Mutatis Mutandis

Faşizm bireyde başlar tıpkı “demokrasi” de olduğu gibi; bir soru ile devam edelim: o halde “güçlü lider” arayışının demokrasinin “en asgari” olanıyla bile bağdaşmayacağını neden kabul etmekten ısrarlı bir şekilde imtina ediyor bu milletin bu halkın öncüleri ya da siyaset bilimcileri ya da teorisyenleri? Neden “güçsüz” liderin demokrasinin gerçek niteleyeni olmadığı es geçiliyor?

Her türden muhalefetin olmazsa olmaz argümanına dönüşmüş bir söylem “güçlü lider”. Bu bir retorik olarak güçlendikçe meşruiyet kazanıyor: “Güçlü lider” arayışı/söylemi demokrasinin hiçlenmesidir. Geriye sadece “değiştirilmesi gerekeni değiştirmeden değiştirmek” meselesi kalıyor. (İddiam “işin” bu kadar bile uzamayacağı üzerine…)

“Güçlü lider” arayışı diğer taraftan –seçim bağlamında üzerinde durduğum gibi- biat kültürünün de en önemli göstergesi değil mi? Bu şartlarla seçime gidiliyor, seçim beklentisi bu retorikle yeniden inşa edilebiliyor; hiçbir şey değiştirmemek adına herşeyi değiştirmek –mutare omnia mutare nihil- edimi siyasal bir eylem gibi sunulabiliyor; sorgulanmaktan muaf… ve aslında sorgulama yeterliliği yeteneği olmayan bir topluluk… Ve daha önce de dile getirdiğim gibi başlıca siyasi katılımı seçim olan, adına halk dedikleri topluluk için bu hal bir beklentiye dönüşebiliyor. Sıkça kullanılan bir grafitiyi –grafiti olduğu- söylenegelir! alıntılayalım: “düzülen var olduğu sürece düzeni değiştirmek anlamsızdır!”

*

Bir parantez; kuşkusuz herkes farkında ancak şu kahrolası politik doğruculuk saplantısı yüzünden kimse dile getirmiyor diye düşünmek istiyorum: postmodern ırkçılıktan başka bir şey olmayan pozitif ayrımcılık saplantısı nedeniyle sırf kadın olması gerektiğini düşündükleri için kadın aday arayışında olanları bir kenara koyalım; sol’un önemli bir kısmında parti liderlerinin/lider kadrosunun güçlü lider imajına/beklentisine ne kadar “uygun” olduklarına da her gün şahit olmuyor muyuz, kimsenin parti programı ya da ideolojisi ile pek ilgisi yok, herkes popülerliğin, ajitasyonun, karizmanın ya da hitabet sanatının vesairenin peşinde. Bir küçük burjuva radikalist olarak sol “mahallede” gördüğüm o dur ki; aslında olmayan olamayan bir mahalle, Stalin Troçki taklitlerinin yerini taklitlerin taklitleri almış durumuda, yani kitsch hali bile çoktan aşılmış!

*

Seçim hakkındaki iki yazımı okuyan kimi dostlar yazılarıma dair eleştirilerini “umutlu olduklarını” veya umutlu olmak istediklerini söyleyerek sonlandırmayı ihmal etmeyerek bir kez daha farklı yerlerden meseleye baktığımızı da belirtmiş oldular. Umutlu olmak ile umutlu olmayı istemek arasındaki mesafeyi epeyce kısaltmış olmalarını ciddi bir sorun olarak gördüğümü söylemek isterim. Diğer taraftan bir kez daha umut kelimesi ile farklılığın diğer unsurunu da dillendirilmeden gündeme getirmiş oluyorlar, o da en dar ve en geniş anlamıyla/kapsamıyla halk mevzuuna, halk konusuna ya da halk sorununa bakışımızdaki farklılık… Kerim devlet anlayışı/kültürü ile biat/dilenci/şükür anlayışı/kültürü arasına sıkışmış halk tanımlamam ne yazık ki umutlu olabilmek için hiçbir çıkış bırakmıyor.

Dostlara şu şekilde yanıt veriyorum çoğu kez: “umut yok, bırakında topyekûn ya da ne varsa bilebildiğimiz hep birlikte çöküşün, dibe vuruşun ve ardından gelecek yok oluşun cazibesini ve bu cazibenin hazzını yaşayalım!” Fazla mı hedonist oldu, fazla mı kinik. Ve hiç kuşkusuz her kuşağa nasip olmaz bu durum!

