Erdal Eren, 2 Şubat 1980 tarihinde Yukarı Ayrancı, Hoşdere caddesindeki gösteri sırasında, er Zekeriya Önge’yi öldürmekle suçlanıyordu. Eylül 1961 doğumlu Eren’in, yaşıtı (Nisan 1960) ve hemşehrisi (Giresun) İnzibat Eri Önge’yi gerçekten öldürüp öldürmediğini hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Davaya bakan mahkeme de, dönemin (bugünkü nü çok da aratmayan) politik ortamı da hiçbir zaman bu soruya cevap aramadı. Bir genç askerin, yaşıtı başka birisi tarafından sokak ortasında öldürüldüğü iddai ediliyordu; ama daha önemlisi de ilahlar kurban istiyor; “ibret-i alemlik bir idam” cezası gerekiyordu.
Erdal Eren hakkındaki yargılama sadece bir buçuk ay sürdü. Evet, sadece bir buçuk ay; tamı tamına 45 gün. 2 Şubat 1980 tarihinde gerçekleşen olay ile ilgili olarak Sıkıyönetim Komutanlığı 1 Nolu Askeri Mahkemesi 19 Mart 1980 tarihinde (1980/1292 Esas, 1980/83 Karar sayılı Hüküm) Sanık Erdal Eren hakkında ölüm cezası verdi.
1 No’lu Askeri Mahkeme’nin kararı Askeri Yargıtay 3. Dairesi tarafından usul ve esas yönünden bozuldu. Eren’in avukatlarının, sanığın 18 yaşından küçük olduğuna ve bununla ilgili kemik analizlerinin yapılması için başvuruları davanın bozulmasındaki en önemli etkenlerden birisiydi. Çünkü sanığın nüfus kaydı sadece bir telgrafa göre yapılmıştı.
Askeri Yargıtay savcısı bozma kararına itiraz etti. Dava birkaç kez daha Askeri Mahkeme ve Askeri Yargıtay arasında gitti geldi. Gitti geldi dediysem, tüm bu olaylar da 19 Mart-20 Kasım 1980 tarihleri arasında gerçekleşti; yani sekiz ay içerisinde.
Tarihler 20 Kasım 1980’i gösterdiğinde Askeri Yargıtay Daireler Kurulu’nun 1980/111 Esas, 1980/111 Karar Sayılı hükmü açıklandı.
Yirmi iki gün sonra, 12 Aralık 1980 tarihinde TBMM’nin kabul ettiği 2360 Sayılı Erdal Eren Hakkındaki ölüm Cezasının Yerine Getirilmesine Dair Kanun, aynı tarihli Resmi Gazete’de (sayı: 17188) yayınlanarak hüküm işleme konuldu.
Aynı günün gece yarısından sonra 02:57’de Erdal Eren asıldı…
800 lirası ve kol saati, infazını takip eden avukatları Nihat Toktay ve İsmail Çakmak’a teslim edildi.
03:20’de cezaevnden çıkarılan cenaze 04:15’de Karşıyaka Mezarlığı’nda (Ada No : M/37 – Parsel No : 471) defnedildi.
Ufak bir not ekleyeyim bu detaya: Mezarlık kayıtlarında nüfusta Giresun İli, Şebinkarahisar Taş Mahallesi Hane 182, Cilt 4/B, Sayfa 10’da kayıtlı Ahmet oğlu, Berire Şadan’dan olma 25.9.1961 Şebinkarahisar doğumlu Erdal Eren’in ölüm nedeni olarak “HAVASIZLIK” yazıyor.
*
İdam cezasının tekrar yasallaştırılması yakın zamanın en “popüler” konularından biri. Sadece aklıma gelenleri, hatırladıklarımı yazayım. 2015 yılında Özgecan Aslan cinayetinden ve 15 Temmuz Darbe Girişimi’nden sonra idam tartışmaları yeniden köpürtülmüştü. Erdoğan, “Meclis getirsin onaylarım!” tavrındaydı; kitleler lafın gelişi değil, gerçekten “idam, idam!” diye bağırtılıyorlardı. MHP o dönemde de dünden razıydı idam cezasına; bu sağ koalisyonunun en solundaki üye, Kemal Kılıçdaroğlu’nun da “Getirsinler, bakalım!” dışında bir şey söylemediğini unutmayalım. Muhtemeldir ki, AKP-MHP bloğu yasa teklifi sunsa, Kılıçdaroğlu yine her zaman yaptığı gibi, “hayır der gibi yapıp, evet” der; yıllar sonra kendisine pişman olup olmadığı sorulduğunda da “Bugün olsa yine evet derim!” deme pişkinliği göstermeyi ihmal etmezdi. İdam cezası 2017’de de gündeme gelmişti. O günlerde Erdoğan, “Gerekirse idam için de bir referandum yaparız!” diyerek restini çekmişti.
