“Parçalanmış Gül Cesetlerinden Bir Reçete”

ulan öldürdüler bizi bu pezevenkler
bir tek günümüz geçmiyor ahsız ofsuz
***
kıydılar alımıza morumuza bu pezevenkler
kıydılar yazımıza baharımıza
işimiz gücümüz mayın taramak
işimiz gücümüz ölü taşımak
işimiz gücümüz umuda yatmak
ulan öldürdüler bizi bu pezevenkler
Hasan Hüseyin Korkmazgi

Zaman geçiyor… Eli kolu bağlı kalıyor kurulan hayallerin, yapılan planların. Yarına dair ne varsa donup kalıyor belleğimizde.  Güzele dair olan, içimizde bir yerde baharı müjdelercesine çiçeğe duran ne varsa silikleşiyor yürek dağarcığımızda.

Ölüm ikliminde, ölüm fırtınasına tutulmuş bir halde; ne zaman, nerede, ne kadar kolay bir ölümle, ne kadar kolaymışçasına öldürüldüğümüzün çetelesini bile tutamayacak kadar çok ölüyoruz. Boğuluyoruz nasırlaşmaya yüz tutmuş toplumsal vicdanımızda, tınısını bile duymuyoruz “ölmeye alışmayacağız” diyenlerin sesini.

Kolay ölümler ülkesindeyiz. İnsan başta olmak üzere, bütün canlıların yaşam hakkının böylesine hiçe sayıldığı, daha da fenası bunca katliama kayıtsız kalındığı bir dönemde yaşayacağımız, çok değil bundan on, on beş sene evvel kimsenin aklına bile gelmezdi.

Katledilen, kaybedilen bir yakınımız değilse sadece sosyal medyanın hatırlattığı kadar yer işgal eden toplumsal belleğimizle (adına yaşamak dediğimiz ve nefes alıp vermekten bir tık daha fazlası olan zombi yaşamamızda) sıradaki ölümün artık bizi şaşırtmayacağını bilmenin hüznüyle baş başa kalıyoruz en kimsesiz zamanlarımızda.

Öldürdüler… En çocuk yanımızı, en küçüklerimizi, en acımasız şekilde hem de. Boğdular, taradılar, parçaladılar bedenlerini. İçten bir gülüşü, kocaman ve tertemiz yürekleriyle dünyanın başına gelebilecek en güzel şeye, çocuklara, çocukluğa kıydılar.

Öldürdüler… Doğamızı, ağaçlarımızı, börtü böceğimizi… Yaktılar cayır cayır insanlığımızı, vicdanımızı. Kirli hırslarıyla dumana buladılar mavi gökyüzümüzü.

Öldürdüler… Göçük altında bir dilim ekmek uğruna alın terimizle suladığımız karanlığı mezarımız yaptılar. Yerin altında ölürken yanımızda götürdüğümüz haykırışlarımıza yerin üstünde ses olanları tekmelediler, yağmaladılar acılarımızı.

Öldürdüler… Dağımızı, taşımızı, kentimizi, sokağımızı… Topla, tüfekle, tankla barut kokusuna buladılar dünümüzü, günümüzü, yarınımızı… Sokak ortasında çürümeye bıraktılar yiten canımızı, cenazemizi… Çürümüş bedenlerine sardıkları bombalarla katlettiler halaya duran barış gülüşlü, özgürlük kokulu düş yolcularımızı.

Öldürdüler… Yıktılar bin bir umut, bin bir dert, bin bir mutluluk, bin bir hüznümüze çatı yaptığımız en evlerimizi. Enkaz altında bıraktılar sevdiklerimize son bakışlarımızı, son sarılışlarımızı… Soğukla, açlık ve susuzlukla beslediler yıkıntılar altındaki çığlık çığlığa kimsesizliğimizi.

Öldürdüler… Karabasana çevirdiler en tatlı uykularımızı. Ateşte yakarak, dumanda boğarak, öfkenin ve çaresizliğin büyüttüğü kör gecenin sabahında cansız bedenlerimizi tavuk taşıdıkları kamyonlarla teslim ederek genizlerimizde yuvalanmış duman ve ateşi harladılar.

Öldürdüler… Düşlerimizi, gülüşlerimizi… Kana buladılar gündüzümüzü, gecemizi…

Ne çocuklarımıza kıyanlara kıydılar ne de doğamızı talan edenlere… Ne demirden, çimentodan çalanlardan hesap sordular, ne de göçük altında bırakandan… Ne yakıp yıkanı gördüler, ne de göz yumanı…  koruyarak, kollayarak, görmezden gelerek büyüttüler bu karanlığı.

Ama yine de solduramadılar içimizde büyüttüğümüz yarın umudumuza bir çentik olan çiçeğimizi. Suyunu vicdanımızdan alan, düşenlerimizin, anılarıyla bize gülümseyenlerimizin, çocuk yüzlere bakamamanın verdiği mahcubiyetimizden alan çiçeğimizi…

Yırtacağız bu karanlığı… Hep birlikte gözleyeceğiz gecenin en koyusunda şafağın doğuşunu. Önce kendi kalbimizin elinden tutacağız, sonra birbirimizin… Ya ışık olacağız alev alev yakmak için ya da gözlerimizi kapatıp gölgesi olacağız bu karanlığın…

* * *
“Kalbim!
bu acıya dayan
bu acıya dayanman için
yaranı iyileştirmek için sana
parçalanmış gül cesetlerinden bir reçete
 
vereceğim
vahşet dağlarından kızgın kemik külleri
işkenceler ovasından kan dölleri
ve yangınlar vadisinden dehşet bir ateş.
Kan kokusu büyüyü bozmak için
Kemik sıcaklığı sırça küreyi eritmek için
Ateş kırmızısı göğü aydınlatmak için
 
Böylece dirilir içindeki gül cesetleri bile
dirilir ve o zaman
çılgın bir şafakla tazelenen gökyüzü
bir taze tomurcuk gibi açar
kanayan alnında senin.

Yırt öfkenin sabredilmez dağarcığını
dağılan, saçılan ne varsa hepsi senindir
kara bir gök ancak bunlarla arınır
ve elbette yeter bunlar sırça küreyi dağıtmaya
acı diye ne varsa hepsini onarmaya
 
Arkadaş Zekai Özger