklanmaktadır. Yarı otobiyografi niteliğindeki kitabı ‘Martin Eden’ yazarın başyapıtı olarak kabul edilir. Zaten intiharı da, ‘Martin Eden’ adlı kitabında yazdıklarına benzer bir biçimde gerçekleşmiştir.
Jerzy Kosinski gibi yaşadıklarını yazan, yazdıklarını yaşayan yazarlardan biri de London’dır kuşkusuz. Yaşamı boyunca nedense hep bir çeşit hor-görüyle karşılaşmıştır. Koyu bir Nietzsche hayranı olduğu bilinmektedir, Nietzsche hayranlığı da onu aslında ‘bireyci’ kılmaktadır. Sosyalizmin kuramsal öğretileri ile Neitzsche’nin bireyci felsefesini harmanlayarak, kendine has bir bakış açısı edinmiştir. Asıl trajedisi, güçlülerin güçsüzleri ezdiğine ve sonuna kadar da ezmeye devam edeceğine inanarak, derin bir umutsuzluğa kapılmış olmasıdır.
Ezilmemek için ‘üstün insan’ olma çabasıyla, sürekli ürettiği söylenir Jack London’ın. Aldığı tepkiler, çelişkili zihinsel yapısı ve yine çelişkilerle dolu bir ruhsal yapıya sahip olması da sonunda intihara yönelmesinde önemli bir etkendir.

‘Deli’lere hayran olmakla birlikte; bazı insanların intiharı seçmelerini ‘mutlaka’ delilik, ego kaybı ve zayıflık olarak algılamadığımı da yinelemek isterim.
Yaşam ve ölüm spekülâsyona en açık olgulardır. Nedenlerini bilemediğimiz dürtülerle intiharı seçmiş olanları anlamaya çalışıyorum. İntiharın, kişide, nedenleri niçinleri bizlerce bilinmeyen derin kederler gizlediğini düşünüyorum.
Kendi vasat hayatları içinde dünyadan habersizce yaşayan sıradan insanlar bile gündelik sıkıntılardan ötürü bunalıma girebiliyorsa, duyumsayabilenler için hayatın çok daha katlanılmaz olduğuna eminim.

“Bir tek iyimserler intihar ederler, artık iyimser olamayan iyimserler. Diğerlerinin hiçbir yaşama nedeni olmadığına göre, ölmek için bir sebepleri de yoktur.” diyen Cioran, duyumsayabilen iyimserlerin intihar düşüncesini olumlamaktadır. Oysaki insan yapısının özüne indikçe, insanın aslında pek de iyimser bir varlık olmadığını hepimiz fark ederiz.
İnsan şiddet ve kötülük içeren, bencil bir varlıktır. Şiddeti anlayabilmek için, onun insani bir güç olduğunu bilmek ve bu gerçekle yüzleşmek gerekmektedir. Aşksız, nefretsiz, öfkesiz, cinnetsiz, iniş-çıkışsız bir yaşamın sadece nefes almaktan ibaret olduğunun bilinciyle açık yara gibi yaşayanlar, farkındalık içinde olanlar, genellikle ölümü seçiyorlar.
Ölümü hiçbir zaman aklına getirmediğini söyleyen Baudrillard ise; felsefenin ölüme, toplum-bilimin de intihara götürdüğü kanısındadır, kişiyi. Sahip oldukları pek çok şeye rağmen; hayatın aslında çözümsüz bir iç-karmaşa olduğunu anlayanlar da bazen ölümü seçebiliyor.
Diane Arbus, Jimmy Hendrix, Kurt Cobain, Jim Morrison, Janis Joplin, Dalida, Margaux Hemingway ve bazı şöhretler örneğinde olduğu gibi… Büyük başarıları, hayran kitleleri, servetleri, şan şöhretleri, gençlik ve güzellikleri derin mutsuzluklarını önleyemiyor. Kendilerini mercek altına alınmış, kıstırılmış hissediyorlar. Sevildikçe yalnızlaşıyor, başkalaşım geçiriyorlar. Her birinin farklı farklı, fakat aynı hüzünde birleşen bir öyküsü var sanki. Hepsi anlaşılmayı bekliyor. Ben, tüm bu insanların bir hiç uğruna ölmediklerine inanıyorum.

Askeri kurumlarda gerçekleşen intihar olayları da azımsanamayacak kadar çoktur. Her erkek askere bir kahraman olacağı vaadiyle gönderilir. Fakat askeri düzende hakim olan mutlak hiyerarşi, henüz ergenlik çağından yeni çıkıp, askere alınmış olan bu genç erkekler üzerinde acımasızca kullanılır. Erler birer kahraman falan olamayacakları gibi, onur kırıcı muamelelere tabi tutulurlar. Dayak yerler, küfür işitirler, aşağılanırlar. Her türlü bireysel özerklikten, sorumluluk ve seçimden yoksun bırakılırlar. Askerlik kurumu bireyi küçük düşürmekte, şahsiyetini bozmakta, ruhunu sakatlamakta, içsel değerlerini imha etmektedir. Askeri eğitim; sorgulamadan itaat etmenin öğretildiği bir çeşit sosyal programlama işlevi görür.
Askerlik, bazı ahlaki yönleriyle, ilkel ahlakın arta-kalımıdır. Yetkileri arttıkça, rütbeliler daha da zalimleşir. Onurunu korumak amacıyla ve de utançtan kurtulmak isteği gibi sebeplerle, azımsanamayacak sayıda asker intihar ederek son vermektedir yaşamına. Askerlerin intihar yöntemleri bir ritüel de sayılabilir. Çünkü intihar eden askerlerin hemen hepsi, kendi silahlarını çenelerinin altına dayayıp tetiği çekmişlerdir.