Yakın dönem Türkiye’sinde idam tartışmaları denir de, Devlet Bahçeli’nin Ocak 2008’deki Erzurum Mitingi’nde Tayyip Erdoğan’a cevaben “Oğluna gemi alacak kadar paran var, asacak kadar ip mi bulamıyorsun!” dedikten ve yanındaki görevliye “Ver şu ipi!” diye çıkıştıktan sonra, elini aldığı idam ipini atarak “Haydi as!” diye bağırması unutulabilir mi? Mevzu adam asmaca oyunu olunca Devlet Bahçeli elini korkak alıştırmayan güruhun borazancıbaşsı kesiliverdiği malum; sanki Erdoğan’ın oğluna gemi almasıyla idam cezasının ne alakası varsa; “Bahçeli işte!” Bahçeli o mitinginde biz koalisyon ortağıydık o yüzden idamın kaldırılmasına evet demek zorunda kaldık demeye getiriyordu, muhtemelen. Evelki gün idam cezasının kaldırılmasına onay veren Bahçeli; dün, idamı kaldırmadı diye Erdoğan’a ip fırlatıyordu; bugünlerde ise “Sübyancı şerefsizler iki cihanda da hasmımızdır.” diyerek idama tartışmalarının fitilini yeniden ateşlemekte bir sakınca görmüyor. İdamı savunduğu günlerde -bir diğer yandan da- kendine yakın, çek senet tahsilatçısı, mafytik tiplere, pardon kader mahkumlarına da af istemek onun için çelişki değil. Yarın ne yapar? Allah bilir.
MHP idam treninde birinci mevkiye oturur da Meral Akşaner görümcesinden aşağı kalır mı? Sahi Akşener ve “bir kaç İYİ adam”ın idama karşı çıkacağını düşünen var mı? Ya çıkarlarsa? Selamün kavlen!, Gündüz niyetine!
Meclis’in diğer partileri HDP? TİP? Onlar terörist; zaten “sadece teröristler idam cezasına karşı olur”lar!
Yukarıda özetlediğim manzaraya baktığımızda, Türkiye’de idam cezasının (tekrar) kabul edilmesinin bir “teknik mesele” haline geldiğini söyleyebiliriz. İdama karşı olmak ise “teröre destek vermek” ile “çocuk tacizcilerini, sübyancı katilleri affetmek asmayıp da beslemek” aymazlığı arasında salınıp duran bir kabahat kabilinden.
Mevcut siyasal iklimde idama karşı olmak, idam cezasını gündeme taşıyan siyasal suç ve o suçlarla özdeşleşen kişilerle (Menderes, Gezmiş, ya da Gülen, Öcalan) veya çocuk tacizi, kadın cinayeti gibi toplumda da yaygın nefret uyandıran filleri savunmakla özdeşleştirilmekten duyulan tedirginlikle malul. Oysa altını binlerce kere çize, çize belirtmekte fayda var ki, idam cezasına karşı olmak, ne cezaya konu fiili, ne de fiili gerçekleştirenleri savunmayı gerektirir. Karşı çıkmamız gereken tek ama tek konu: “Devlet taammüden insan öldürmeye yetkili midir, değil midir?” konusudur.
İdam cezasına karşı olmak, “darbecileri savunmak” olmadığı gibi, “çocuklara tecavüzü savunmak”, “kadın cinayetlerini savunmak”, “uyuşturucuyu savunmak”… da değildir.
İdama karşı olmakla, idama konu olan suçu savunmaya doğru kurulacak bir mantık, bir ön kabul; olsa olsa “siyasal linç” mantığıdır. İdam, devlet, “taammüden” yani bilinçli, yani önceden tasarlayarak adam öldüremeyeceği, böyle bir hakkı (devlet bile olsa) kimseye tanıyamayacağımız, tanımamamız gerektiği için yanlıştır.