[Ne var ki onların umutluluk hallerine ve bu bağlamdaki sorularına/meraklarına yanıt kuşkusuz çok farklı bir yerden farklı bir bakış açısıyla- geldi: iç işleri bakanı “seçim güvenliğinden tümüyle kendisinin sorumlu olduğunu” söyledi!]

*

Ana gövdeden neredeyse daha uzun olacak bu girizgâhın ardından “seçim” mevzuuna dönelim. Önce naçizane bir aforizmam: “mülksüzler, yoksullar, sömürülenler… unutmayın hiçbir ‘seçim’ kazanılamaz”. Her seçim yazısının olmazsa olmazı. Emma Goldman’ın söylediği düşünülen “oy vermek birşeyleri değiştirseydi yasaklanırdı” ya da “seçim iyi bir şey olsaydı yasaklanırdı” aforizmaları ile devam edelim.

Bu kısa metin eski bir yazının yeniden gözden geçirilmesiyle oluşturulmuş ne var ki güncelleştirilmemiştir. Özü itibarıyla gerek yok! Bu “diğer” yazarlara bir öykünme olarak görülebilir. Çünkü her seçimin ardından birçok değerli yazar analiz/yorumlarıyla okuyucuyu aydınlatmaya, yol göstermeye ve aslında onun görmediğine-göremediğine inandığı “oralarda bir yerlerde olan” ya da “oralara bir yerlere saklanmış” gerçekleri/doğruları anlatmaya çalışırken yeni yazı yazmazlar, yalnızca yazılarının yeni olduğunu sanırlar. (Tıpkı seçilen gibi!) Kuşkusuz eski yazı yazmamın –biraz da tembellikten olsa gerek- nedeni bu türden öykünme olarak da görülebilir. Ancak benim derdim “seçim” sorununun/sorunsalının bizatihi kendisiyle ilgili olduğundan yazının eskiliğinin –ve tarihsel kurgulamayla gecikmişliğinin- görüşlerim değişmediği ya da dönmediğim/döneklenmediğim sürece bir sorun olarak algılanması yanlıştır.

Bu yazı, Türkiye’deki seçimler üzerine değildir; seçmek üzerinedir. Seçimin ya da seçmenin çoğunluk meşruiyetinin dayatılmasından başka bir şey olmadığını ve hatta en iyi olasılıkla olan şeyin yalnızca bu olduğunu söyleyebiliriz. Sorun bir partinin seçimde çoğunluğun oyunu alması değildir, sorun bir ya da birkaç partinin de çoğunluğun oyunu alması da değildir. Sorun çoğunluğun seçim argümanı ile çoğunluk tahakkümüne meşruiyet kazandırmasıdır. Çünkü çok iyi biliriz ki “çoğunluk” hangi partiye ya da partilere oy vermiş olursa olsun, siyasi tavrını yalnızca seçim “siyasi katılımıyla” göstermiş olursa olsun doğası itibariyle tutucu/gerici ve faşisttir. Çoğunluk demokrasisi -ya da her hangi bir sıfatla nitelendirilen demokrasi- bu haliyle faşizmin zafer kapısıdır. (En iyi olasılık inilecek durağa kadar binilmesi gerekli tren/otobüs hali) Dolayısıyla ilgilenmemiz gereken “azınlıkta” kalandır: en “iyimser” yaklaşımla %5!

Klasik sözlüklerden yararlanarak bir tanım yapalım, bu haliyle oldukça çekici olduğunu söylemekte de hiçbir sakınca yok- yani bu bağlamda işin özü retorik- : toplu bir iradenin birden çok aday arasında amaç için özne belirleme eylemi. Ne kadar güzel! Güzelliği ölçüsünde de yanıltıcı. Amaç için öznenin belirleme, yani o işi yapacak insanı ya da bir adım soyutlarsak kişileri ya da o amaca ulaşmak için uygun eşyayı seçmek.

Seçen ya da diğerleri arasından onu ön plana çıkaran toplu bir irade. “Toplu irade” yaklaşımı ise bir toplumdan ya da örgütlülükten çok topluluk halinin ya da örgütsüzlük halinin hiçselleştirilebilecek heterojenliğine meşruiyet kazandırmaktan başka bir işe yaramayan –ya da çok işe yarayan- bir retoriğin ifadesi. İşte o “toplu irade” belirlenen bir amaç uğruna, ancak bu “amaç” toplu irade adı verilen şey tarafından belirlenmez, amacın niteliği toplu iradenin dışında belirlenir, önüne konulan ya da kendisine gösterilen adaylar arasından bir tercih yapar. Ve hatta onun önüne konan adaylar hakkında dahi bütüncül bir inisiyatifi yoktur… Ne var ki toplu iradenin –ya da özü itibariyle her zaman faşist çoğunluğun- işi öyle imiş sanmasıyla kazanılan aslında da kimi zamanlarda da gereksinim duyulmayan meşruiyet…

