Türkiye’de “üniversite mezunu olmak” diye bir tabir var. Hangi üniversitenin, hangi bölümünden mezun olduğunuza bakılmaksızın, önemli olanın “üniversiteden mezun olmak olduğunu” ifade eden bir tabir. Hatırlarsınız, Gülse Birsel’in yazıp, oynadığı Avrupa Yakası komedi dizisindeki Burhan Altıntop karakteri de, çalıştığı iş yerindekilerle aynı toplumsal tabakadan olduğunu ima edebilmek için sürekli olarak “Ben de Üniversite Mezunuyum, ben de Nişantaşı çocuğuyum!” derdi.
Üniversite Osmanlı’dan günümüze Türkiye’de toplumsal tabaka atlamanın, statünün bir simgesi olagelmiştir. Oldum olası, zürefa ve hukemaya dahil olmanın yoludur yüksek tahsil.
1990’lardan sonra ise her ile bir üniversite her ilçeye de bir meslek yüksekokulu açmak devletin iktisat politikası haline geldi. Yok, yok yanlış yazmadım, “eğitim politikası değil” “iktisat politikası”. İsmet Parlak ile birlikte 2000’lerin başında yazdığımız ve Paragraf yayınlarından çıkan Her İle Bir Üniversite Türkiye’de Yüksek Öğretimin Çöküşü başlıklı kitapta dilimizin döndüğünce bu tehlikeye dikkat çekmeye çalışmıştık.
2000’lerin ilk çeyreği geçilirken iki üç yardımcı doçent hoca ile tüm bölüm derslerinin götürülmeye çalışıldığı bir “taşra üniversitesi” gerçeği ile karşı karşıya kaldık. Anadolu’nun bazı üniversiteleri Ankara ve İstanbul’un bazı üniversiteleriyle kapışacak kalibreye erişirlerken (bir çırpıda aklıma gelen iki örneği sıralayıp geçeyim: Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin Hacettepe’den ne eksiği vardır ya da Eskişehir Anadolu İletişim Fakültesinin Ankara İLEF’ten?) birçoğu “üniversiteli olma hayali” satan kurumlar olmaktan fazla bir anlam ifade etmedi.
MEF Üniversitesi’nden Prof. Dr. Orhan Erkut Hoca’nın 12 Aralık 2018’de YÖK Başkanı Prof. Dr. Yekta Saraç‘ın katılımıyla toplanan TOBB Türkiye Yükseköğretim Sektör Meclisi’nde yaptığı sunumdan Özlem Yüzak’ın Cumhuriyet (01.03.2019) gazetesinde yayınlanan Neden Üniversite Okusunlar ki? Başlıklı yazısı vasıtasıyla haberdar oldum. Bu sunumun bir rapor haline getirilmiş versiyonu Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı’nın sitesinde mevcut. Rapor, bizim yıllar önce Her İle Bir Üniversite Türkiye’de Yüksek Öğretimin Çöküşü kitabında dikkat çekmeye çalıştığımız tehlikelerin artık tehlike olmaktan çıkıp, birer realite haline geldiğini de gösteriyor. Bu kitaba da benim internet sitemden (metekaankaynar.com.tr) ulaşmak mümkün.
Orhan Erkut Hoca, Yükseköğretimde Kontenjan Balonu adını verdiği sunum/raporunda üniversite kontenjanlarındaki kontrolsüz artışın üniversite eğitimine yüklenen anlamları da değiştirmeye başladığını, öğrencilerin “üniversite olsun da ne olursa olsun” anlayışından hızla uzaklaştıklarını ve kontenjanların gittikçe daha fazla boş kalmaya başladığının altını çizmektedir. Nitekim Hocanın da dikkat çektiği gibi; “Arzdaki artışın iki temel nedeni 1985’den bu yana kurulmuş olan 73 vakıf üniversitesi ile devletin “her şehre bir üniversite” politikası olmuştur. Üniversite sayısının artışında rekor kırılan yıllar 23 üniversite ile 1992, 22 üniversite ile 2007 ve 21 üniversite ile 2018 yılları olmuştur. Üniversite açılışı yönünden en bereketli zaman aralığı ise toplamda (8 tanesi 2016’da kapatılan) tam 80 yeni üniversitenin açıldığı 2006-2010 aralığı olmuştur. 2005 itibarı ile toplam 77 üniversitemiz varken, bu üniversitelerin doktora programları ile yeni öğretim üyesi üretebilme kapasitesi kat be kat aşılarak sadece 5 sene içinde üniversite sayısı iki mislinden fazlasına çıkarılmıştır. Öğretim üyesi arzının çok ötesindeki bu artışın temel nedeni ise maalesef akademik veya ekonomik olmaktan çok siyasi olmuştur.”