Bir de politik içerikli intiharlar vardır ki; ‘açlık grevi’ ve ‘ölüm orucu’ pratiğinde gerçekleşen intiharlardır bunlar. Açlık grevlerinin ciddi bir iş olduğu herkesçe bilinir. İnsanlar aldatılarak, ya da aldanarak açlık grevine girmezler. Bedenlerini bilinçli olarak, öz istençle ölüme yatırırlar. Açlık grevlerinde gerçekleşen ölümler savundukları ideolojiyle birlikte sembolleşir, birer siyasi kimlik oluşturuverirler.
Amaç zaten biraz da budur. Siyasi mücadelede efsaneleşmek ve efsane üzerinden daha da güçlenerek; mücadelelerinde ivme kazanmaktır ölüm oruçlarının nihai amacı. Doğa kanunlarının, otoritenin, yasaların, genel-geçer ahlak anlayışının, var olan tüm kuralların, kısıtlamaların, dini ve milli duyguların, yapay saygının, zorunlu nezaketin, insanları köleleştiren ve belli bir kesimin çıkarlarına uygun olarak düzenlenen yönetim sistemlerinin karşısında duranların günün birinde, eğer çok gerekirse, intiharı seçmekte tereddüt etmeyeceklerine inanıyorum.
Onlar Ego’larından arınmış insanlardır. Onların Ego’ları yenilgiye uğramıştır.
Herkesçe bilindiği gibi; ölümün yükünü taşımak oldukça zordur. Yeryüzünde yaşamanın yükünü taşımak da bir o kadar zordur ancak. Sadece sanat ve felsefenin bu yükü biraz daha hafifletip, biraz olsun soluklanabilinecek bir anlam uzamı yaratabileceğine inanıyorum.

Bizlerse ‘deli’ dediğimiz, cenazelerine saygı duyulmayan bu ölülerin bireysel zihinlerinden, evrendeki diğer zihinlere ulaşan o eşsiz sözcükleriyle yaşama tutunuruz çoğu kez. Sözcükleri, yaşam ve ölümleri, bize, birer ‘hiç’ olarak ve ‘her şeye rağmen’ yaşamayı ve savaşmayı öğretir. Onların sözcüklerinden bizlere doğru eşsiz bir yaşam akar. Fakat o yaşam giderek eksilerek akmaktadır. Eksilir, eksilir, eksilir, eksilir… Yaşam hızla eksilmektedir. Her şeyin insana karşı olduğu değersiz ve kirli bir dünyada yaşadığının bilincinde olan kişi daha iyi bir dünya kurmayı düşlese bile, aslında böyle bir şeyin hiçbir koşulda gerçekleşemeyeceğinin bilincinde olduğundan eksilmektedir çünkü. İnsanların giderek daha da bencilleşmeye başlaması, kent hayatının getirdiği yalnızlık hissi, duygusal desteğin azlığı psiko-sosyal stresler beyin kimyasını bozabilir ve kişiyi intihara yöneltebilir. Kişinin neyi yapması, neyi yapmaması gerektiği konusunda bocaladığı zihinsel süreçte, intihar göze cazip görünebilir.

Filozof ve sanatçıların çoğu sürüye katılmayıp, yalnız gitmeyi tercih ettiklerinden intihar etmişlerdir. Filozoflar bilinmeyenden başlayarak bilinmeyene doğru ilerlerken sürüden ayrılarak izole olup, belki de cinnet geçirip ve de süperbireyciliklerinin verdiği sonsuz cesaretle, son noktayı kendileri koymak istiyorlar, kendi yaşamlarında. Hayatı sorgulayan, ona bir anlam yüklemeye çalışan insanların toplum tarafından tecrit edilmekte olduğu bir gezegende; kendini ifade ettiği halde anlaşılamamış olması kişinin, bazen ölüm kadar acı verici olabiliyor. Özellikle filozofların, sanatçı kişilerin ve bazı siyasi kimliklerin intiharlarını ‘bir ret, bir başkaldırı, bir varoluş biçimi’ olarak yorumlayıp, seçimlerine saygı duyduğumu belirtmeliyim.

“Sebebi her ne olursa olsun”, diyorum kendi kendime; “insanları rest çekmeye, pes etmeye, hayattan vazgeçmeye götüren sebepler, (bizler bunu anlayamasak bile) belli ki o kişi için çok önemliydi. Anlamaya çalışalım, yardırgamayalım intihar edenleri, hepsinin mutlaka kendince önemli bir sebebi vardı. Ve geride kalanlardan daha fazla deli değildiler pek çoğu… Belki de, sadece farkına varılmış olmayı bekliyorlardı.” Bu sebeple, kendilerince önemli olduğuna inandığım gerekçelerine sonsuz saygı duyuyorum, evet.
Hiçkimsenin yaşamı ve ölümü bir başkası tarafından ‘doğru ve ‘yanlış’ terimleriyle sorgulanamaz, hiçkimse bir başkasının yaşamını yargılama hakkına sahip değildir çünkü.