Tercih: Arapça “rüchan” dan, Osmanlıca “tercihat”tan gelen bir kelime olup köken itibariyle anlamı “üstün tutma, yeğ tutma ya da yeğleme”dir. Sonuç itibariyle seçim, “üstün irade” tarafından belirlenen amaca ulaşmak için, “üstün irade” tarafından belirlenen adaylar arasından, “toplu irade” adı verilen yığınlara tercih yapma hakkının verilmesidir. Ve bir kez daha tekrarlarsak kimi zamanlarda olmak kaydıyla tabii; oyunun bu şekilde oynanmasında sakınca görülmediği zamanlarda…

Burjuva demokrasisi için bir “seçim” tanımı geliştirilebilir mi? “Burjuva demokrasisi” kavramının indirgendiğini ve “burjuva demokrasilerinin”  ancient rejimlere dönüşmekte olduğunu ve hatta dönüştüğünün –ve hatta doğası gereği dönüşümün kaçınılmaz olduğunun- bilincinde olarak; “seçim, burjuva demokrasilerinin yegâne katılım aracı olarak, bir bütün olarak egemen çevrelerin, kimi zamanlarda ise egemenlerin hangi kliğinin ya da sermayenin hangi temsilcisinin yönetiyormuş gibi görünmesini sağlayacak veya bu görüntüyü meşrulaştıracak ritüeller toplamıdır.” İyice bir tanım oldu, bana ait olduğunu söyleyip patent mevzuunu gündeme getirebilirim ama kimlerden “etkilendiğimi” iyice anımsamadığım için bu türden bir cesaret gösterisine girişmiyorum! Sosyalist demokrasi kavramından kimsenin bahsetmediğini göz önüne alırsak –hatta sosyalistlerin bile- tanımımızı demokrasi adına yapmamızda da fazlaca bir sakınca olmaz…! “Sosyalist demokrasinin” ise kuşkusuz bir küçük burjuvanın her zaman için diğeri kadar uzak durması gereken bir kavram olduğunu ve aslında bir kavram ya da bir şey olamadığını kabullenmek gerekiyor “yenisinin” üretilebilmesi için Sıradan bir öykünme; yenisini bulamamanın vicdan muhasebesinin yaptığı bir üretim…

Sermayenin ve onun ideolojisinin, tüm allanıp pullanmasına rağmen hala kapitalizm olan kapitalizmin/egemen ideolojinin ideal tercihi burjuva demokrasisi retoriğinin korunmasıdır. Sermayenin tercihlerine göre “yeri” belirlenen bir burjuva demokrasisi bu tercihlerin göreceliliğine mahkûmdur. İşte kitlelere “merkez” adı ile yutturulmaya çalışılan şey tamı tamına sermaye tercihlerinin konjonktürel olarak durduğu yerdir. Sermaye kendi argümanlarını dört ya da beş seneliğine adayları arasından kazananın niteliğine göre yeniden belirleyecek kadar esnek bir yapıya sahiptir ve biliyoruz ki sermaye için temel sorunsalı sömürünün, emek yağmasının aralıksız ve sorunsuz devam etmesi oluşturur. Ona bu olanağı sağlayacak “her siyasi partiye/evladına” kucağını açmaya hazırdır. Böylece onlarla “merkezde” buluşmuş olmaktadır. Merkez sömürünün devam ettiği noktanın adıdır.

Gereğinden fazla güç, zaman ve para kaybına neden olan bir oyundur seçim; borsa düşer, uluslararası yatırımcı “tedirgin” olur, sıcak para yönünü şaşırır vesaireler falan! Kuşkusuz seçim tüketimi, kalkınmayı hızlandırır, ekonomiyi geçici bir süre canlandırır, vesaireler falan!

O halde bu oyun neden oynanır? Bu gerçekten yanıtlanması oldukça güç bir sorudur. Egemen ideoloji/sömürü düzeni sömürüsünü meşrulaştırmak için kimi zamanlarda-çoğu zamanlarda bu türden müdahalelere gerek duyabilir. Seçim kavramının bir diğer tanımı da “egemen ideolojinin bir müdahale aracı olmasıdır” şeklinde yapılabilir. Seçim aracılığıyla sağlanan demokrasi ya da siyasi katılım unsurunun yalnızca seçime indirgenmesi egemenlere bir taşla binlerce kuş vurma hakkını verir; “halkın büyük bir çoğunluğu özelleştirmelere taraf, seçimler bunu gösteriyor” gibi mesela… bu “kadarcık” bir kazanç için bile olsa onca sandığa, onca seçim pusulasına ve onca miting harcamasına değmez mi? Halk toplu iradesini kullanarak kapitalizmin başka başka adlar altında sürdürdüğü yağma ve talan politikalarına izin vermiş değil midir..?

