Prof. Dr. Mustafa Öztürk’ün istifa etmek zorunda kalmış olması kolayca geçiştirilebilecek bir konu değildir. Doğrudan akademik özgürlüğü, düşünce ve inanç özgürlüğünü ilgilendiren bir konudur. Bu nedenle felsefenin araçlarıyla üzerinde düşünmek, düşünce üretmek ve iyi temellendirilmiş bir duruş belirlemek gerekmektedir.
René Descartes’ın 17. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren geliştirdiği yöntemsel düşünüm çerçevesinde insanın özünü düşünme kapasitesinden hareketle tanımlamıştır. “Düşünüyorum, o halde varım” özdeyişiyle ifade ettiğine göre insanın özü düşünen bir varlık olmasıdır. Onun bu yaklaşımında, Descartes’ı en çok savunanlar tarafından bile rahatsız edici bir şeyler hissedilir. Bu anlaşılır, çünkü başvurmuş olduğu soyutlama ve kurgu yöntemi, kullanmış olduğu yöntemsel, ontolojik ve epistemolojik argümanlar yeterince dikkatle birbirinden farkları gözeterek ele alınmamıştır. Bu nedenle kanımca, bugüne kadar onun bununla tam olarak neyi kastettiği yeterince anlaşılmamıştır. Şimdi burada bunun açıklamasına girişmeyeceğim. Somut bir bağlamda, Prof. Dr. Mustafa Öztürk’ün Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ndeki kürsüsünden istifa etmesi bağlamında bu belirlemenin somut değerine dikkat çekeceğim.
Eğer insanın özü düşünmek ise insan düşünmeden edemez. Düşünmek insanın özünde vardır. Descartes insanın bedensiz düşünebileceğini iddia etmemektedir. Onun düşüncesi bu kadar basitleştirilemez. Descartes insanın bedeni olmadan düşünemeyeceğini bilmektedir. O, bu belirlemesiyle yöntemsel akıl yürütme ile ulaştığı ve çok daha derinde yatan, kavranması çok daha zor olan bir sonucu bize bildirmek istemektedir. Descartes burada bize insanın doğadan kendisine verili olandan daha fazla bir şey olduğunu, insanın doğal verili tüm yetilerden farklı başka bir yetiye daha sahip olduğunu ve bunun bizzat insanın kendisi tarafından geliştirildiği ve bunun ancak insanın eseri olduğunu göstermek istemektedir. Fakat bu yeni yeti tarihsel olarak insan tarafından geliştirilmiş olsa da, artık onun doğasının ayrılmaz parçası olmuştur. Düşünme yetisi insanın özünün ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Eş deyişle insanın düşünme yetisinin elinden alınması onun insanlığının elinden alması anlamına gelmektedir.
Peki düşünmek ne demektir Descartes’a göre? Düşünmek yöntemsel şüpheyle, yani eleştirel düşünmektir her şeyden önce. Eleştirmek, insanın görüp duyduğu, yapıp ettiği her şeyi “doğal ışık”ın ışığında yani aklın kılavuzluğunda düşünmek demektir. Eleştirel düşünmek dış dünyamıza ancak eleştirel bir muhakeme sonucu zihnimize nüfuz etmesine müsaade etmek anlamına gelir. Bu bakımdan eleştiri zihnimiz ile dış dünya arasında bir çeşit koruyucu bir “tabaka” gibi işler. Diğer bir deyişle eleştiri, bu özelliğinden dolayı her birimizi dış dünyanın ezici gücü karşısında etkin ve böylece özgür kılar. Öyleyse Descartesçı anlamda düşünme, yani eleştiri, yani çelişki ile ve farklı düşünme insanın özüdür. Bu bakımdan insanın özü onun özgürlüğüdür. Tek kutsal ve tabu olan budur ve bunun da ne olduğu yine en iyi bir şekilde eleştiri dolayısıyla bulunabilir, bilinebilir.
Şimdi düşünme ve eleştirel düşünme hakkında söylediklerimizin ışığında Prof. Dr. Mustafa Öztürk’ün bir linç ve tehdit ile zorlanmış istifasına bakalım. Mustafa Hoca ne yaptı? Mustafa Öztürk eleştirdi. Öyleyse Descartes açısından bir insan gibi davrandı Mustafa hoca. Diğer bir deyişle, insan gibi davrandığı için linç edildi ve istifaya, en doğal insan hakkından, insan olarak özünden vazgeçmeye zorlandı. O ise insanlığını korumayı istifa etmede gördü. Kararına saygı duyulmalıdır. Fakat ona karşı yürütülen linç kampanyasının girişimcilerini ise tek bir eleştirel zihne dahi tahammül edemedikleri için kınamak lazımdır. Ama Mustafa Hoca’nın eleştiri hakkını, yani Descartes açısından insanlık hakkını reddedenler aslında farkında olmadan kendilerinde de insanlığı reddetmişlerdir.
Peki toplum? Her şey toplumun gözleri önünde olmaktadır. Toplum kendi içinden birisine, toplumun bir kesimi tarafından eleştiri hakkını reddetmesine müsaade etti. Toplumumuzun düşün kurumları, filozoflar, ilahiyatçılar, bilimciler, kısacası konuşması gereken herkes sustu, suskun. Bu, kendimizde insanlığın yadsınmasına müsaade etmek anlamına geliyor. Bu nedenle olanlara sessiz kalan, konuya kaygısızlıkla bakan herkes gözlerinin önünde kendisindeki insanlığın ayaklar altına alınmasına müsaade etmiştir, dersek yanlış yapmış olmayız. Bunu da eleştirmek bir insan hakkıdır.
Descartes’ın düşüncelerini ilk defa ifade ettiği Aklın Yönetimi İçin Kurallar adlı çalışması 1625 yılında kaleme alınmıştır. Aradan neredeyse dört yüz yıl geçmiştir ve biz hala bu en basit gerçeği kavramaktan çok uzağız. İnsanlık uygarlığına bu durumda nasıl katkıda bulunacağız? İnsanlık uygarlığına katkıda bulunmadan kim, neyimizi tanıyıp kabul edecektir? Dünyayı değiştiren sadece iman gücü değildir, her şeyden önce akıl gücüdür. Akıl gücü olmayan iman gücü, etkinliği olmayan boş bir inanış tarzıdır.