İlm kesbiyle pâye-i rif’at
Ârzû-yi muhâl imiş ancak
Aşk imiş her ne var âlemde
İlm bir kîl ü kal imiş anca[1]
Fuzulî
Senaryosunu Gülse Birsel’in yazdığı Avrupa Yakası isimli bir sitcom vardı; muhtemel ki, denk gelmişsiniz, izlemişsinizdir. İzlediyseniz, Erol Günaydın’ın canlandırdığı Avrupa Yakası dergisi İdari Müdürü Burhan Altıntop karakterini mutlaka hatırlayacaksınızdır. Burhan, birlikte çalıştığı beyaz yakalı/Türklere, “sosyete”ye onlarla aynı sosyal-statüde olduğunu hatırlatabilmek için üniversiteli olduğunu, üniversite mezunu olduğunu mütemadiyen vurgulamak zorunda kalıyordu. Mizah bu ya, altı üstü açık öğretim mezunuydu; dolayısıyla aslında “üniversiteli” bile sayılmazdı hatta zaten yaşam tarzıyla da sosyete/société’nin üyesi bile kabul edilmezdi.
Biz, Fransızca’dan aldığımız sosyete (société) kelimesini, bir sosyal bilim kavramı olarak “toplum” anlamının uzağında, Batılı yaşam/tüketim tarzlarını benimseyen insanlar, tuzu kurular, zenginler, çoğunca da celebrity anlamında kullanmayı tercih edegeldik. “İstanbul sosyetesinin gözde mekanı….” İfadesinin ana akım gazetelerin cemiyet haberleri sayfasının en popüler ifadelerinden biri olduğunu hatırlarsınız. Osmanlı’nın her döneminde mevcut olsa da lise ders kitaplarının sadece Sened-i İttifak ile birlikte adı anılan âyan’ı bugünün sosyetesi sayabilir miyiz? Hiç bilemeyeceğiz bu sorunun kesin cevabını ama kelime anlamıyla içinde yaşadığı çevrede sivrilmiş, göz önündeki insan (erkek) anlamında -ki zaten âyan kelimesi âyn, göz kelimesinden türemiş- âyan ile bizim ünlü (gözde, âyan, kodaman) sosyete mensubu zürefa’nın (zarif, kibarların) aynı değilse de yakın akraba olacaklarını tasavvur edebiliriz.
Nitekim Özcan Mert de, İslâm Ansiklopesi’ndeki makalesinde ayânın çok geniş mânada kullanıldığını, “Tarihî belgelerde voyvoda, mütesellim, muhassıl, mutasarrıf ve vali olarak görülen yerli hânedanlar[ın], aynı zamanda âyan… tabirleriyle de” ifade edildiğini belirtmektedir. “Ayrıca molla, kadı, müftü, müderris, seyyid ve tarikat şeyhi gibi ilmiye mensupları, kethüdâ yeri ve yeniçeri serdarı gibi kapıkulları ve bunların mâzul ve emeklileri ile çocukları, kasapbaşı ve bakkalbaşı gibi esnafın önde gelenleri, zahireci, kuyumcu, sarraf, bezzâz ve çuhacı gibi tüccar ve mültezimler âyandan sayılmıştır.” W. Pareto’nun governing elites kavramına çok yakın bir yerdeyiz. Gözde, gözönünde, seçkin (elit), ileri gelen âyan ya da sosyete, farklı dönemlerin ve/ya farklı toplumların birbirlerinden çok da tezat noktalara işaret etmeyen kavramları
Lafı dağıtmayayım, Mert’in de âyanın içinde saydığı kesimlerin genel profillerine baktığımızda ya da âyanın gözde, kodaman, ileri gelen elit anlamlarından bir kavramsal hat çekip bugünün sosyetesine bağladığımızda, tıpkı Burhan Altıntop karakterinin olduğu gibi günümüz gençlerinin de “üniversiteli olmak”a “bir alanda yüksek öğrenim görmek” anlamının dışında, bir sosyal statü sahibi olmak, toplumun gözdeleri, âyanı, eliti, sosyetesi içine girmekle benzer anlamla yüklediklerini düşünebiliriz.