Ancak temel savımızı tekrarlayalım: halkın çoğunluk iradesi her zaman var olanın sürdürülmesinden yanadır, hangi biçimde olursa olsun…

*

Burjuvazide “eşitlik” sorununa parmak basmak ister fakat onun bu istemi yalnızca ideolojisinin daha fazla deşifre olmasına aracılık etmekten başka bir işe yaramaz. Doğal olarak eşitlik okumalarımız farklıdır! Onun için eşitlik, “toplu iradenin” topluluk unsurunu sağlayan ve diğerlerinden farklı olmayan öğelerden biri olmaktan ibarettir.  Egemenler ile “halk” arasındaki ilişkiye meşruiyet kazandırma durumu bir zorunluluk olarak algılanır olduğunda devreye giren seçim olgusu liberal demokrasilerin özgürlük tanımında kimi zamanlarda başlıca argüman olarak karşımıza çıkar. O, diğer tüm özgürlüklerin temel belirleyenlerinden biri olarak kitleye sunulur; “halk kendisini yönetecek olanları özgürce seçme hakkına sahiptir ve bu ‘seçimde’ herkes eşittir.” Sorun, “bu özgürlüğün eşit bir biçimde kullanılması sürecine katılıma” indirgenmektedir. Seçim sayesinde halk denen yığıntı kendisinin eşit olduğuna ne var ki yazgısının tanrısı-rejimi-hükümeti vs. tarafından bu şekilde belirlendiğine inanır.

“Katılım” bu bağlamda burjuva demokrasilerinin temel argümanlarından biri olarak değerlendirilmelidir. Ve liberal demokrasiler yelpazesinde (!) katılımın niteliği ve niceliğinin ve bu katılımın yasama-yürütme ve yargı üçlüsüne müdahalesinin sınırlarının belirlenmesinin konjonktürel olarak tartışılmasında çoğu zaman bir sakınca görülmemesi de seçim olgusunun bu oyundaki yerini açıklar. Bu kurguda egemenler ile katılımcılar (halk) arasındaki ilişkinin şekli ister bağımlı (reaya/tebaa) isterse bağımsız (yurttaş) olsun sonucun değişmeyeceğini rahatlıkla söyleyebiliriz; tarih bizi henüz yanıltmadı… Seçim, belki de bu türden zorunlu bir bağımlılık ilişkisinin birey ve kitle vicdanında aklanması işini de görmektedir. Kuşkusuz böylesine aklanmaların siyasal bilinç durumu ile ters bir ilişkisi vardır…

Seçim ilişkilerine, seçim ritüellerine/oyunlarına, seçimler boyunca söylenenlere ya da onun sonuçları üzerine kesilen derin düşüncelere dalıp hüküm vermek teori batağında boğulmakla sonuçlanır. Sorunun oluşumu basittir; bu oyunda sermaye/sömürgenler nerededir, mülksüzler-yoksullar-emekçiler/sömürülenler nerededir? Hangi sınıf bu süreci kazanarak tamamlamıştır? Bu süreç nasıl bir geleceği öngörmektedir? Vesaire…

*

Halkın kendisini yönetecekleri seçmesine dört-beş senede bir onay verilir. Halk ancak verilen onay ile seçim yapabilme şansına sahiptir. Sermaye ise halkını yönetecekleri seçme hakkını her an elinde bulundurmaya özen gösterir. Ve sermaye seçimini her zaman sandığa oy atarak yapmaz ve hatta sandığı oy atmak onun çok ender olarak başvurduğu bir seçim yöntemi olarak bile tanımlanabilir. Ve sermayenin seçimleri arasında cuntalar, darbeler, açık faşizmler ve daha sık olarak “seçimli faşizmler” vesaireler yer alır ki, sonuç itibariyle öyle ya da böyle kazandırılmış meşruiyet açısından bakarsak seçtiğimiz/oy verdiğimiz siyasi partilerle cunta/darbe iktidarları ve atanmış iktidarlar arasında nitelik ve nicelik açısından hiç ama hiçbir fark yoktur. Bu bağlamda onun meşruiyetini belirleyen unsur egemen ideolojinin/sermayenin/sömürgenlerin/mafyanın gereksinimleridir. Hepsinin işlevi farklı üsluplarla da olsa bu işi yapmaktan başka bir şey değildir. Ve buradan yola çıkarak kitlelerin bir kısmının –büyük bir kısmının tercihinin/seçiminin cuntadan/güçlü liderlikten yana olmasının bugün gelinen nokta itibariyle burjuva demokrasileriyle fazlaca da çelişen bir yanı yoktur, hatta bu da seçim olgusunun bir parçasıdır diyebiliriz… Ve Türkiye örneğini anımsayarak kendimizi kandırmamamız gerektiğini söylemek istiyorum! 12 Eylül anayasasına verilen %92 oy sonuna kadar gerçektir, istemli ve bence bu topraklarda yapılmış en bilinçli tercihlerden biridir! Korkuluyormuş, hile yapılmış vs. vs. geçin bunları; ey sol halk gerçeği, “halkının” gerçeği ile bir yüzleş…

