Türkiye dış borçlarını nasıl geri ödeyecek?

Türkiye ekonomisi, büyük ölçüde sermaye girişlerine bağımlı bir ekonomi. Aralık 2019 itibariyle 473 milyar dolar olan dış borcun 124 milyar dolarlık kısmı (GSYH’nın yaklaşık yüzde 17’si) kısa vadeli olup bunun 93 milyar dolarlık kısmı da özel sektöre aitti. 2020 yılında ödenmesi gereken dış borç ise yaklaşık 169 milyar dolar ile GSYH’nın yüzde 23’üne tekabül ediyor.

Bu tutarlar neden önemli? Çünkü finansal kriz dönemleri borç çevirme imkanlarının zayıfladığı dönemler.

Piyasalarda panik, güvensizlik ve belirsizliğin hakim olduğu zamanlarda yatırımcılar borç verme konusunda tedirgin oluyorlar.

Yani risk alma iştahı düşüyor. Herkes daha temkinli davranmak ve en güvenli bulduğu yatırım araçlarına yönelmek istiyor.

Bu durumda normal zamanlarda borcu borçla kapatma şansınız varken bu tür gergin dönemlerde bunu yapmakta zorlanıyorsunuz.

Peki Türkiye ne kadar sıkıntı yaşayabilir? Burada net bir rakam vermek zor. En kötü senaryo olan “ani duruş” senaryosunda sermaye girişinin tamamen durması söz konusu olur.

Ancak bu uç ihtimali bir kenara koyarsak, geçmişteki finansal krizlerde borç çevirme oranlarının yüzde 70-80 aralığında seyrettiğini görüyoruz.

Eğer benzer bir başarı elde edebilirsek 169 milyar dolarlık borcun 35 milyar dolar ila 50 milyar dolarlık kısmı çevrilemez ve bir yerden denkleştirmek zorunda kalınabilir demektir.

Öte yandan Covid-19 krizinin yakın tarihte yaşadığımız krizlerin hiçbirine benzemediğini unutmayalım. Dolayısı ile pandeminin uzaması durumunda bu rakamın yükselmesi de ihtimal dahilinde.

Dış borç ödemesi ile ilgili endişeleri yıl başından beri yaşanan sermaye çıkışı rakamlarından gözlemliyebiliyoruz.

Sene başından 24 Nisan haftasına kadar yurtdışında yerleşik kişilerin 2,7 milyar dolar tutarında hisse senedi ve 5,5 milyar dolar tutarında devlet tahvili sattıklarını görüyoruz.

Bankaların borç çevirme rasyoları da yine karamsar bir tablo sunuyor bizlere. Burada da Türk bankalarının uzun vadeli dış borç ödemesinde uzunca bir süredir net ödeyici olduklarını gözlemliyoruz.

COVID-19 krizinin sıradan bir finansal kriz olmaması, döviz bulma imkanlarını farklı kanallardan kapatıyor.

Bir taraftan dış piyasalarda düşen risk iştahı nedeni ile kredi muslukları kısılırken bir taraftan da bizim için en önemli döviz girdilerinden birini sağlayan turizm sektöründe kaçınılmaz bir tıkanma ile karşı karşıyayız.

Bu kadar olumsuzluk içinde bir dengeleyici unsur yavaşlayan üretim nedeni ile ara malı ithalatının azalması ve bu nedenle yabancı sermaye ihtiyacımızın kısmen düşmesi olacak.

Keza petrol fiyatlarındaki düşüş de cari açık açısından elimizi bir miktar rahatlatacaktır.

Tansiyon yükseliyor

İktisat politikalarında öncelikleri çok iyi belirlemek ve kasırgaya karşı hazırlık olmak gerekiyor.

Kısa vadeli kazanımlar uğruna uzun vadeli fiyat istikrarından feragat edilmesi ise biriken kırılganlıkları beraberinde getiriyor.

Türkiye ekonomisi malesef Covid-19 kasırgasına böyle bir konumda yakalandı. 2019 yılında ekonomiyi canlandırmak adına faizlerin hızla düşürülmesi, enflasyon düşmeden gelen faiz indirimlerinin reel faizi düşürüp Dolar talebinin tetiklemesi, Dolar’ın değer kazanmaması için TCMB döviz rezervlerinin tüketilmesi risklerimizi büyük ölçüde artırdı.

Bu risklerin üzerine beklenmedik bir şekilde Covid-19 krizinin gelmesi ise bizi bir anda savunmasız bıraktı.

Kaynak nereden gelecek?

Piyasaların tıkanma noktasına geldiği kriz zamanlarda döviz kaynağı sağlayacak birkaç alternatif var.

Bunlardan en kapsamlı ve uzun vadeli olanını Uluslararası Para Fonu (IMF) sağlıyor. Türkiye 2001 krizi sonrasında benzer bir stand-by anlaşması ile hem döviz girişi sağlamış hem de GSYH’nın yüzde 8’ine varan bir bilanço genişlemesinden dezenflasyonla çıkabilecek kadar kredibilite oluşturmuştu.

Mevcut konjonktürde IMF ile bir stand-by anlaşmasına hükümet kanadının sıcak bakmadığını çünkü bu tür bir anlaşmanın kısıtlayıcı şartları olduğunu biliyoruz.

Geriye iki alternatif kalıyor. Bunlardan en sevimsiz olanı sıkı sermaye kontrolleri ile mevcut dövizi ülke içinde tutmak.

Ancak bu tür radikal bir adım serbest piyasa koşullarına önemli bir darbe. Türkiye gibi sermaye girişine dayalı bir büyüme modeline sahipseniz sermaye kontrolü intihar kabul ediliyor.

Keza iktidar da böyle bir yola gidilmeyeceğinin altını çiziyor. Öte yandan sermaye kontrolünün de dereceleri var ve Londra swap piyasasına gelen sınırlamalar bile Covid-19 sonrası toparlanmayı geciktirecek bir engel olarak karşımıza çıkıyor.

Stand-by anlaşması ve sıkı sermaye kontrolü alternatiflerini elersek geriye kalan alternatif uluslararası kuruluşlarla yapılacak swap anlaşmaları olabilir.

Yerli para ile yabancı paranın takas edildiği bu tür anlaşmalar daha kısa vadeli olup miktarı da daha düşük oluyor.

Mesela IMF’nin Covid-19 döneminde geliştirdiği swap hattı her bir üye ülkeye ortalama 10 milyar dolarlık bir bütçe ayırıyor.

Gelelim Fed’in sağladığı swap hatlarına. Öncelike unutmayalım ki Fed’in açtığı swap hatlarında nihai hedef ABD finansal piyasalarında istikrar sağlamak.

Fed’in swap hattı açılan ülkeler de bu önceliklere göre belirliyor. Fed’in hangi ülkelere swap hattı açtığına baktığımızda 2007-2009 döneminde swap hattı açılan ülkelerle Covid-19 döneminde de yola devam edildiğini, o zaman belirlenmiş olan gruba yeni bir ülke eklenmemiş olduğunu görüyoruz.