Eğitim sadece Türkiye’de değil tüm dünyada sosyal statü kalıplarının belirteçleri arasında yer alır. Davranış bilimciler boşuna eğitimi, (bireyin yetenekleri, eğitim seviyesi, sahip olunan meslek, yaş ve cinsiyet durumu gibi) sosyal statüyü belirleyen faktörler arasında saymıyorlar. Ama Türkiye’nin ilk dönemlerine dönüp baktığımızda bırakın üniversite mezunu olmayı, 8/3/1926 tarih, 788 sayılı Memurin Kanunu’nun 4. Maddesinin D bendinde ifade edildiği şekliyle memur olabilmek için “Lâakal [min.] orta mekteplerden mezun olmak” şartı arandığını unutmamak gerekiyor. “Memur olmak”ın dönemin sosyetesi, cemiyet yaşantısı içine girmenin mütemmim cüzü olduğunu söyleyebilir miyiz? Hiç kuşkusuz evet. (Erken ve yakın) Cumhuriyetin memuru genel anlamda sosyetenin, cemiyet hayatının içindeydi ama bütün sosyete de memurlardan müteşekkil değildi. Bir başka ifade ile türküde de geçtiği gibi, “memur (öğretmen) karısı” olmak sosyeteye girmenin (naylon çorap girmenin) de ayrılmaz bir rüknüydü.[2] Tokat yöresinde (bir statü sembolü olarak) naylon çorap giymek ile özdeşleştirilen “öğretmen karısı olmak” Muzaffer Sarısözen’in 1951 yılında derlediği bambaşka bir (Burdur Yöresi) türküde (Yayla Yollarında Yürüdüm Geldim) farklı bir şekilde dile getirilir. Bu türküde genç kızımız sosyete ile sıradan, âyan ile avam, kentli ile köylü, okumuş (omuzu tüfekli) ile okumamış (inekli, yoğurdu sinekli) arasındaki statü farklarını çok daha net özetler: “Ben varmam inekliye/Yoğurdu sinekliye/Allah nasip eylesin/Omuzu tüfekliye”
Adnan Menderes’in hayatı “üniversiteli olmak”ın sosyal statü ile ilişkisine dair verilebilecek en manidar örneklerinden biridir. İzmir Amerikan Koleji mezunu, müreffeh bir landlord, Adnan Menderes, CHP milletvekili olduktan sonra Ankara Adliye Hukuk Mektebi’ni (sonranın Ankara Hukuk Fakültesi) bitirir. Şevket Süreyya Aydemir Menderes’in Dramı’nda, onun Hukuk Fakültesi’ne girmesinde, dönemin önemli figürü Parti Genel Sekreteri, Recep Peker’in lise mezunu Menderes’e küçümser tarzda “Neden tahsilinde ilerlemiyorsun?” diye sormasının da etkili olduğunu söyler. Böyle bir anekdotun gerçekten olup olmaması bir yana mal varlığı yerinde, bir işe, mesleğe ihtiyaç duymayan ve zaten milletvekili seçilmiş bir zatın neden hukuk konusunda yüksek öğrenim görmek da bir meslek sahibi olmak için değil -ki Adnan Menderes hiçbir zaman hukuk mesleği ile uğraşmadı- “üniversiteli olmak” için Ankara Hukuk’a girdiğini anlamanın yolunun, genç Anadolu kadınının öğretmene varmak, naylon çorap giymek ve statü sahibi olmak arasında kurduğu rabıtayı anlamaktan geçtiğini söyleyebiliriz
Nitekim Necip Fazıl’a bakılırsa (Benim Gözümde Menderes) dönemin Ankara Hukuku, yaşını başını almış, memur olduktan sonra tahsilini tamamlamaya çalışan kimselerle doludur. Kısakürek dönemin Ankara Hukuku’nu “…acil yardım kliniği halinde acil tahsil ocağı” diyerek sarakaya da alır. Dönemin Hukuk Mektebindeki hocaların bile (İstanbul Mebusu Tevfik Kamil Bey Roma Hukuku, Gümüşhane Mebusu Cemal Hüsnü Bey İktisat, İstanbul Mebusu Yusuf Akçuralı da Siyasî Tarih derslerine giriyorlardı) bir kısmının mebus olduklarına bakılırsa Kısakürek’in haksız olmadığı da söylenebilir.