*

Bir vargı: egemen ideolojinin iyi sömürmesi için resmi ideolojinin iyi yönetmesi gerekir. Bu vargımız o yok saymaya ya da eskidiğini söylemeye eğilimli olduğumuz “burjuva demokrasilerinin” temel değerleriyle birazcık çelişir gibi gözükmektedir. Resmi ideolojinin temel argümanlarının sıkı sıkıya korunması elbette ki bu düzeneğin devam etmesi için önemlidir. Ancak onların korunmasının sağladığı katma değerin, bu korunma sürecinde sermayenin uğrayabileceği kimi kayıplardan daha fazla olması kaydıyla. Bu yarar zarar hesabının maliyetinin sorgulanması sonucunda resmi ideoloji ile egemen ideolojinin her zaman “merkezde” buluştuğuna bolca şahit olunmuştur. Kaldı ki bu “batı demokrasilerinden” çok “az gelişmiş ülke demokrasileri” için irdelenebilir bir sorunu oluşturmaktadır. Bu aşamadan sonra merkez sadece egemen ideolojinin tanımladığı alanı oluşturmaz, resmi ideolojiye yapılacak farklı nicelikteki bir restorasyon müdahalesinin ardından merkeze getirilen-çekilen/hizmete koşulan ya da ihaleyi alan, ihale gelirleri karşılığı kendisini resmi ideolojiye göre yeniden tanımlamaya şartlandırılır. Demokrasi seçim demekse herkes buna boyun eğmek zorundadır. Bu seçimin gerçekte nerede ve hangi şartlar altında ve hangi amaçlarla yapıldığının ancak üstün irade açısından bir önemi vardır, terhini koyan toplu iradenin bu sorunlara bulaşması pek de tercih edilen bir şey değildir.

Bir “seçim” varsa eğer kimin kazandığını söylemekten çok daha kolaydır kaybedeni belirlemek. Çünkü o hiç değişmez. Kimin kazandığı sorusu kaybedenin net bir şekilde dile getirilmesiyle yanıtlanabilir ancak…

Hızla gelinen bir nokta var, her ne kadar iyi oynandığına dair efsaneler üretiliyorsa da hızla yönetemez olma noktasına geliniyor; ne var ki görünen o ki sıkça tekrarlananbsöylemin aksine yönetemez olunca yıkılmıyor; çünkü halk yönetilemezliğe razı. Sıkıntı! Kısacası seçim ritüeli, seçmenin dahi zorlaştığını gösteriyor. Bunun sosyalistler için anlamının açık olduğunu ummak istiyorum ancak onlar bunca uğraş ve parlamento üzerine bunca demagojiden sonra oraya kapağı atmayı “pişi” sanıyor. Peki, salt bu şartlar altında parlamento ve seçimin anlamı nedir? Seçimler aktif propaganda olanaklarından biraz daha rahat bir şekilde yararlanılmasının tanımı mıdır? Bu oyuna katılarak onu meşrulaştırılmasının yarar zarar oranındaki işlevi nedir. Belki de bu bağlamda yanıtlanması en kolay sorular bunlar. Temel bir soru yeniden sorulmalı ve her hangi bir etki altında kalınmaksızın yeniden yanıtlanmalıdır: “parlamentarizm siyasi olarak zamanını doldurmuş mudur?” Ezilenler-yoksullar-mülksüzler ve “küçük burjuvalar” için bu kurum ne ifade ediyor, onlar seçim sandığına giderken bu süreçten ne bekliyor? Diğer taraftan kapitalizm için burjuva demokrasisinin ve onun öznesi parlamentonun işlevi nedir? Ne kadarını red ne kadarını kabul ediyorsunuz Ya da bunu mücadele tanımlarımız içinde kurguluyorsanız onun değeri nedir?