Kontenjanlar bu şekilde artarken, öğrencilerin talepleri ise aynı ölçülde şekillenmemektedir: Doluluk oranları devlette 2015 yılında %99’dan 2018 yılında %85’e, vakıflarda ise 2015 yılında %91’den 2018 yılında %73’e düşmüştür. Toplam doluluk oranının sadece 3 yıl içinde 15 puan birden (%96’dan %81’e) düşmesi yükseköğretim talebinde ciddi bir değişimin yaşandığını göstermekte. Üniversitelerin doluluk oranları ile ilgili olarak Hocanın hazırladığı grafiği yanda görmektesiniz.
Öğrenciler neden niteliksiz taşra üniversitelerine gitmek istemiyorlar, Orhan Erkut 9 maddede sıralamış bunun nedenini; paylaşayım sizinle.
1- Ülkede üniversite kapasite arzı doygunluğa ulaştı. 2018 yılında (Açıköğretim ve uzaktan öğretim dâhil) toplam kontenjan 1 Milyonun üzerinde idi.
2- Kapasite planlaması iyi yapılmıyor. Kontenjanlar ekonominin gelecekte yaratacağı olası talep yerine geçmişteki aday talebine göre belirleniyor.
3- Adaylar tercih yaparken maalesef miyopik davranıyor ve sadece günümüzün şartlarını düşünüyorlar. Bu nedenle ekonomiye bağlı olarak (2018’de inşaat mühendisliği ve mimarlıkta görüldüğü gibi) bazı alanların popülaritesi hızla düşebiliyor.
4- 2018’de hem birçok puan türü birleştirildi hem de farklı gruplardaki adayların sıralamaları birleştirildi. Bunun sonucu olarak geçen seneki taban puan sıralamaları anlamsızlaştı. Birçok aday tercih hataları yaparak yerleşebilecekleri programları tercihlerine dahil etmediler.
5- Puan türlerindeki sıralamaların birleştirilmesi barajları da etkiledi. Özellikle, araya giren sayısalcıların çokluğu nedeniyle Hukuk barajı geçmiş yıllara göre yüksek kaldı.
6- Oldukça ciddi bir ekonomik krize girmiş bulunuyoruz. Önünü göremeyen aileler üniversiteye gitme kararını ötelediler ve tüm üniversitelerin talebi azaldı.
7- Adaylar “iş garantili” programların peşinde. Örneğin 2018’de psikoloji ve siyaset bilimindeki talebin azalmasının yanında sağlık bilimlerindeki talebin güçlü kalmış olmasının temel nedeni bu.
8- Ülkedeki siyasi ve ekonomik gidişten memnun olmayan birçok aile çocuklarını geçmiş yıllara kıyasla daha yüksek bir oranda yurt dışındaki üniversitelere gönderdi.
9- Öğrenciler üniversitenin her derde deva olmadığını fark ettiler ve “herhangi” bir programa girmeyi reddediyorlar. Üniversiteler öğrencilerin ve iş dünyasının beklentisine cevap veremiyorlar ve toplum bunun yavaş yavaş farkına varıyor. Üniversiteler hala geçen yüzyıldaki gibi içerik odaklı eğitim veriyorlar ve öğrencilerin 21. yüzyıl yetkinliklerini geliştirmek için gerekeni yapmıyorlar. Bunun yanında müfredatlarda gereken değişiklikler de gereken hızla yapılmıyor ve birçok programın müfredatı gelecek yerine geçmişe mezun yetiştirmeye yönelik.
Raporda Eğitim, Hukuk ve İktisadi ve İdari Bilimler (İİBF) fakülteleri mercek altına alınmış ve her üç fakültenin sınırsız ve sorumsuzca açılmaya devam etmeleri, açılanların kontenjanlarının da her yıl kontrolsüz bir şekilde artırılmaları, olmadı ikinci öğretim adı altında iyiden iyiye şişirilmelerinin sonuçlarını ayrıntılı bir şekilde değerlendirilmiş.
Ben sizinle raporun sadece İİBF siyaset bilimi (ve Kamu yönetimi/Uluslararası ilişkiler) bölümleri ile ilgili olan bölümlerini paylaşmak istiyorum.
Bu alandaki bölümlerin farklı isimleri var: Siyaset Bilimi, Kamu Yönetimi, Uluslararası İlişkiler, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler, Küresel Siyaset ve Uluslararası İlişkiler. İsimleri farklı olmakla birlikte bu programların tümü siyaset bilimi programıdır ve aralarındaki ciddi farklar bulunmamaktadır. Adından da anlaşılacağı gibi, siyaset bilimi bir (sosyal) bilimdir ve doğrudan bir mesleğe götürmez. Siyaset bilimi okuyanlar, akademik kariyer yapabilir, STK’lerde araştırmacı veya yazar olarak görev yapabilir, gazeteci veya memur olabilirler. Kamu Yönetimi programlarının mesleğe götürdüğü düşünülebilir, fakat son yıllarda kamuda İlahiyat mezunlarının tercih edildiğini gözlemliyoruz. Uluslararası İlişkiler programları de Dışişleri Bakanlığı gibi birkaç devlet kurumunda mesleğe götürebilir, fakat bu kurumlardaki çalışan sayıları oldukça küçüktür (örneğin Dışişlerinde 6,500 kişi).