Özetler, toparlarsak; Türkiye’de üniversiteli olmak, tüm dünyada olduğu gibi kişinin sosyal statüsünü etkileyen faktörlerden biridir; farksa üniversite eğitimine yüklenen anlama mündemiçtir. Şöyle ki, davranış bilimleri bize bir kişinin bir konuda yüksek öğrenim görmesinin onun kişisel yetenek ve becerilerine dolayısıyla da o kişinin sosyal statüsünün yükselmesine etki edecek faktörlerden biri olduğunu söylemekle yetiniyor. Türkiye örneğinde ise “üniversiteli olmak” ile eğitim almak, aldığı eğitim ile kişisel kalitesini geliştirmek ve böylece sosyal statüsüne yükseltmek arasındaki bağ -yok değil ama- zayıf; en azından çok güçlü değil.
“Üniversiteli olmak” okuyanı yönetici elite sokacak, geniş anlamda âyana dahil edecek temel unsur olageldi; bunun, hiç değilse 1980’lere kadar sürgit devam ettiğini söyleyebiliriz. Elbette bu, eğitim konusunda hiçbir değişikliğin yaşanmadığını iddia etmek anlamına gelmez -ki Mehmet Ö. Alkan Hoca Osmanlı İmparatorluğu’nda Modernleşme makalesinde bu dönüşümün izleğini de çizer: “Türkiye’nin siyasal tarihi ile eğitim alanında meydana gelen değişimler arasında paralellik vardır. Siyasal değişimin özellikleri eğitim sistemine yansımakta gecikmemiş, siyasal iktidarlar eğitim aracılığı ile kendi değerlerini topluma aktarmaya çalışmışlardır.” Alkan Tanzimat dönemi aydın elitinin “…bürokrasinin kendisini yasal güvenceye kavuşturması sonrasında, bürokrasi içinden usta-çırak ilişkisiyle… II. Abdülhamid döneminin muhalif aydını ve yönetici eliti ise bizzat II. Abdülhamid’in kurduğu okullarda” yetiştiğini belirtmektedir.. Meşrutiyet dönemine yasal partiler ve dernekler aydınların ve elitin yetiştiği başlıca kaynak durumuna gelecektir. Tanzimat sonrasında (askerî ve sivil) bürokrasi dışında yine devlete bağlı üç meslek grubu; Öğretmenler, hekimler ve mühendisler modernleşme militanı olarak ortaya çıkmışlardır.
Taner Timur, Toplumsal Değişim ve Üniversite’sinde altını çizdiği gibi, “Osmanlı medreseleri, bir çeşit devlet kurumu olarak, Osmanlı düzeninin çok önemli bir parçasını oluşturuyorlardı.” Tanzimat’a kadar eğitimin bir diğer kaynağı da Fatih ile birlikte şekillene Saray Okulları (Enderun) idi. Eğitim tarihimiz ile ilgili detaylar bir yana, burada altını çizmek istediğim husus bugün üniversite dediğimiz kurumun genetik kodlarını çizen iki kurumun (medrese, enderun) da devlet ve devletin gözde, sivrilmiş anlamında -geniş anlamda- âyan ile ilişkisidir. Zaten Türkiye’de üniversiteli olmak ile sosyal statü arasında kurulan ilişki de tarihteki medrese/enderun ve onun “devlet”; “devlet” kavramının da ululuk, büyüklük, büyük rütbe, büyük mevki ve makam, mutluluk, saâdet, tâlih ve baht gibi anlamlar arasında kurulan düşünsel bağda tesis edilmektedir. Tartıştığımız şey artık kesinlikle bir yükseköğretim değildir; devletin, devlet kavramının içinde gizli mutluluk, saadet, baht ve talihe erişmenin en kestirme yolu olarak “üniversiteli olmak”tır.