27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri sonrası verilen idam kararları, “hâlâ” tartışıldığına, bu idamlar “hâlâ” siyasal vicdanımızı sızlattığına göre, Erdal Eren gibi 17 yaşındaki bir çocuğun idamını “hâlâ” tartıştığımıza göre, idam cezasını bir kere daha düşünmeliyiz. Yok, hiç düşünmemeliyiz bile. En iyisi, unutmak. Darbeler ve idamlar bir daha asla tartışmayacağımız bir şekilde gündemimizden çıkmalı, unutulmalı; aramızdaki tek tartışma demokratik siyasal rekabet ve mücadele içerisindeki tartışmalarımız olmalı.
“Çocuk istismarı” ve “kadın cinayetleri” idamı meşrulaştırmak isteyenlerin yeni oyuncağı. Çok da tehlikeli bir oyuncak. Öyle ya! “Bir çocuğa tecavüz eden sapığı idam etmekten daha doğal ne olabilir; böyle bir pisliğin idam edilmesinden kim rahatasızlık duyabilir ki?” Özellikle, kendisini maktulün ya da onun ailesinin yerine koyarak düşünen önemli bir çoğunluk için “kısasa kısas” kadar makul bir çözüm yok gibi. Eğer onlar gibi düşünmüyorsanız da idam sevicilerinin soruları hazır “Eğer senin/çocuğunun başına gelseydi?”
Tartışmaya gerek var mı? Böyle bir durumda, o sapığı elime geçirsem hiç düşünmez öldürürdüm; hem de hiç acele etmeden; yavaş yavaş. Çocuğu öldürülen/tecavüz edilen bir annenin, babanın bu şekilde düşünmesinden doğal ne olabilir ki?
Sapla samanı ayırmanın tam vaktidir. Çünkü, çocuğunun katilini/tecavüzcüsünü ipte görmek isteyen bir anne/baba ya da onlarla empati kurarak suçlunun asılmasını isteyen kitleler ile hukukun üstünlüğünü savunan bir devlet arasındaki fark bu nüans üzerinde binâ olur. Ulus-devlet, hukuk üzerine inşa edilmiştir. “Hukuk”, “adalet”, devletin üç temel fonksiyonunu (yasama, yürütme, yargı) kuran “tek” temel öğedir. “Yasama” devletin yasaları (hukuku) üreten, koyan; “yürütme” birincinin ürettiklerine, uygun (hukuku) icra eden; “yargı” da bu konuda (hukukta) taraflar arasında çıkan uyuşmazlıkları çözen; birincinin üretip ikincinin icra ettiği hukuka uygun son, nihai kararları veren, adaleti tecellî ettiren mercidir.
Bir anne/babayı, katledilen/tecavüz edilen çocuğunun katilini ipte görmek istedikleri için kınayamayız, suçlayamayız. “Devlet” ve onun “mütemmim cüzü” hukuk/adalet işte bu nokta da devreye girer. Hukukun gereğini yerine getirmeyi maktulün ailesine ya da onun arzusuna bırakmaz; cezayı onların duygusallığından soyut bir şekilde ele alır ve gereğini yapar. Devletin –kolluk kuvvetlerinin- suçunu kabul eden bir vahşiyi, onu “linç” etmek isteyen kalabalığın elinden alarak kendi mahkemesinde yargılamak üzere alıkoymasının sebebi de budur. Burada kolluk kuvvetleri “suçlu”yu korumak değil, suçlunun suçunun mahkemece verilerek “adaleti” tesis etmek amacındadır. “İdam”ın bir ceza olup olamayacağı da -benzer şekilde- duygusallıktan uzak bir zeminde kararlaştırılır; acılı ailelerin haklı infiâli üzerinden köpürtülen duygusallıkla değil.
Altını binlerce kere çize, çize belirtmekte fayda var ki, idam cezasına karşı olmak, ne cezaya konu fiili, ne de fiili gerçekleştirenleri savunmayı gerektirir. Karşı çıkmamız gereken tek ama tek konu, devlet taammüden insan öldürmeye yetkili midir, değil midir? konusudur. İdam cezasına karşı olmaktan, darbeyi savunmaya, darbeyi savunmaktan cemaatçi olmaya doğru akıp gidecek bir mantık, bir ön kabul, olsa olsa “siyasal linç” mantığıdır.
Erdal Eren’le başlamıştık. Onunla, “Adı kara An-Kara” da, 17 yaşında, “Son bakıştaki o gözlerini” aklımıza kazıyıp giden o gençle de bitirelim.
Keyifli Pazarlar