Hayatımızın belli anlarını bir fotoğrafı inceler gibi önümüze koyup duygusal detaylarıyla yeniden gözden geçirdiğimizde bambaşka derinlikler çıkıyor ortaya. Lakin, duyularımız genelde hep ön planda yaşananları algılıyor; yani, baskın olan neyse onu görüyor, onu duyuyor ya da odaklandıklarımızı dikkate alıyor ve o arada neleri kaçırdığımızın farkında bile olamıyoruz. Hayatı bir fotoğraf makinesinin objektifi gibi görmeyi bir türlü beceremiyoruz.
Objektifler, objektiftir oysa; yorumsuz, tarafsız ve yargısızdır. Fotoğrafçılar bile objektiflerinden bakarak yakaladıkları anları ancak fotoğrafı gördükten sonra değerlendirir ve fokus oldukları şeyin gerisinde bazen hiç fark etmedikleri detayları yakalarlar. Deklanşöre basılan o kısacık anın içinde gizlenen ve gözden kaçan bu detaylar objektiften kaçamazlar.
Geçenlerde, yıllar öncesine ait bir fotoğraf geçti elime. Başımda kavak yelleri estiği bir dönemde, sevgilimle birbirimizin gözlerinin içine bakarak poz verdiğimiz bu fotoğrafı incelerken o zamanki yeni yetme heyecanlarımızı ve aşkımızın ilk günlerindeki masumiyetimizi anımsadım. Sonra, arka planda tavla oynayan iki kişinin bulunduğunu fark ettim, daha da dikkatli bakınca o kişilerden birinin benim o zamanki en yakın kız arkadaşım olduğunu anladım. Hayatımın en tasasız günlerinde denizi, güneşi ve gülüşmeleri onunla yaşardım. Mücadelesiz, hay huysuz, sağlıklı ve neşeli yıllardı o yıllar. İncir ağaçlarının altında oturup birbirimize aşkın nasıl da hoş bir duygu olduğunu anlatır, sevgililerimizle ilk öpüşmelerimizin heyecanını paylaşırdık. Bir erkeği sevip, onu hayatımızın merkezine yerleştirmenin, hislerimizi didik didik edip irdelemenin, o aşkların bizi inciten yanlarını bile bir ziynet eşyası gibi usulca iğnesinen tutup yüreğimize saplamanın ve en mahrem sırlarımızı dostluğumuzun gizli kasasına koymanın tatminini yaşardık. Fallar bakardık ve hep birbirimiz için dilediğimiz şeyleri görürdük o fincanlarda. Annelerimizin “Burda” dergilerini karıştırıp nişan tuvaletleri ve gelinlikler seçerdik kendimize. Yıllar sonra çocuklarımızın da aynen bizim gibi dost olacakları hayallerini kurardık. Sabahtan akşama kadar beraber olmamıza rağmen ne konuşacak konu sıkıntısı çeker ne de sıkılırdık. Aşkı kaybetme korkusuna kapıldığımız sıcak yaz gecelerinde endişelerimizin saldırısından kurtulmak için en güzel şarkıları gönlümüze siper edip, gökyüzünde kayan yıldızların ardından dilekler tutardık. Her güzel şeyin bir gün biteceği kaygısıyla sarsıldığımızda düştüğümüz boşluktan birbirimizin ellerine tutunarak çıkardık. O vakitler hayat hakkında çok fazla şey bilmesek de dostluğu hakkını vererek yaşardık.
Fotoğrafta arka planda tavla oynayan en iyi dostum. Hayat mı bizi biraz fazla zorladı, yoksa biz mi fazla zorlamadık hayatı? Geçmişi, değerli hazineler gibi içimizde bir yerlerde gizledik sanki; bir zamanlar bir parçası olduğumuz o güzelim diyarı kırık mermerleri, yıkılmış sütünları ve çökmüş duvarlarıyla görmek istemedik belki de. Kaçtık, yüzleşmekten korktuk, hem kendimizle, hem hayatla. Ya da, geçmiş hatırladığımız gibi kalsın istedik, kendi değişimlerimizi birbirimizin gözlerinde görmenin acı vereceğini düşündük. Ne ben o zamanlarki bendim çünkü, ne de sen o zamanlarki sen. Ara ara görüştük, ama öylesine… Zamanı ve mesafeyi bilerek koyduk aramıza. Karşılaştığımızda, gitmek istediğimiz yerlerde değil de götürüldüğümüz yerlerde olduğumuzu görmek acı vereceği için uzaklaştık birbirimizden. Ne komik! Aslında kendimizden kaçtık bilmeden.
Fotoğrafta arka planda tavla oynayan en iyi dostum. Dalgalara kapılmış, iskarmozları kırık küçük bir sandal gibi dolaştık hayatın kıyılarında. Korkularla dolu gecelerde sabahı beklerken kederli düşüncelere saplandık, sürgüne yollanmış masum kurbanlar gibi hissettik kendimizi, gün oldu hüzünle dolup taştığımız anlarda geçmişi düşünüp “Neden?” diye sorduk içimizden. Başarısızlığımız, güçsüzlüğümüz, şanssızlığımız olarak değerlendirdik yaşadıklarımızı. Umutlarımıza, düşlerimize, birlikte yarattığımız hayallerimize ihanet etmiş saydık kendimizi ya da paylaştığımız onca iyimser duygudan sonra karamsarlığı yakıştıramadık dostluğumuza, o eski tasasız, neşeli hallerimizle hatırlamak istedik birbirimizi. Herkesin gıpta ederek baktığı o sıcacık ilişkimizi soğuk rüzgârların esintisinden korumak için sarıp sarmalayıp yüreğimizin derinliklerine sakladık. Evet, böyle oldu, olmasa içimizdeki sevgi de tükenirdi.
Hayatımızın belli anlarını bir fotoğrafı inceler gibi önümüze koyup duygusal detaylarıyla yeniden gözden geçirdiğimizde bambaşka derinlikler çıkıyor ortaya. Neleri gözden kaçırdığımızı fark edebiliyoruz bazen ve o kaçırdıklarımızın hayatın gerçek anlamları olduğunu anlıyoruz…
- İnsanlık Adına Utanıyorum - 25 Temmuz 2024
- Zihinsel Obezite - 20 Haziran 2024
- “Hayatımı Yazsam Roman Olur” - 25 Mayıs 2024