Elbette bizim bugün üniversitelere yüklediğimiz anlamla, Osmanlı’nın sahn-ı semân medreselerine yüklediği anlamlar aynı değildi ama bugün “üniversiteli olmak”ı konuşacaksak mecburen o günlerden kalan genetik mirası da anmamız ve anlamamız gerekiyor.
Osmanlı’da dönüşümün askeriyede başladığı ama askerî dönüşümün aynı zamanda eğitim kurumlarında reform ve dönüşüm anlamına geldiğini de unutmamak gerekiyor. Çok eski örneklere gerek yok; İsmet İnönü’nün bir mühendis, Rıza Nur’un da bir asker olduğunu söylesem Osmanlı’dan yakın tarihimize eğitim (üniversite)-askerlik-reform kavramlarının ne kadar iç içe geçtiklerini özetlemiş olabileceğimi düşünüyorum.
Cumhuriyet’in elinde Osmanlı’dan miras Darülfunun’dan başka bir üniversitesi yoktur. Buranın rejimle iltisakı da sorunludur ki 1933’deki “reform”un temel sebeplerinden biri de budur. İstanbul Üniversitesi’ni 1944’te İstanbul Teknik Üniversitesi takip edecektir. Aynı tarihlerde Ankara’da Ankara Adalet ve Hukuk Mektebi (1925), Ankara Yüksek Ziraat Okulu (1930), DTCF (1935) ve 1935’de Ankara’ya taşınmasına karar verilen ve 1938’de adı Siyasal Bilgiler Okulu olarak değiştirilen Mektebi Mülkiye’den başka okul yoktur. Buralarda okumak için Ankara ve İstanbul’a gelen insanlar içinde üniversite eğitimi, bu yüksek öğretim kurumunda elde edilecek teknik ve mesleki bilgiden çok daha fazla bir anlama geliyordu; tıpkı Adnan Menderes örneğinde olduğu gibi. Hukuk, Ziraat ya da Hukuk bilgisi elbette önemliydi ama Mekteb-i Mülkiye’de ya da Hukuk Mektebi’nde okumak bundan çok daha fazlası anlamına geliyordu.
İkinci Dünya Savaşı sonrası dönem dünyada da Türkiye’de de üniversitelerin sayılarının artmaya, kapasitelerinin genişlemeye başladıkları bir dönemdir. Türkiye’de 1950’lerden başlayarak üniversitelerin Ankara ve İstanbul dışına çıkarak yurt sathına yayılmaya başladıklarını görürüz. 1955’de kurulan Karadeniz Teknik ve Ege üniversiteleri, 1957’de Erzurum’da açılan Atatürk Üniversitesi bu çabaların ilk ve somut örnekleridir.