Bu programların toplam kontenjanı 30,000’in üzerinde ve bu kontenjanın %83.5’u devlet üniversitelerinde. Devlet üniversitelerinin örgün eğitim programları bile dolmamış—doluluk %86. Az bir ücret alınan ikinci öğretimde doluluk %50’ye düşmüş. Vakıflardaki doluluk ise %41. Açıköğretimde bu programlara pek rağbet yok—doluluk %22’de kalmış. Görünen o ki, bu programlar adaylar için artık pek çekici değil.
Bu programların kontenjan ve yerleşme sayılarına zaman içerisinde baktığımızda ortaya ilginç bir resim çıkıyor. 2010 ile 2018 arasında tüm kontenjanlarda önemli artışlar görülüyor: Devlet örgün öğretimde %81, ikinci öğretimde %49, vakıflarda ise %38 artış. Yani bu programlar zaman içerisinde ciddi bir şekilde büyümüşler. 2010-2017 arasında doluluk oranları pek değişiklik göstermemiş; devlet örgün ve ikinci öğretimde programlar neredeyse hep tam dolmuş, vakıflarda ise doluluk %70 ile %90 arasında değişmiş (Belki de bu programların kontenjanlarındaki artışın nedeni, doluluk oranlarının yüksek olması olmuş—yani talep arzı tetiklemiş). Öte yandan açıköğretim programlarına yerleşen sayısı hep azalmış: 2010’da 29,300 iken 2014’de 10,250’ye, 2018’de ise 1,300’e düşmüş. Özetle, 2018’den önce bu programlara ilgi sadece açıköğretimde azalmış. 2018’de ise hem devlet hem de vakıf programlarında ciddi boşluklar ortaya çıkmış.
Zaman içerisinde organik olarak büyümüş olan bu kontenjanların çok ciddi bir şekilde küçülmesi gerektiğini düşünüyorum. Kanımca bu alanda var olan kontenjanın ufak bir bölümü bile yeterli olacaktır. “Hocaları ne yapacağız?” kaygısı ile adaylara hayal satmaya devam etmemeliyiz. Bu programlarda küçülmenin yolları da verilerde bulunuyor.
1) Örgün eğitimde bile kontenjanların dolmadığı programlarda ikinci öğretime gerek yoktur. Siyaset bilimi ve türevlerindeki tüm ikinci öğretim kontenjanları kaldırılmalıdır.
2) Bu programlarda üniversite kontenjanları 60 (yani bir sınıf büyüklüğü) ile sınırlandırılmadır. Bazı programlarda aşırı yüksek kontenjanlar (220 veya 180 gibi) gereksiz sınıf büyüklükleri yaratıp eğitimin kalitesini düşürmektedirler.
3) Kontenjanların öğretim üyesi sayısına oranlı olarak verilmesi gerekir.
Bu programların ilgi çekici bir özelliği, öğrenci/öğretim üyesi oranlarının çok yüksek oluşlarıdır.
- 52 Uluslararası İlişkiler programının sadece 12 tanesinde kontenjan/hoca sayısı oranı 10’un altındadır. Örneğin kılavuzda Aydın Adnan Menderes Üniversitesi’nde sadece 4 Dr. Öğretim Üyesi görülmesine rağmen (bu bilgi üniversitenin sitesinden teyit edilmiştir) kontenjan 206 olmuştur (100 örgün, 100 ikinci öğretim, üçer de okul birincisi). Yani bu bölümdeki öğrenci-hoca oranı 200 civarında olabilir. Önerdiğim formüle göre bu bölüme en fazla 40 kontenjan verilmelidir.
-
50 Kamu Yönetimi programının sadece iki tanesinde kontenjan/hoca oranı 10’un altındadır.
-
Siyaset Bilimi bölümlerinde de durum farklı değildir. Adı “Siyaset Bilimi” ile başlayan 135 bölümün 101’inde kontenjan/hoca oranı 10’un üzerindedir. Örneğin, Kafkas, Sinop ve Yozgat Üniversitelerinin Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümlerinde üçer öğretim üyesi görülmesine rağmen bu programların her birinde toplam kontenjan 164 (80 örgün, 80 ikinci öğretim, ikişer de okul birincisi) olmuştur. Bu bölümler dolarsa öğrenci/hoca oranı 200’un üzerinde olur!
-
Kontenjan/hoca oranının en yüksek olduğu bölümlerin devlet üniversitelerinde olduğunu gözlemledim. Örneğin siyaset bilimi bölümlerinde bu oranın 20’nin üzerinde olduğu 49 bölümden sadece 6’sı vakıf üniversitelerinde idi. Görünen o ki, YÖK kontenjanları belirlerken devlet üniversitelerine daha fazla yükleniyor. Siyaset biliminde devlet üniversitelerine verilen ortalama kontenjan 124 iken, vakıflara verilen ortalama kontenjan 57. Devletteki kontenjanların vakıflardakilerin seviyesine çekilmesi makul olur.
Keyifli Pazarlar