68’li yıllara gelindiğinde dünyanın zeitgesti Türkiye’yi de saracak olsa da üniversite, hâlâ sosyal statü kazanmanın, yönetici elit, âyan içine girmenin anahtar kurumudur. 68’in Siyasal’ında hâlâ bir bacağını Sakarya Savaşı’nda bırakmış bir Kurtuluş Savaşı gazisinin torunu; tornacı bir babanın oğlu okumaktadır(!) Fakirdir, paltoya paraları yetmediğinden dedesinin üç aylığından arta kalan parayla alınır parkası(!) Üst cebi sökülmüş, kirli yeşil bir renkte, eskicene bir parka giyse de bir sabah sırtında parkasıyla ülkenin kaderini değiştirmek için yola çıkan bu genç, dört hain kurşunla (Karaca’nın burada Milliyetçi cepheyi ve onu teşkil eden dört partiyi ima ettiğini söylenir) öldürülmüş, parkasıyla yatar iken bulunacaktır (!) Mülkiye’nin parkalı genci, seçilmiştir, elittir, misyon sahibidir; vatan aşkından başka aşkla çarpmayan kalbi, (büyük harfle) Vatan’ın gözyaşlarını dindirmek için görevine hazırdır.
bu misyonla parkalı genç, ülkenin siyasî kaderinde rol oynar. İşte tam da bu özelliğidir ki parkalı genci, tamircide çıraklık yapan, okuduğu cildi parlak kağıt kaplı pahalı kitapların etkisiyle zengin kızına gönlünü kaptıran akranından ayrılır.
1950’lerde başlayan üniversiteleri yurt sathına yayma politikası 1980 sonrasında iyiden iyiye şirazesinden çıkacak, her ile bir üniversite kurma politikası, taşra illerini o ilde kurulacak üniversiteye gelecek öğrenci ve hocaların harcamalarıyla canlandırma, ayakta tutma politikasına dönüşecektir. 1982’den sonra Açık Öğretim Fakültesi ile o dönem mektupla öğretim denilen eğitim sistemi de devreye girer; 1984 yılında ise Ankara’da yasaötesi yöntemlerle kurulan Bilkent Üniversitesi ile Türkiye vakıf üniversiteleri ile tanışmaya başlar. Artık üniversitenin ne elitle, âyanla, gözde ile sosyete ile… ne de misyon sahibi parkalı gençlerle bir alakası vardır. Sistem 1980 sonrasında üniversiteli gençleri sinema bileti, hamburger, ev kirası, çay cocacola, üniversite harcı vb. olarak kodlamakta ve onlardan kurudukları illerin esnafının yüzünü güldürmelerinden başka bir şey beklememektedir. Vakıflar, nasıl Osmanlı pratiğinde malını müsadereden kurtarmak isteyen ricalin hile-i şeriyyesine mevzu olduysa 1980’den sonra da Üniversite A.Ş’yi meşrulaştırma, üzerini örterek onları masumlaştırma görevi üstlendiler.
Suçlu kimdir? Esnafın yüzünü güldürsün diye açılan taşra üniversitelerinde okuyan öğrenciler mi, vakıf üniversitesi diye açılan Üniversite A.Ş.’lerde okuyanlar mı yoksa oralarda çalışanlar mı? Yoksa bu tabloya bizi mahkum eden hükümetler mi?
Üniversite sisteminin iflas raddesine geldiği bu kadar açıkken önümüzdeki hafta 2 milyon 433 bin 219 öğrenci yine üniversite sınavına girecek. Tüm gençlere ve elbette kendi kızıma, Deniz’ime de önce sabır sonra selamet dileklerimle…
Keyifli Pazarlar
[1] İlmin kazanılmasıyla (kesbiyle) unvanın yükselmesi (pâye-i rif’at) imkansız bir arzuymuş (Ârzû-yi muhâl imiş) ancak, Aşk imiş her ne var âlemde İlm bir o onu dedi bu bunu dedi (kîl ü kal) imiş ancak
[2] Türkü’nün 25.08.1975 tarihinde Tuğrul Şan tarafından derlenen versiyonunda Ordu, Aybastı yöresine ait olduğu kaytlı (Rep No 1188). Lakin aynı türkünün Tokat Reşadiye yöresine ait (Abum Abum) farklı bir versiyonu da Davut Şahin tarafından derlenmiştir. Bu versiyondaki sözleri şöyle : “Öğretmene varamadım/Naylon çorap giyemedim/ Muradıma eremedim”